Cezâsızlık, bir devletin daha doğrusu devlet olma iddiâsındaki herhangi bir örgütlenmenin başına gelebilecek en büyük belâlardan biri, belki de birincisi. Cezâsızlık, en büyük adâletsizlik olarak devleti yok etmekte, onu bir “çete”ye dönüştürmekte.
Levent Köker
Türkçe’ye “cezâsızlık” diye tercüme edilen “impunity”, nereden bakarsak bakalım, tam bir belâ. Pek çok yeni Türkçe kelime gibi biraz kulakları tırmalasa da, olgunun yaygınlığına koşut bir biçimde o kadar sık kullanılıyor ki, artık yerleşmiş bir tâbir olduğunu söyleyebiliriz. Ne anlatıyor bu kelime? Her şeyden önce, bir hak ihlâlinin fâillerinin bulunmamasını, yakalanmamasını, yargılanmamasını veyâ cezâlandırılmamasını ifâde ediyor. Burada öncelikle “hak ihlâli” kavramı önemli. Hak ihlâli denildiğinde, öncelikle hukuk düzeninin kişilere tanımış olduğu hakların çiğnenmesini kasdediyoruz ama, bu “cezâsızlık” teriminin ne anlattığını açıklamak için sâdece bir başlangıç. Hak ihlâlinin öznesi ya devlet, yâni kamu gücü veyâ devletin dışında, başka herhangi bir kişi de olabilir. Cezâsızlık terimi, devlet tarafından işlenen hak ihlâllerini işâret ediyor. Daha somut olarak söylemek gerekirse, devlet adına hareket eden, kamu gücü kullanan kişilerin fâili oldukları hak ihlâllerini işâret ediyor.
CEZASIZLIĞIN UNSURLARI
Devlet adına hareket eden kişilerin resmî sıfatları olabilir de, olmayabilir de, bu belirleyici değil. Biliyoruz ki devlet içindeki bâzı kurumlar veyâ devletin bâzı organları, kendi takdirlerine göre, resmî sıfatı olmayan kişileri de, hak ihlâline yol açan faaliyetlerde -bunlara çoğu kez “operasyon” deniyor, biliyorsunuz- kullanabiliyorlar. İşte, bu kişilerin hak ihlâli sonucu doğuran fiilleri, tipik hukuka aykırı yâni “suç” niteliği taşıyan fiiler olduklarından, o kişilerin bulunmaları, yargılanmaları ve cezâlandırılmaları gerekiyor. Bu yapılmıyorsa, ortaya çıkan durum “cezâsızlık”.
Cezâsızlığın bir de “mağdur” açısından bakıldığında netleşen bir içeriği var. Mağdur, yâni hak ihlâline mârûz kalmış olan kişi, devletin bir hak ihlâline neden olduğunu kabûl etmesini, bunu inkâr etmemesini, bu hak ihlâlinin kim tarafından, neden, nasıl gerçekleştiği ile ilgili hakikâti tüm açıklığıyla ortaya konulmasını, bu ihlâlin yol açtığı zararlarının tazmin edilmesini ve en az bunlar kadar önemli olarak ihlâlin bir daha tekrarlanmayacağına dâir bir güvence beklemekte. İşte cezâsılık, mağdur açısından, bu beklentilerin gereği gibi karşılanmamasını da anlatıyor.
Bu kapsayıcı tanımlama açısından baktığımızda, cezâsızlık, bir devletin daha doğrusu devlet olma iddiâsındaki herhangi bir örgütlenmenin başına gelebilecek en büyük belâlardan biri, belki de birincisi. Çünkü, târihin en eski dönemlerinden beri devletin ne olup ne olmadığı ile ilgili olarak ortaya atılmış bütün görüşleri taradığımızda, en net olarak görünen şudur ki, eğer adâlet yoksa, devlet de yoktur. Hıristiyanlığın kurucu düşünürlerinden Augustinus, adâletin yokluğu hâlinde devletlerin basit haydut çetelerinden farklı olmadıklarını yazalı binbeşyüz yıldan fazla bir zaman geçmiş. Kezâ, belki daha da eskilere, Aristoteles’e, oradan uzak Asya’ya ve tekrar Akdeniz’e doğru bir yolculuk geçirmiş olan “dâire-i adâlet” öğretisine kadar, devlet-adâlet bağlantısının ne denli muhkem olduğunu gözlemlemekteyiz. Cezâsızlık, bu açıdan en büyük adâletsizlik olarak devleti yok etmekte, onu bir “çete”ye dönüştürmektedir. (Hatırlamamak ne mümkün: Merhum Çetin Altan, 1990’ların karanlık günlerinde, “devlet, çete olmaktan vaz geçsin, hukuka otursun” me’âlinde bir değerlendirme yaptığı için yargılanmış neyse ki beraat etmişti!)
