“Güneş dürülüp top biçimine getirildiğinde, güneş köreltilerek defteri dürüldüğünde, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, gebe develer salıverildiğinde, yağmur bulutları yağmurlarını kestiğinde, avcılar ile avları birbirine sığındığında, denizler fokur fokur kaynatıldığında, insanlar yaptıklarıyla yüzleştiğinde, herkes eylemlerine göre sınıflara ayrıldığında, dipdiri gömülen kızların hangi suçlarından dolayı gömüldüklerinin hesabı sorduğunda, tüm eylemler bir bir ortaya dökülerek hesap sorulduğunda, gökyüzü bir derinin gövdeden soyulması gibi soyulduğunda, cehennem tutuşturulup kışkırtıldığında ve cennet göz önüne getirilerek yakınlaştırıldığında herkes kendi gerçekliği ile yüzleşecektir.”[1] ayetleri hayatın dramatik dönüşümüne işaret ediyor. İnsanların tüm varlıklarını kaybedeceği bir ortamın bütün dehşetiyle etrafı saracağı ve insanların bu ortamda o güne kadar yapmış oldukları eylemlerine göre gruplaşacağı belirtiliyor. Özellikle yapılmış olan tüm kahredici azap ve eşitsizliklerin hesabının sorulacağı; siyasal, ekonomik, hukuksal ve toplumsal tüm yaşam alanlarının yerle bir olacağı bir ortamın yakıcılığı cehennem olarak adlandırılıyor. Ancak bu durumlar kimileri için can yakıcı, pişmanlık sergileyici sonuçlar doğursa da hesap soran ve yeryüzünü felakete sürükleyen kimselerin tersine iş ve eylem sergileyenler bu kaos ortamından umut ve sevinç bahçeleri[2] kurmayı başaracaklar.
Ayetlerin lafzından maksadına doğru gittiğimizde hayatın yaşanmaz hal alacağı, yıldızlaşanların gözden düşeceği, insanların emeklerinden çalınarak oluşturulmuş olan dağ gibi birikimlerin yerle bir olacağı, nimet ve imkanların ezilenler ile alt sınıfların ellerine geçeceği, yeryüzünde hayatın durma noktasına geleceği; sömürenler ile sömürülenlerin şaşkınlık, korku ve endişe ortamında hayatta kalabilmek için birbirine dayanma ihtiyacı duyacağı; duygusal tepkilerin tavan yapacağı, herkesin yaptıklarıyla yüzleşeceği, herkesin geçmişteki taraftarlıkları ve durdukları yerler üzerinden gruplara ayrılacağı, bedensel ve ruhsal varlığı sosyo-ekonomik kabul ve getiriler için ya ölüm ya fuhuş seçenekleri arasında bırakılan kızları bu duruma düşüren sistem ile bu sistemden beslenenlere hesabının sorulacağı, hiç kimsenin hesap vermekten kaçamayacağı; yeni bir siyasi, ekonomik, hukuki ve toplumsal düzeninin ortaya konulacağı; ortamın psikolojik, ekonomik, toplumsal, siyasal ve hukuksal açılardan çok zorlayıcı ve can yakıcı bir durumda olacağı; tüm kaosa rağmen eşitlikçi, adaletçi, özgürlükçü ve barışçı bir devrimin yükselişe geçeceği; herkesin vicdanını susturarak kaçtıklarından kurtulamayarak kendisiyle yüzleşeceği bir zaman diliminden bahsedildiğini okuruz.
Yeniden varoluş diye adlandırılan insanlığın kendine yakışır değerlerini tekrar üretmesi öncelikle büyük bir çöküş ve çözülüş ile olacaktır. Zira dayatma ve karartma üzerine bina edilmiş olan kurulu düzenler yıkılmadıkça eşitlik, adalet, sevgi, kardeşlik ve özgürlük temellerinde inşa edilen barış yurdu[3] gelmeyecektir.
