Hepimiz, yaşamımızı aniden değiştiren bir salgının içinde bulduk kendimizi. İlkin televizyonlarda, uzak bir ülkede herkesi hasta eden bir virüsten söz edildiğini duyduk. İnsanlar ölüyordu, belki biraz üzüldük. Ama olabilir, insanlar her gün birçok sebeple ölüyor zaten… Sonra yayıldığını ve bir gün ülkemize de geleceğini öğrendik, endişelendik. Neler oluyor sorusuna haber merkezleri, bilim insanları ve bilim anlatıcıları cevap veriyordu: salgın! Birçok ülke salgından etkilenmişti. Bize de gelecek dediler. Ve geldi.
Ardından bilim insanları, bakanlar ve araştırmacı gazeteciler televizyonlarda boy göstermeye başladılar. Herkes aynı virüsten söz ediyor; ama herkes farklı şeyler söylüyordu. Sonra bu bilgili insanlar kervanına başkaları da katılmaya başladı: Youtuberlar, sosyal medya, arkadaşlarımız ve yakınlarımız da aynı konu hakkında konuşuyorlar ama nedense kimse bir noktada buluşamıyordu. Virüsün yapay olarak üretildiğinden tutun, hangi hayvandan bulaştığı konusunda bile hemfikir değiliz.
Aradan geçen aylar, konuyu açıklığa kavuşturacağına, kafaların daha da karışmasına sebep oldu. Tam bu karmaşaya alışmış ve herkesin kendine göre bir fikri oluşmuşken, şimdi bir de aşı konusu çıktı karşımıza. Yeniden her şey sil baştan tartışılmaya başlandı: “Çin aşısı” mı, mRNA aşısı mı, Oxford aşısı mı ya da hiç biri mi? Komplo teorilerinden, çipli zombilere, aşıdaki homoseksüel hormonu katkılarına kadar her şeyi tartışır olduk. Toplum olarak bilgi bombardımanı altındayız, ancak gerçek bir fikrimiz yok.
Kararlarımızı Şekillendiren Nedir?
Her şeyden önce şunu hatırlamak gerekiyor: Herhangi bir konuda fikir sahibi olmak için, en azından temel düzeyde bilgi gerekir. Peki, bilgi kaynağımıza nasıl güveneceğiz? Kafalarımız neden karışık ve bu kadar bilgiye rağmen, doğrulardan nasıl emin olamıyoruz? Neden herkes farklı fikirde? Hangi bilginin doğru olduğuna nasıl karar veriyoruz? Duyduklarımızdan bazıları doğru gelirken, bazılarının neden yanlış olduğunu düşünüyoruz? Ölçümüz ne ve hangi akıl filtrelerini kullanıyoruz? Nasıl ikna oluyoruz? Gerçek bilginin kaynağı ne olmalı? İsterseniz felsefenin bütün konularına girmeden, COVID-19 çerçevesinde anlatmaya başlayalım.
Hepimiz, insan olmanın gereği; yaşadığımız her “an”da bir anlam ararız. Anlamak ve anlamlandırmak bizi insan yapar.[1] Sebep sonuç ilişkisini kurmadan, olan biteni anlamlandıramayız. Korktuğumuz olaylarda ise daha hızlı bir anlam arayışı içine gireriz. Yaşadığımız salgında da ilk andan itibaren sabırsızca; nasıl, neden ve ne olacak soruların cevaplarını aradık. Zihnimiz ise belirsiz (anlamlandıramadığı) olaylardan hiç hoşlanmaz, kaygılı ve tedirgindir. Hızla bir anlam/sonuç arar. Kaygılı beyin, bulduğu ilk bilgi parçacıklarından hemen bir bütün inşa etmeye başlar. Bulmacanın parçalarının tam olmasına bile gerek yoktur. Zihin, olmayan parçaların yerini çoktan “sezgileriyle” doldurmuştur bile.[2]
Zihnimizde ilk oluşan bütün, bize o kadar gerçek gelir ki, başkaları için çok saçma olan fikirler bile, bizim için temelleri sağlam bir bütün halindedir artık. Her şey o kadar açıktır ki! Bu gerçeği neden başkalarının hala göremediğine şaşmaya başlarız. Kendi oluşturduğunuz bu fikri değiştirmek, hiç kolay değildir. Her gelen yeni bilgi, bizim için yanlış ve değerlendirmeye gerek olmayan saçmalıklardır. Ancak entelektüel beyinler; her gelen yeni bilgiyle bütünü yeniden ele alır, düzeltmeler yapar ve yeniden inşa ederler.