MODERN DEVLET VE CEZASIZLIK
Çağımızda devlet dediğimizde aslında “modern devlet” kastediliyor. Modern devlet ise, çok değişik tanımlar yapılabileceği açık olmakla birlikte, herhâlde bir “tüzel kişilik”ten söz ettiğimizi de biliyoruz. Bir diğer ifâdeyle devlet, hukuk düzeni tarafından kendisine bir kişilik tanınmış olan bir varlık. Bu yönüyle “modern devlet”, evvelemirde bir anayasası olan bir teşkilatlanma. Nasıl ki devletin içindeki diğer tüzel kişilere varlık kazandıran, örneğin “dernek tüzüğü”, “vakıf senedi”, “şirket ana sözleşmesi” gibi temel hukukî metinleri var, devletlerin de hemen hemen aynı işlevi gören, onların kişiliğini (adını, bayrağını, başkentini, dilini, organlarını vb.) içeren anayasaları mevcut. (İstisnâlar kuşkusuz var ama, onların değerlendirilmesi bir başka konudur.)
Modern devletin bu niteliği, devlet-adâlet bağlantısını, boyut bir adâlet kavramından uzaklaşarak, somut bir biçimde devletin anayasa ile olan ilişkisine odaklanarak tartışmamızı mümkün kılıyor. Önemli bir imkân, kanımca. Yâni, bir devletin âdil olup olmadığını araştırdığımızda bakacağımız somut bir yer var: Devlet, kendi anayasasına uygun olarak hareket ediyor mu etmiyor mu?
Sorunun üç teorik cevâbı var. Birincisi, devlet anayasasına, yâni hukuka uygun hareket ediyor; ikincisi hayır, etmiyor, anayasa sâdece kâğıt üzerinde kalıyor; üçüncüsü ise bâzen anayasasına uygun hareket ediyor, bâzen de etmiyor. Birinci cevap geçerliyse, ortada “tüm eylem ve işlemleri hukuka uygun olan bir devlet”, yâni “hukuk devleti”, ikinci durumda tam hukuksuzluk, yâni “zulüm” veyâ “tiranlık”, üçüncü durumda ise “iki yüzlülük” söz konusu.
Modern devletin bu üç tipten birine dönüşebileceğini, modern devletin târihinden biliyoruz. Bu imkânı modern devlete tanıyan temel nitelik ise, “egemenlik” kavramıyla belirleniyor. Devlet, en üstün, sınırsız ve mutlak, âdetâ bir “yeryüzü Tanrısı” gibi olma niteliğini bu “egemenlik” sâyesinde kazanıyor. Bu yönüyle modern devletin gücü, kudreti önünde etkili herhangi bir sınırlama söz konusu olamayacaktır. Ancak, “mutlak monarşi”nin yerini “ulus veyâ halk” egemenliğine bıraktığı dönemden sonraki süreçte, modern -anayasal- devletin aynı zamanda temsil ve kuvvetler ayrılığı kurumlarıyla gücünün bölündüğü ve sınırlandırıldığı bir varlık hâline geldiği de açıktır.
Hukuk devleti, bu gelişmenin en saf ve en “iyi” hâlini ifâde ediyorsa, temsil ve kuvvetler ayrılığının sözde kaldığı, bu kurumların temelinde yatan hak ve özgürlüklerin etkisizleştiği, egemenliğin “ulus adına sınırsız yetki kullanma” anlamında bir organa âitmiş gibi algılandığı “tiranlık” durumunda ise, “totaliterlik”, ya da Hannah Arendt’in tâbiriyle “mutlak kötülük” söz konusudur. “İki yüzlülük”, bu mutlak kötülüğe göre daha iyi gibi görünse de, aslında zorbalığı gizlemeye elverişli doğası ve dolayısıyla “kötülüğün sürdürülebilirliği”ni sağlaması nedeniyle, totaliterlik kadar kötüdür.
DÜNYA VE TÜRKİYE
Burnumuzun dibinde, gözlerimizin önünde, Gazze’de bir soykırım yaşanıyor. Biraz nüanslı söylersek, “soykırım niteliğinde bir şiddet”e tanıklık ediyoruz. 21. yüzyılın bu ilk çeyreğine yakışmayan bir acı deneyim. Yakışmıyor terimini kullandım, çünkü ilerlemeye, her şeye rağmen ve düz pozitivist tanım ve bağlamından farklı bir içerikle hâlâ bir inancım var. İlerleme, geçmişten ders alınmadan olmaz ve Gazze, maalesef yukarıda Arendt’e atfen “totaliterizm” diye geçtiğim “faşizm”den ders alınmadığını gösteriyor. O kadar alınmamış ki, Gazze ile Nazi dönemi arasında benzerlik kuran Masha Gessen gibi, Judith Butler gibi entelektüellerin, çağımızın bu faşizmine karşı ses yükselten İsrâilli veyâ değil, Yahudi veyâ Müslüman, yâhût Hıristiyan ya da deist, belki de ate ya da agnostik, her kumaştan insanın “anti-semitizm” ırkçılığı ile suçlandığı bir ortam yaratmakta, Batı dünyâsının egemenleri. Ama, halklar nezdinde güçlü bir direnç var. Buna rağmen, Filistin halklarının özgürlük mücâdelesine gösterilen bu soykırımcı İsrâil tepkisinin içinde işlenen suçlar, büyük ihtimâlle, yukarıdaki tanım içinde düşündüğünüzde, “cezâsız” kalacak, en azından Filistinli mağdurlar açısından böyle olacağı kesin.