“Büyük olay patlak verdiği zaman onu kimse görmezden gelemez. Bu olay kimini yüceltirken kimini alçaltır. Yeryüzü toplumsal anlamda şiddetli bir sarsıntı geçirdiğinde; birikim, sermaye, konfor, kariyer tepeleri ezilen ve sömürülenler tarafından yerle bir edildiğinde,[4] sizler üç sınıfa ayrılırsınız: Birincisi iyilikle dolu bir yaşam süren kesimdir ki onlar onurlu, şerefli ve sözünün eri kimselerdir.[5] İkincisi kötülük dolu bir yaşam sürenlerdir ki onlar toplumdaki artırma ve çoğaltmayı[6] engelleyen ve işlerin yolunda gitmesine taş koyan[7] kimselerdir.[8] Üçüncüsü önde gidenlerin öncüleri olup koşuda arayı açanlardır.[9] İşte topluma yakınlık ve uzaklık durumları bunlardan ibarettir. Öndekilerin öncüleri sevgi, özgürlük, adalet ve eşitlik bahçesinin nimetlerine kavuşacaklar. Bu öncülerin çoğu geçmişten olduğu gibi az bir kısmı da yaşadığınız dönemdendir. Onlar emekleriyle ortaya koydukları, tırnaklarıyla kazarak ulaştıkları oymalı, işlemeli ve süslü olan huzur tahtlarında karşılıklı oturacaklar. Otururken sadece yaşanabilen fakat anlatılamayan bir mutluluk içinde olacaklar. Sonu gelmez bir dirilik ve canlılık içinde olacaklar. Kirletilmemiş kaynak suyundan üretilmiş içeceklerini en az içecekler kadar temiz ve tarifsiz bardaklarda yudumlayacaklar. Orada içtiklerinden dolayı başları ağrımayacak, sarhoş olmayacaklar. Beğendikleri her türlü meyveyi yiyebilecekleri gibi canları çeken her kuşun etini yiyecekler. Orada inci değerindeki göz aydınlığı[10] olan dostları[11] yanlarında olacak. Tüm bunlar onların eylemlerinin karşılığıdır. Orada boş söz ve yasakları çiğneyen laflar duymayacaklar, kimsenin kınayacağı bir durumla karşılaşmayacaklar. Orada sadece ‘barış, barış’ sözlerini[12] duyacaklar.”[13] ayetleri tepelerin toz duman olması benzetmesiyle toplumda tepe oluşturan ribâcı ekonomik kesimin yerle bir edileceği, kurulu düzenlerin derin ve yıkıcı bir sarsıntıyla sarsılacağı ortamı cehennem olarak vurguluyor ve cehennemin ardından kurulan düzenin cennet olacağını belirtiyor. Cehennem ortamında bir kötüye karşılık iki iyi grubu dillendiriliyor. Kötülüğe karışmayan iyilerin değerli ve şerefli kabul edilmesi yanında iyilikte öncülük yapan, iyiliğin yayılmasında aktivistlik yapanlar daha da kıymetlendiriliyor. Böylece pasif iyiler değil aktif iyiler öne çıkarılıyor. İyilik öncülerinin cehennemin ardından kuracakları bahçeler barış değerleri üzerinde kurulacak. Toplumun üzerinde egemenlik kuranları yakan ortam, barış elçilerinin kuracakları barış yurdunun temelini atacaktır. Demek ki devrim zemini her ne kadar kaos ortamı olsa da iyilik aktivitesi sergileyenler bu karanlık ve kaygan ortamdan barış ve esenlik yurdunu kuracaklardır. Çünkü ayetin hedef gösterici mesajı iyilik öncüsü olun ve cehennem ortamından cennet kurun biçimindedir. Zira cennete giden yol cehennemi yok etmekten geçiyor.