COVID-19 ile ilgili olarak oluşturduğumuz ilk fikir, en gerçek fikirmiş gibi gelmesi, son derece doğaldır. Ancak bu fikrimizin yanlışlanabilir olabileceğini düşünmek erdemdir. Eleştirel düşünmeyi beceremiyorsak, bu tür bir rasyonel tutum takınmak da pek mümkün görünmemektedir.
Eleştirel düşünebilmenin ilk yolu; akılcı ve tarafsız analiz gerektirir. Zihnimizin sunduğu fikir kırıntılarının yanlışlanabilirliğini denetlemek, farklı bilgi ve görüşlere açık olabilmektir.
Hangi Habere Güveniyoruz?
Deneyimlerimiz
Yeni bir olayı analiz ederken en önemli temel taşlarımız; kişiliğimiz, deneyimlerimiz ve ön yargılarımızdır.[3] Bizzat yaşadığımız tecrübeler, bize daha doğru ve daha yaygınmış gibi gelir. Eğer yaşadığınız apartmanda iki kişi hastalandıysa; bakanlığın açıkladığı rakamlar size çok düşük gelebilir. Zihin hemen bir hesaplama yapar. “Benim apartmanda iki kişi… Her apartmanda iki kişi olsa…” Artık açıklanan sayıların çok düşük olduğu fikri, sizin için “gerçek”tir.
Burada yapılması gereken şey; çıkardığınız bu sonucun ne kadar doğru olabileceğini test etmektir. Yukarıdaki örnek için söylemek gerekirse; farklı bölgelerde yaşayan tanıdıklarımı arayıp, onların da apartmanlarında COVID-19 hastası olup olmadığını öğrenmek ve belki de örneklemeyi çoğaltıp bir ortalama almak olabilir. Tek bir deneyimden, anlamlı bir bilgi/sonuç çıkmayacağını bilmeliyiz. Elbette bu tür konulara yönelik kapsamlı analizler, bu şekilde rastgele örnekler almanın çok daha ötesine geçmektedir; ancak yine de basit testlerle bile kendinizi ve önyargılarınızı sınamanız mümkün olabilir.
Güvendiğimiz Kişiler
Aynı inanç ve kültürü paylaşan gruplar birbirlerine, bu grubun dışındakilerden daha çok güvenirler. Güvendiğimiz kişilerin söyledikleri de daha inandırıcı ve gerçek gelir. Bu kişilerin yanılabileceğini pek düşünmeyiz. Hele bu kişi aile büyüğümüz, inanç liderimiz veya birçok konuda güvenimizi kazanmış biri ise, yanılması imkansızdır(!), öyle değil mi? Zihnimiz “O kişi ikna olmuşsa kesin bir nedeni vardır. Benim aynı nedenleri sorgulamama gerek yok.” diye düşünür.
COVID-19 salgını konusunda; babamızdan duyduğumuz bir haberin, tam tersini söyleyen doktorun yanıldığını düşünmek zihnimize daha kolay gelir. Doktorun kandırıldığını, ilaç şirketlerinin kuklası olduğunu, satıldığını düşünmek, babamızın yanıldığını düşünmekten daha az zedeleyicidir. Sırf bu nedenle bile uzman bir hekimin yazdığı ilaçları; komşusuna, arkadaşına, dini liderine danışarak kullananları (veya kullanmayanları) sıklıkla görmüşsünüzdür. Bu, büyük bir hatadır.
Arkadaşlarımız
Benzer zihin yapısına sahip kişilerden gelen haberler de daha doğruymuş gibi gelir. Arkadaşlarımız, mesaj gruplarımız, benzer görüşleri, zevkleri ve hobileri paylaştığımız sosyal medya grupları bizim zihin yapımıza yakın kişiler olduklarından, onlardan gelen haber ve bilgiler bize daha güvenilir ve doğru gelir. Ne de olsa birçok ortak yanımız var. Bu görüşümüz neden farklı olsun?
