Çekmediği belgesel “yüzünden” Gezi Davası kapsamında tutuklu bulunduğu Bakırköy Cezaevi’nden sorularımızı yanıtlayan Çiğdem Mater’e göre, yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların durması için ufukta pek bir neden görünmüyor.
İrfan Aktan
28 Mayıs 2013’te, İstanbul- Beyoğlu’nun müstesna yeşil alanı olan Gezi Parkı’na Topçu Kışlası dikmek ve burayı bir rant alanına çevirmek isteyen iktidara karşı ağaçları savunan bir avuç insana kısa süre içinde yüzlerce, binlerce, on binlerce ve giderek milyonlarca insan katıldı. Protestoların tüm ülkeye yayılıp günlerce devam etmesi karşısında iktidar bile “ilk üç günü” haklı bulmak zorunda kaldı; Tayyip Erdoğan sanatçılarla, sivil toplum örgütleriyle, sendikalarla görüştü ve nihayetinde Gezi Parkı “projesi” rafa kaldırıldı.
Fakat iş orada bitmedi. “Süreç olgunlaştıktan sonra” tüm Türkiye’nin dâhil olduğu bu protestolardan beş kişi günah keçisi seçilerek ağır cezalara çarptırıldı.
Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Can Atalay’la birlikte yargılandığı Gezi Davası kapsamında 25 Nisan 2022’den beri tutuklu bulunan ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılan film yapımcısı Çiğdem Mater’le avukatı aracılığıyla “içeriden” “dışarının” nasıl göründüğünü konuştuk…
Hapishane koşullarının ağırlığına, haksız hukuksuz bir biçimde içeride tutuluyor olmanın duygusu ve ülkedeki genel gidişatın karamsarlığı eklenince, sorması ayıp oluyor ama Nisan ayında ikinci yılını dolduracak mahpusluk karşısında nasılsın?
Memleket gibiyim. Sen bana sorularını depremin birinci yılında Pazarcık’tan yolladın. Ben yanıtlarımı düşünürken, İliç’te toprağın “deniz gibi” insanların üzerine “akmasını” izledim, sonra Marmara’da batan geminin mürettebatını merak ederek geçti saatlerim. Anlayacağın içeride ya da dışarıda, memleket gibi oluyor insan, tabii içerideki çaresizlik ve bir şey yapamama hissi çok daha baskın. Geçenlerde çok sevdiğim arkadaşım Ayşe, İngiltere’den bir arkadaşının “Türkiye sizin ailenizin bir ferdi gibi” dediğini yazmış. Haklı, hatta belki de bir uzvumuz gibi, içimizde, cebimizde falan taşıyoruz memleketi, hapiste de olsak, sürgünde de, evde de… O yüzden sabrın da sınansa, sıkça “yok artık” da desen, öfkeden delirsen de iyi durmaya gayret ediyorsun. Olabildiğince iyiyim diyeyim. 🙂
İnsan bir işyerinin asansöründe birkaç dakika kaldığında bile isyan ediyor. Hiçbir suç işlemeden yıllarca hapiste tutulmanın duygusuyla baş etmek, bununla yaşamak nasıl mümkün oluyor?
Sanırım Norveçli olmadığım ya da Norveç’te büyümediğim için baş edebiliyorum. Memleket gerçeklerinden gayet haberdar yetiştim, haliyle, bu olan bitenin bana has bir durum olmadığını biliyorum. Memleket tarihi bizim gibi örneklerle dolu, bir tek bize olmadı, herkese oldu ve herkese olabilir. Tarihi kendimizden başlatırsak, tahammülü zor olabilir ama tarih bizimle başlamıyor. Umarım bu hukuksuzluklar bizimle biter diyeceğim, çok naif olacak.
İNSAN GADDARLIKLA BAŞ ETMEYE ALIŞIYOR
Aralık 2023’te T24’ten Murat Sabuncu’ya verdiğin mülakatta “insan her şeye alışıyor” demişsin. Buna haksızlık, hukuksuzluk, gaddarlık da dahil mi?