Dünyâ böyle de, memleket nasıl? Cezâsızlık bakımından, bir bakıma değişen çok az şey var. Müesses nizâmın beylik ağızları, “Türkiye bir hukuk devletidir”, “kanun karşısında herkes eşittir” filân dese de, devletimiz Cumhuriyet öncesinden devraldığı mîrasına bağlı kalarak, cezâsızlık siyâsetini uygulamaya tam gaz devâm ediyor. Tonlarca örnek var, hangi birini sayalım, hangi birini hatırlatalım. Hepsine ne yer yeter, ne yürek dayanır. Birkaç terimle durumun vahâmetini duyumsatmak mümkün olabilir.
Yakın târihte, Cumhurbaşkanlığı da yapmış bir merhum Başbakan, “bana milliyetçiler cinâyet işliyor dedirtemezsiniz” demişti, galibâ “hiç tetik çeken el ile tesbih çeken el bir olur mu!” diye bir vecîze de yumurtalımştı aynı bağlamda. Kimilerine göre bu muhteremin siyâsete paraşütle indirdiği bir başbakan hanım, “Devlet için kurşunu atan da, kurşunu yiyen de bizim için şereflidir!” demiş, cezâsızlığın bence temel şi’ârını belirlemişti. Bu ikisinden önce, biliyorsunuz, 6-7 Eylül pogromuna yol açan Selânik’teki Atatürk evinin bombalanması olayının bir “özel harp işi” olduğu, hattâ “muhteşem bir örgütlenme” olarak nitelendiğini biliyoruz, şimdi hayatta olmayan bir eski general tarafından.
Fâili meçhulleri, asit kuyularını, son dönemin cezâsızlık örneklerinin içinde öne çıkan Diyarbakır Barosu Başkanı Avukat Tâhir Elçi’nin katledilmesini, tamamı insanlığa karşı suç olan “zorla kaybettirme” mağdurlarını ve onların âilelerini, yakınlarını, sâdece AİHM’in değil, AYM’nin de hukuksuzca özgürlüklerinden mahrum edilmiş olduklarını tesbit ettiği Demirtaş’ı, Kavala’yı, Atalay’ı, “terörle mücâdele” adı altında işlenen suçları protesto ettikleri için mağdur edilen ve hakları hâlâ teslim edilmemek için bin dereden su getirilen “Barış İçin Akademisyenler”i de anmayalım mı?
BELÂ’DAN KURTULMAK
Dünyâda da Türkiye’de de bir “cezâsızlık belâsı” başımıza tebelleş olmuş. Bundan kurtulmanın yolu, modern devletin doğasında vâr olan hukuk-hukuk dışılık ikiliğini yok edecek bir paradigmatik dönüşümü gerçekleştirmektir. İkiliğin dayandığı paradigma, Agamben’in teşhis ettiği üzere, istisnâî olarak sunulan hukuk dışılığın kural, ya da normal durum hâline gelmesini sağlamaktadır. Kanımca bu paradigmanın diğer adı “ulus-devlet”tir, devletin “ulus” tanımı içinde yer almayan “insanlar”ın, hak sâhibi varlıklar olarak görülmemesine bağlı bir “cezâsızlık” siyâseti normalleştirilmektedir. İsrâil nasıl ki Gazze’deki Filistinlileri insan saymıyorsa, başka ulus-devlet bünyesinde de ve bu arada Türkiye’de de, tam anlamıyla hak öznesi olarak kabûl görmeyen bireyler ve gruplar bulunmaktadır. Cezâsızlık, ulus-devlet paradigmasının istisnâ ettiği bu birey ve gruplara karşı her türlü hukuk dışılığın geçerli olduğu anlayışından kaynaklanmaktadır. Belâdan kurtulmak, bu kaynaktan kurtulmayı gerektirmektedir.
* Türkiye Barolar Birliği, 12-13 Aralık’ta bir “Cezâsızlık Sempozyumu” düzenledi. Bu sempozyumdaki bütün sunumlardan çok şey öğrendim, çok yararlandım, şükran borçluyum.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.