Yakın arkadaşlarımızı; kendi kişiliğimize yakın, zevk ve hobilerimizi paylaşabildiğimiz, benzer düşünsel yapılara sahip kişilerden seçeriz. Arkadaşlarımız; samimi, içten ve sıcaktır. Başımız sıkıştığında, ailemizden bile daha çabuk ulaşabileceklerine inandığımız, “Canım pahasına güvenirim.” dediğimiz kişilerden aldığımız COVID-19 haberleri neden yanlış olsun ki?
Çevre
Yaşadığımız çevredeki kişilerin düşünce ve davranışları, bizimde düşünce ve davranışlarımızı etkiler/değiştirir.[3] Bazen güven ortamını oluşturamadığınız ve ortak değerleri paylaşmadığımız bir ofis veya sınıf içerisinde bile, en çok rağbet gören haber ve görüşler bize daha doğruymuş gibi gelir. Bunu, bilinçli bir seçimle yapmayız. Bilinç dışı süreçler devrededir ve çoğunluğun görüşü daha doğruymuş gibi gelir. Bu zihin yanılsamasını kullanan birçok pazarlama yöntemi bile geliştirilmiştir.
Bulunduğumuz toplumda veya sosyal medyada sürekli önümüze çıkan bir COVID-19 haberi başlarda çok saçma gelse de bir süre sonra doğruymuş gibi gelmeye başlar. “Saç kurutma makinasını ağız ve burnunuza tutun.” diyen veya “Virüsü öldürmek için çamaşır suyu içilmesini” öneren, kelle paça ile, genlerle hastalığı bitirmeyi hedefleyen haberleri hatırlıyoruzdur. Onlarca kişi boğazını ve burnunu yaktıktan, yüzlerce kişi sırf bu nedenlerle hastanelik olduktan ve birçok bilim insanının uyarısından sonra uyanmadık mı? Yoksa hala inananlar var mı?
Bir haberin/bilginin yaygın olması doğru olduğu anlamına gelmez.
İnanmanın Dili Duygudur
Duygusal yakınlık kurduğumuz (aynı duyguları paylaştığınız) kişilerin söyledikleri, daha inandırıcı gelir.[3] İnsan, doğası gereği empati yapan bir canlıdır. Karşımızdaki kişinin duygu değişimleri bizim de duygularımızı etkiler.[2] Ağlayan bir kişinin karşısında gülümseyemeyiz. Biz de hüzünlenir ve duygusal bir bağ kurarız. Duygusal bağ kurduğumuz kişilerden gelen haberler bize daha inandırıcı ve gerçek gelir. Örneğin hayatlarını dilenerek geçiren insanlar, bilerek veya bilmeyerek bu yöntemi çok sık kullanırlar. Elinden tuttuğu çocuğun hasta olduğunu söyleyen, üzgün bir anneye “Dur bakayım çocuğunun gerçekten ateşi var mı?” demeyiz.
COVID-19 haberleri konusunda da durum farklı değildir. İnanmanın dili, duygudur. Veriler, olgular, teoriler ve mantık soğuk; duygular sıcaktır.
Liderler
Otorite saydığımız kişilerden (siyasi lider, dini lider, hocalarımız ve belki de patronumuzdan) gelen haberler, hiçbir şüpheye gerek olmayacak kadar gerçektir(!). Hatta haberin yanlış olduğunu ispatlamaya çalışan kişilere karşı öfke duyabiliriz. İnsanlar kendi görüşlerinin eleştirilmesine kısmen de olsa katlanabilirken, liderlerin görüşlerinin eleştirilmesi çoğunlukla bir tartışma nedenidir. ABD veya benzer bazı Avrupa liderlerinin COVID-19 konusunda ki yanlış tutumlarını hatırlarsınız. Ülkelerindeki korkunç vaka artışlarına rağmen, liderlerinin görüşünü ısrarla ve hararetle savunan, sokakları dolduran kalabalıkları, bilimsel verilere ikna etmek mümkün olmadı. bilim insanlarını yalancı, satılmış ve sermayenin dili olduklarına inanmak daha doğru geldi.