“Besleyen, büyüten ve donanım kazandıran topluma nankörlük edenleri yükselen sosyal ve psikolojik ateş bekliyor.[14] Bu durum ne berbat bir sondur. Onlar ateş çemberine girdiklerinde can yakıcılığın ortamı ısıtan ses ve soluklarını duyacaklar. İsyan ateşi kudururcasına etrafı sardığında ateşin içine grup grup insanlar atıldıkça ateşin başında durup ateşi kontrol edenler ‘Size daha önceden bu ateşin çıkacağını bildiren uyarıcılar gelmedi mi?’ diye sorarlar. Onlar da ‘Bize uyarıcılar gelmişti, ama onları dinlememiştik. Ezilen ve sömürülenlerde hiçbir başkaldırı belirtisi yok,[15] siz düpedüz zihnimizi saptırmaya çalışıyorsunuz diye onları yalanlamıştık.’ diyecekler ve ‘Zaten onları dinleyip aklımızı kullansaydık bu ateş çemberinin içine düşer miydik?’ diye ilave edecekler. Onlar gerçeği bu şekilde itiraf etseler ne değişir, olmaz olsun bu tip cehennem sürülerine. Diğer taraftan ise kalabalık sürülerin yolundan gitmeyerek bütünüyle kavrayamadıkları besleyen, büyüten ve donanım kazandıran topluma[16] karşı sorumluluk taşıyanlar ödüle kavuşacak ve kusurlarından bağışlanacaktır.”[17] ayetleri ateş ortamını hazırlayan kesimin tutuklanarak hesabının görülmesiyle ancak adil bir düzenin kurulabileceğine vurgu yapmaktadır. Topluma karşı sorumluluk içinde olan ve tanrısal bilinci taşıyanların da eylemleri nedeniyle ödüllendirileceği ve hatalarının bağışlanacağı vurgusu öne çıkarılır. Ayette aklın saptırıcı olmayacağına da vurgu vardır. Çünkü ateş çemberine düşme ile aklın kullanılmaması arasında ters orantı kuruluyor. Demek ki yanlış eylemlerin sebebi akıl değil akıllılık süsü verilmiş olan duygusal tepkilerdir. İmam Cafer Sadık, aklı içimizdeki peygamber/Tanrı elçisi; Tanrı elçisini de dışımızdaki akıl olarak niteler. Akıl ulaşamadığı noktalara vahiyle, vahiy anlaşılmak için akıl ile birlikte bir serüven gerçekleştirir. “Aklını kullanmayan Tanrı tarafından pislik içine bulanır.”[18] ayeti hem hayatı hem vahyi anlamada aklın temel değer olduğunu ispat eder. Bu nedenle geleneksel din kültüründeki akıl düşmanlığı esasında vahiy düşmanlığıdır. Gelenekçiler kitleleri akla düşman ederek insanları kontrol ediyor, güdüyor ve aptallaştırıyor.[19] Aklını hiçbir önyargı ile doldurmayan kimse gerçeği mutlaka bulur. Ancak egemenler okul, tekke, medrese, cemaat, tarikat, cami, dergah, dini programlar, Diyanet, İmam Hatip liseleri, Kur’an kursları, mahalle sohbetleri adıyla insanların aklını kullanmasını engelliyor. Siyasal baskılar yoluyla da insanların aklını alıyorlar. Ortaya kendini akıllı zanneden akılsızlar sürüsü çıkıyor. Sonuçta da akılları bir koyunun ot bulması, bir boğanın inek araması kadar çalışan sürü tipler meydanı dolduruyor; oy verme, spor taraftarlığı, milliyetçilik, hemşericilik ve mezhep taassubunda tam bir zihinsel fiyasko yaşanıyor.
“Öfke ve şiddet sarmalı sarıp isyan ateşinin yükseldiği zamanda[20] toplum, doğa, evren ve Tanrı’nızın önünüze sunduğu somut ve soyut imkanları[21] yalanlayamayacaksınız. O gün geldiğinde tanıdık tanımadık, bilindik bilinmedik herkesin yanlışları sorgulanacak. Bu sırada kimse toplum, doğa, evren ve Tanrı’nızın önünüze sunduğu somut ve soyut imkanları görmezden gelemeyecek. Onların ‘Yok daha neler?!’ diyerek gelmesini beklemedikleri bu haller tam bir ateş çemberidir. Bu çemberin yakıcı ortamı ile umudunu tamamen kaybetmişlik arasında gel-git yaşayanlar toplum, doğa, evren ve Tanrı’nın hangi nimetini yok sayabilirler?!”[22] ayetleri cehennemi ötelerde bir yerde kurulmuş azap hapishanesi gibi bir mekan olarak tasvir etmiyor. Dikkat edilirse tamamen toplumsal döngü içinde gerçekleşecek olan, egemenlerin aşağılanacağı ve üsttekilerin alçaltılacağı bir kaos ortamı olarak gösteriliyor.