Yok tabii, o kadar uzun boylu değil 🙂 Ama insan haksızlık, hukuksuzluk ve gaddarlıkla baş etmeye alışıyor. Herkesin deneyimi farklıdır tabii, benim baş etme yöntemim gülmek. Hannah Arendt “kahkaha atabilmeliyiz, çünkü bu bir özerklik biçimidir” diyor. Arendt’i dinliyorum, özerkliğimi kahkahayla koruyorum, işe yarıyor, tavsiye ederim.
Osman Kavala yaptığımız söyleşide “bu kadar gözü kara şekilde hukuktan kopma beklemiyordum” demişti. Sen de Murat Sabuncu’ya verdiğin söyleşide benzer bir şekilde “bu tuhaf ve saçma sürecin her aşamasında ‘bir noktada durum anlaşılacak’ diye düşündüm hep, büyük yanıldım” diyordun. Bu yanılgıya kaynaklık eden iyimserliğin neden besleniyordu?
Aslında hiç iyimser değilimdir, hatta karşımdakini sinir edecek kadar gerçekçiyimdir. Ama beş-altı yıldır yaşadıklarımız her aşamasında o kadar gerçeküstü ki, ben bile “yok artık, bir yerde durur” diye düşündüm. Durmadı. Bundan sonra da durması için ufukta pek bir şey göremiyorum açıkçası, hoş Türkiye için 24 saat bile uzun ama…
ORTADAKİ HUKUKSUZLUĞA BAKINCA ÇİĞDEM YERİNE AYŞE, FATMA, HERKES OLABİLİRDİ
Son dönemdeki bütün siyasi davalar, hükümetin o davada yargılananlarla bir tür hesaplaşması şeklinde ilerliyor. Gezi protestolarında çok öne çıkmış isimlerle hükümetin bu hesaplaşması elbette hukuki değil ama siyasi olarak bir şeyler ifade ediyor. Fakat yanlış hatırlamıyorsam, sen Gezi protestolarında gerçekten de fiilen öne çıkmış bir isim değildin. Bunu birçok yazı ve söyleşide ayrıntılarıyla anlattın. Seni neden bu hesaplaşmanın içine aldılar sence?
Bunun yanıtını bulduğum gün ereceğim. Sadece benim için değil, hepimiz için… Yargılamalar sırasındaki mahkeme beyanlarımdan birinde söylemiştim: Gezi’yi organize etmekle suçlanıyorum, haşa, estağfurullah! Bayburt hariç memleketin her yerinde, milyonlarca insanın sokağa döküldüğü protestoları bir avuç insanın organize ettiğini söylemek! Öncelikle, sokağa çıkmış milyonlarca insana ayıp, hadi mantıksızlığını geçelim. Ortadaki delilsizliğe, hukuksuzluğa, tuhaflığa bakınca, Çiğdem yerine Ayşe, Fatma ya da Mehmet olabilirdi, herkes olabilirdi.
Osman Kavala, Mine Özerden, Tayfun Kahraman, Can Atalay ve sen. Devasa bir protesto silsilesi karşısında yürütülen siyasi davada bu beş kişinin seçilmesini nasıl izah ediyorsun?
Gezi Davası kapsamında yargılanan, hüküm giyen, giymeyen herkesin belirli temsiliyetleri var, bu temsiliyetlerin hedef alındığını düşünmek herhalde çok da yanlış olmaz. Sivil toplum, meslek örgütleri, sanatçılar, kültür kurumları, hak savunucuları itiraz etme ve ses çıkarma ihtimali ve alanı olanlar.
Benim örneğimde misal, Gezi’deki çekilmemiş belgeselle Altın Portakal Film Festivali’nin iptal edilmesine kadar giden sansürün arasındaki mesafe aslında görüldüğünden daha kısa.
TÜRKİYE’NİN MERKEZİNİN KADIKÖY DEĞİL, YERKÖY OLDUĞUNU ANLAYACAK TOPLUMSAL MUHALEFETE İHTİYAÇ VAR
Gezi protestolarına Bayburt hariç tüm Türkiye dahil oldu ve sendikalar, konfederasyonlar, muhalif partiler de bu protestolara “öncülük” ettiler. Ama bu devasa protesto dalgasının tüm faturası olaylarla, organizasyonla neredeyse hiçbir ilgisi olmayan sen dahil, beş kişiye kesildi. Gezi’ye öncülük ettiğini söyleyen, bu süreci sahiplenen kitle örgütlerinin, siyasi partilerin veya Gezi protestolarına katılan toplumsal-siyasi kesimlerin sizin haklarınız için yeterli mücadele yürüttüğünü, dayanışma gösterdiğini düşünüyor musunuz?