Yukarıda saydığımız kişi ve grupların hiçbirine uymadığınızı düşünüyorsanız, şimdi sıkı durun. Zihnimizin derinliklerine iniyoruz.
Dimyat’a Pirince Gitmek
İnsan zihni, açık ve net olmayan durumlarda risk almayı sevmez. Hayatta kalma dürtülerimiz, güvenli limanları tercih eder. Diğer bir tabirle; kazanma teklifini değerlendirirken, öncelikle, kaybetmek istemeyiz. Elimizdekileri, gaibe tercih ederiz. COVID-19 aşısı konusunda da durum pek farklı değildir: Aşı yapıldığında kazanımlarımızdan emin olamıyorsak eldeki sağlığımızı kaybetmek daha olası gelir. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” atasözünün tam yansıması da budur.
O yüzden aşının kazanımları çok açık anlatılmalıdır. Tabii ki buna rağmen ön yargıları ve kişiliğimizin prangalarını kırmak hiç kolay değil.
Pranga demişken; Kant’ın “dogmalar ve kurallar(gelenek) çocukluğumuzdan gelen prangalardır. Aydınlanma; çocukluktan kurtuluş demektir.” sözünü hatırlamakta fayda var.[4] İçimizdeki sürekli “hayır” diyen çocuğu susturup, aklın/bilimin vadisine çekmek hiç kolay değil.
Akıl mı dedik? Öyleyse bilginin asıl kaynağına nasıl ulaşabileceğimize bakalım.
Bilmenin Kaynağı
Bilimsel bilgi:
- Gözlemlenebilirdir; yani duyu organlarımızla izleyebiliriz.
- Ölçülebilirdir, yani sayılara döküp karşılaştırmalar yapabiliriz.
- Tekrarlanabilirdir, yani elde edilen sonuçlar yeterli bilgi ve ekipmana sahip herkes tarafından tekrarlandığında aynı sonuçları elde edebilirler.
- Ayrıca öznel ve soyut kavramların anlaşılması için, somut kavramlar kullanır.
- Öznel değildir; kişiden kişiye değişmez (kişiler bunu kabul etsin ya da etmesin).
Öte yandan sezgisel bilgi; geçmişte yaşanan deneyimler sonucu oluşturulmuş model ile yaşanan deneyimler arasındaki kıyaslama yoluyla sonuç çıkarma halidir. Otomatik ve bilinçaltında işleyen bir süreçtir. Belli bir alanda çok tecrübemiz varsa, beynin mevcut deneyimi kıyaslayacağı fazlaca bilgi depolanmıştır. Bu, sezgileri daha güvenilir kılar. Tıpkı yaratıcılık gibi, sezgileri de tecrübe ile geliştirmek mümkündür.[5]
Sezgisel bilgi ise:
- Özneldir
- Ölçülemez
- Kıyaslanamaz
- Tekrarlanamaz
- Soyuttur.
Hiçbir bilgi kaynağının diğerinden üstün olduğunu söylemek değil amacımız. Bilimsel bilgi her zaman doğru olmadığı gibi, sezgisel bilgi de her zaman yanlış demek değildir. Her ikisi de yanılabilir. Bilgiyi zamanla geçersizleştiren şey, yanlışlanabilmesidir. Daha az yanlışlanan bilgi, daha değerlidir. Ve bu tür bir yanlışlanabilirlik, bilimsel bilginin ortaya çıkışında çok daha merkezi bir role sahiptir.
Her iki tip bilgi kaynağının tanımları gereği; bilimsel bilginin gözlemlenebilmesi, tekrarlanabilmesi, öznel olmaması ve somut delillere dayanıyor olması gerekirken, sezgisel bilgi yoğun bir deneyim ve bilgi birikimine muhtaçtır. Yani bu konuda sezgisel bir sonuca varacak kişinin, konusunun uzmanı olması, sahasında belki on binlerce saat emek harcamış, çalışmış, yazılan çizilenleri okumuş, ürettikleriyle sahada kendine yer etmiş olması gerekmektedir. Aynı insan bir olay karşısında bazen bilimsel düşünürken bazen sezgisel davranabilir.
Ama iş, karşıdaki insanı ikna etmek olduğunda sezgisel bilginin değeri daha kişiseldir. Biz kendi içimizde ikna olsak bile, karşıdaki insanı ikna etmek için bilimsel bilgiye ihtiyacımız vardır. Siz istediğiniz kadar analitik çalışmalar sunun, istediğiniz kadar veri ve istatistik ile bir gerçeği ispatlayın, tek bir kişinin başından geçen bir yaşanmışlık öyküsünün kitleler üzerinde yarattığı etkiyi yaratamazsınız. Ne demiştik? Sayılar soğuktur, duygular ise sıcak…
Bizler günlük hayatta sezgilerimizle düşünür ve yaşarız; ancak olağanüstü bir olay olduğunda, bilinçli beynimiz devreye girer ve adeta “Dur bakalım ne oluyor!” der.
Virüsler, salgın ve sağlık konularında yeterli bilgileri olmayanlar (bilim insanları dışındakiler) hemen yukarıda saydığımız bilgi kaynaklarına yöneldiler ve sezgilerimize (kendimize özel deneyim, tecrübe ve ön yargılarımızla oluşturduğumuz dünyamıza) en yakın bilgi kaynakları bize daha doğru geldi. Hele bir de bilimselliğe karşı oluşturduğumuz bir ön yargımız varsa, bilim insanları ne derse desin hep şüpheli yaklaşır ve karşı görüşler daha sıcak gelir.
Sonuç
Konu, özellikle sağlığımız ve hatta kamu sağlığı ise; kriz anlarında tek güvenilir kaynağımız bilim ve alanında uzman bilim insanları olmalıdır. Başka kaynaklara yönelmek abesle iştigaldir; çünkü güvendiğimiz kişilerin objektif bilgilere sahip olma ihtimali, bilim insanlarının verilerinin güvenilir olma ihtimali yanında pratik olarak sıfırdır. Dolayısıyla duygularımızla alacağımız kararlar, belki belli başlı noktalarda bizi haklı çıkarabilir; ancak büyük resme odaklandığımızda, kitlesel bir felakete neden olabilir.
Elbette, kişilerin bilimsel veri akışına bir nebze şüpheci yaklaşması anlaşılırdır. Aşı karşıtlığının bir nedeni de; bilime (özellikle de tıp bilimine) karşı olan ön yargılarımızdır. Bunda, bilim insanlarının da katkısı vardır. Bilim, halkın gözünde, belli bir sınıfın uğraşısı olarak kaldığı ve her zaman bir üst perdeden konuştuğu sürece, bu ön yargılar kırılamayacaktır. Sadece üniversitelere hapsettiğimiz ve akademik kariyer dışında kimseye söz hakkı verilmeyen bu bilimsel platformda ürettiğimiz ne olursa olsun, halk arasında dirençle karşılanması son derece normaldir. Bu nedenle bilim anlatıcılarına büyük rol düşmektedir.
Dillere pelesenk olan “İşi, ehline (liyakat sahibine) verin.” cümlesinin erdemine inanıyorsak, COVID-19 ve aşı konusunda bu, ön yargı ve kişisel sezgilerimize güvenmenin ötesine geçerek, işin ehli olan, alanında saygınlığı olan, işini iyi yapmak konusunda belirgin bir geçmişi olan bilim insanlarına ve bilim anlatıcılarına güvenmektir.
- ^ N. G. Holm. (2004). Din Psikolojisine Giriş. ISBN: 9789755744094. Yayınevi: İnsan Yayınları. sf: 175. doi: 10.1017/S0034412500019806.
- ^ a b D. M. Eagleman. (2013). Incognito. ISBN: 9786054729074. Yayınevi: Domingo yayınevi. sf: 304.
- ^ a b c K. Hogan. (1996). The Psychology Of Persuasion. ISBN: 9781565541467. Yayınevi: Pelican publishing. sf: 286.
- ^ I. Kant. (2009). An Answers To The Question: What Is Enlightenment. ISBN: 9780141043883. Yayınevi: penguin. sf: 128.
- ^ V. V. Mulukom. Sezgilerimize Ne Kadar Güvenebiliriz?. (28 Mayıs 2018). Alındığı Tarih: 13 Aralık 2020. Alındığı Yer: BBC News / Türkçe | Arşiv Bağlantısı