Kişisel çabalara hiç haksızlık etmek istemem, tutuklandığımızdan beri tanıdık, tanımadık, vekiller, avukatlar, hiç yalnız bırakılmadık. Ama genel fotoğrafa baktığımda, bütün bu toplumsal muhalefetin kendi etkinlik, görev alanlarında bile ne kadar sıkışıp kaldığını, ne kadar etkisiz olduğunu görüyorum, sıranın Gezi Davası’na gelmesini beklemek haksızlık olur. Yankı odalarının ne kadar yanıltıcı olduğunu, sosyal medyanın nasıl sadece “görmek istediğimizi” gösterdiğini, uzak değil, 14 Mayıs’ta gördük. Tvit atmakla, slogan paylaşmakla, hemen hemen aynı fikirde olduğun insanların yorumlarını okuyup kendine bir “Harikalar Dünyası” kurmakla olmuyor, keşke olsaydı. Türkiye’nin merkezinin İstanbul Kadıköy değil, Yozgat Yerköy olduğunu anlayacak toplumsal muhalefete, yeni bir dile ihtiyaç var bence. Yoksa, zaten ilk değiliz de, son olmayacağız, korkum o…
BELKİ DE İNSANLAR UNUTUNCA HAYAT DAHA KOLAY, DAHA KONFORLU OLUYOR
Annen Nadire Mater seni ziyarete gelirken bindikleri taksinin şoförünün “hangi dava?” sorusuna “Gezi davası” deyince “Ne Gezi’si? Gezi mi kaldı” yanıtını aldıklarını aktarmıştı. Bu “kayıtsız” tepkinin toplumun Gezi’ye bakışını da özetlediğini düşünüyor musun?
“Gezi mi kaldı?” Valla neyse ki, park olarak kaldı, orada, yerinde duruyor. Taksici en azından “Gezi mi kaldı?” demiş, demek yaşı müsait. Bakırköy Kadın Cezaevi nüfusu epeyce genç; “neden buradasın” maltanın mutat sorularından. Yaşı henüz yirmilerindeki genç kadınların Gezi’yi “bilme” oranlarının çok düşük olduğunu söyleyebilirim. Cümle genelde “Taksim’de işte bir park var, adı Gezi, ağaçlar…” diye devam ediyor. Tabii toplumsal balık hafızamız da, diğer her şey gibi, Gezi Davası’na özgü değil. Belki de bu memlekette hayatta kalabilmenin yolu unutmak, belki de insanlar unutunca hayat daha kolay, daha konforlu oluyor. Hafızanın aktarılmaması da bir başka mesele tabii. Gezi 2013, on yılı geçti, kuşak geçti. Bu on yılda neleri, neleri unuttuk…
CAN ATALAY YENİDEN VEKİL DE OLUR, YEMİNİNİ DE EDER; MESELE O DEĞİL
AYM’nin tahliyeye yönelik kararı Yargıtay tarafından engellenen TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliği 30 Ocak günü TBMM’de düşürüldü. AKP-MHP’nin yargı krizi, hatta AYM’nin etkisiz kılınması pahasına Can Atalay karşıtı tutumu nasıl değerlendiriyorsun?
Yine aynı şeyi söyleyeceğim, bütün bunlar da ilk kez olmuyor 🙂 Leyla Zana’lar Meclis’ten karga tulumba alındığında çok gençtim daha, zorla arabaya bindirilen Orhan Doğan’ın o dimdik duruşu, o bakışı hâlâ gözümün önünde. Meclis’te Merve Kavakçı’ya reva görülen o feci muameleyi unutmadım. Zana’lar on küsur yıl sonra hapisten çıktıklarında gazetecilik yapıyordum, Diyarbakır’dan başlayıp günlerce süren o muhteşem karşılamaya tanıklık ettim. Zana’nın tekrar yemin ettiğini de gördüm Meclis’te. Merve Kavakçı da şu anda yanlış bilmiyorsam, büyükelçi, en azından yakın zamana kadar öyleydi. Türkiye böyle bir yer çünkü. Can yeniden vekil de olur, yeminini de eder; mesele o değil. Ben bütün bu olan bitende, başörtüsü mücadelesini son derece haklı olarak AİHM’e götürüp hukuk mücadelesinden geri adım atmayan Leyla Şahin’in AK Parti Grup Başkanvekili olarak bütün bu hukuksuzluğun arkasında durabilmesine şaşırıyorum. “411 El Kaosa Kalktı” manşetleriyle ve dönemin kararlarıyla haklı olarak mücadele eden AK Parti’li hukukçuların ses çıkarmamasına şaşırıyorum. Devlet namına yapılan, hukuk fakültesi birinci sınıf sınavlarından kalacak düzeydeki “hukuki” yorumlara şaşırıyorum.
MEMLEKETİN DÖRT BİR YANINDA İNSANLAR ELLERİNDE ANAYASA KİTAPÇIKLARIYLA DOLAŞIYOR, MADDELERİ EZBERDEN SÖYLÜYOR
AYM’nin Can Atalay kararı iki defa Ağır Ceza Mahkemesi ve ardından Yargıtay tarafından uygulanmadığı gibi, Yargıtay, AYM hakkında siyasi vurgularla dolu sert açıklamalar yaptı, hatta suç duyurusunda bulundu. Neticede Atalay’ın milletvekilliği düşürüldü. Aynı davadan ceza aldığın Atalay’a yapılanlar sende nasıl bir his uyandırıyor? Öfke mi, umutsuzluk mu, karamsarlık mı?
Bütün bunların hukuki ve siyasi okuması ayrı tabii ama her şeyden önce Can, aynı davadan yargılanmamızdan bağımsız benim arkadaşım. O yüzden, kişisel bir yerden, haliyle, çok canım sıkkın. Öte yandan memleket açısından durum feci tabii. Bugün 153. Maddeyi “yorumlarsan” yarın 5’i, 8’i, 10’u… 1982 Anayasası’nı övecek halim yok tabii ama halihazırda uyulması gereken anayasa bu. Olan biten herhalde sade bana, biraz saçma gelmiyordur, inşallah yani. Memleketin dört bir yanında insanlar ellerinde minik, kırmızı anayasa kitapçıklarıyla dolaşıyor, maddeleri ezberden söylüyor. Herhalde normal ülkelerde, normal vatandaşlar anayasayı böyle madde numaralı falan, ezberden bilmiyordur, değil mi? Yani neden bilsinler?
AYM’NİN HAKKIMIZDA VERECEĞİ OLASI BİR İHLAL KARARININ UYGULANACAĞINI DÜŞÜNMEM İÇİN BİR SEBEP YOK AMA BURASI TÜRKİYE
Şu anda Can Atalay’dan ayrı olarak senin, Osman Kavala, Mine Özerden ve Tayfun Kahraman’ın da AYM başvurularının sonuçlanması bekleniyor. AYM’nin bir hak ihlali vermesi durumunda yerel mahkeme ve Yargıtay’ın Can Atalay kararında gösterdiğinden farklı bir tutum almasını bekliyor musun?
Memlekette süregiden binbir davada olduğu gibi, Gezi Davası da uygulanmayacak kararlar manasında epey sabıkalı. Bizim dosyada –şimdilik, uygulanmayan iki AİHM, iki de AYM kararı ayrıca bir de beraat var. Bu fotoğrafa bakınca, AYM’nin hakkımızda vereceği olası bir ihlal kararının uygulanacağını düşünmem için bir sebep yok ama burası Türkiye. Ne olsa şaşırmam. Bazen hiçbir şey olmasa bile, bir şeyler oluyor.
Davada Gezi protestolarının belgeselini çekmeyi düşünmekle yargılanıyorsun. Gezi’yle ilgili binlerce haber, program, etkinlik, anma yapıldı. Sence yargılamayı yapanlar açısından bunlara bir de film eklenmesi hükümet için nasıl bir tehdit oluşturuyor.
Öncelikle şunu söyleyeyim, bizi yargılayan herkes, birinci derece mahkemeden istinafa, Yargıtay’a tüm hakimler (dosyayı okudularsa) suçsuz olduğumuzu bizim kadar iyi biliyorlar, hatta hukukçu oldukları için bizden de iyi biliyorlar. Benim belgesel özelinde, anladık ki, bir belgeseli “düşünmek” bile, hükümet için cezası 18 yıl olan bir “tehdit”miş. Sevgili avukatım Hürrem Sönmez mahkemede savcıya sormuştu: “Belgesel çekilmiş olsaydı, kaç yıl isteyecektiniz?” diye.
ASTROLOGLAR GELECEK GÜNLERDEN UMUTLU, BEN DEĞİLİM
Geçen ay BirGün’e yazdığın yazıda “astrologlara sordum” demiştin. Astrologlar ne diyor?
Astrologlar gelecek günlerden umutlu, ben değilim 🙂 Belki bu sefer yıldızlar haklıdır, kim bilir 🙂
Yine Murat Sabuncu’ya “normalimi özledim” diyorsun. Normalden kastın ne?
Sıradan, gündelik yaşamım. Koltukta oturmayı mesela, yürüyerek ofisime gitmeyi, giderken yolda milyon tane iş halletmeyi, İstiklal’de bir tanıdıkla karşılaşıp bir kahveye çökmeyi (-hoş, kahve bile çok pahalıymış di mi? :)) ailemle, arkadaşlarımla kalabalık sofralarda ağız dolusu gülmeyi, ağız dolusu öfkelenmeyi, okuyacağım kitapları kitapçıda kendim seçmeyi, vizyona girecek bir film için heyecanlanmayı, muhtemelen çekemeyeceğin bin ayrı film fikri için deli gibi çalışıp sonra pes etmeyi, arada birini çekebilirsek çok sevinmeyi, Candy Crush oynamayı, işten kaytarmak için türlü numaralar icat etmeyi, sıradan, gündelik şeyleri işte 🙂
PARANIZ YOKSA, CEZAEVİLERİNDE TEMEL İHTİYAÇLARINIZI KARŞILAMANIZ İMKANSIZ; MESELA İÇME SUYU…
Hapishane koşulların, yeme- içme, ısınma, sağlığa erişme koşulların nasıl?
Cezaevlerine dair gerçeklerle büyüdüğüm için farkında olmadığım bir şey değildi hapishane, ama tabii ki girince, durum bambaşka, farkındalık tavan 🙂 Dilimize yerleşti, “Silivri soğuk”. Evet, Silivri soğuk ama Bakırköy de soğuk, muhtemelen Kandıra, Tekirdağ, Sincan, bütün cezaevleri soğuk 🙂 Yemek konusunda, imkanlar dahilinde gayretli bir mutfak ekibi var ama hapishaneler de enflasyondan azade değil. Paranız yoksa cezaevlerinde temel ihtiyaçlarınızı karşılamanız imkansız, mesela içme suyu… Kadın hapishanelerinde durumun erkeklere nazaran daha zor olduğunu tahmin edersiniz. Sağlığa erişim tüm cezaevlerinde olduğu gibi Bakırköy’de de sorun. Burası bin küsur kadının yaşadığı bir küçük kasaba ama olanaklar bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde değil.
CEZA TEVKİF EVLERİ GENEL MÜDÜRÜ MUTLAKA HAPİSTE YATMIŞ BİRİ OLMALI
Hapisteki zamanı nasıl kullanıyorsun?
Okuyarak, yazarak ve her akşam bir dizi izleyerek, çünkü yani, başka ne yapayım? 🙂 Anaakım dizilere minnettarım. Her akşam üç saat! Daha iyi bir vakit geçirme yöntemi bilmiyorum. Aydınlatma koşulları hava karardıktan sonra okuyup yazmaya uygun değil, neyse ki her akşam 20.00’de bir dizim mutlaka var!
Türkiye’de mevcut sistem içinde sadece bir şeyi düzeltme hakkın olsaydı, önceliği neye verirdin?
İnsan girdiği kabın şeklini alıyor, ne kadar küçük olursa olsun, evreni orası oluyor. O yüzden ben hakkımı cezaevlerini düzeltmekten yana kullanayım 🙂 Bence mesela, Ceza Tevkif Evleri Genel Müdürü mutlaka ama mutlaka hapiste yatmış birisi olmalı, bu deneyimi yaşamamış birisi asla cezaevlerinden sorumlu olmamalı, olmaz çünkü, o deneyim şart.