“Ve toplum Firavun ve adamlarının Musa’ya kurduğu tuzaklardan onu korudu. Bunun sonucu tuzak Firavun ve adamlarının elinde patladı, birbirlerine düştüler. Firavun ve adamlarına sürekli olarak gelecek ateş hatırlatıldı. Ancak onlar bu uyarıları dikkate almadıkları için isyan ateşi yakıldığı gün ‘Firavun ve adamlarını en şiddetli yakan ortama atın.’ sesleri duyulacaktır. Ateşin ortasına düşmüş kimseler suçu birbirine atmaya başlayacaklar. Egemenlerin çanaklarını yalayanlar bir zamanların egemenlerine ‘Ömrümüz peşinizden gitmekle geçti. Şimdi hiç olmazsa şu ateş ortamından bizi kurtarın.’ diyecekler. Ateş çemberiyle örülmüş olan bir zamanların kibirlileri, kendilerinden yardım bekleyen yalakalarına ‘Hepimiz ateş çemberinin içindeyiz. Toplum hakkımızda kararını çoktan vermiş, hiçbirimizin kurtuluşu yok.’ diyecekler. Etrafını ateşin sardığı kimseler kendilerini ateş içinde tutanlara ‘Sizi psikolojik, sosyolojik ve motivasyon bakımından diri tutan kimselere söyleyin de bari bir günlüğüne nefes alabilelim.’ diye yalvaracaklar. Onları göz hapsinde tutan görevliler, onlara ‘Barış elçileri size apaçık kanıtlarla söz söylemedi mi?’ deyince ‘Evet, söylemişlerdi.’ diyecekler. Bunun üzerine onların başındaki gözetlemeciler onlara ‘Yalvarmaya devam edin. Çünkü gerçeklere karşı kulak tıkayanların istekleri kendi kendini kandırmaktan öteye gitmez.’ diyecekler.”[23] ayetleri Firavun ve adamları ile onlara hizmet eden yalakalarının iktidardan indirilip hapsedilmelerini cehennem olarak niteliyor. Bunun karşıtı olarak ezilenlerin kurduğu barış yurdu ise cennet oluyor. Bu ayetteki alt sınıflar, Firavun’a yalakalık yapmaları nedeniyle ezilmeyi hak eden kesimler olup Kur’an tarafından egemenlerle birlikte felakete sürülecek ezikler sürüsüdür.[24]
“Büyüklük kompleksine kapılarak vicdan, akıl ve sağduyunun[25] mesajlarını yalanlayanlar gün yüzü göremeyecekler. Onların özgürlük, eşitlik, adalet ve barış dolu ortamlarda[26] hayat sürmesi balığın kavağa çıktığı[27] gün gerçekleşecek. Bu durum ömrünü yanlışta geçirenlerin cezasıdır. Zorbalık yaparak ve gerçeğe kulak tıkayarak ömür tüketenler ateşin yatak ve yorganıyla cezalandırılacaklardır.”[28] ayetleri bir hapishane betimlemesi yapar. Burada yatanlar vicdan, akıl, sevgi, adalet, eşitlik ve barış değerlerini kendi çıkarları için görmezden gelenlerdir. Buna vahyi inkâr etmek denir. Vahyi inkar edenler hem yalakalandıkları üstlerinden hem de ezdikleri astlarından yürek yakan bir ateşle çevrileceklerdir.
“İyi ve kötünün, aydınlık ve karanlığın ayrıştığı gün kuşkusuz biçimde gelecektir. Hayata dönüş yeniden başladığında herkes gruplar halinde gelecek, açılmaz sanılan kapılar açılacak, girilmez zannedilen yerlere girilecek;[29] dev holdingler, tükenmez sanılan sermaye güçleri, bitmeyecek gibi görülen konfor olanakları ve yenilmezliğine inanılan imparatorlukların yerlerinde yeller esecek,[30] isyan ateşi her yandan yükselecek, alev dört gözle insanları bekleyecek; haddini bilmezlerin son durağı ateş olacak ve orada uzun yıllar kalacaklar. Ateşle çevrildikleri sürede içlerini serinletecek bir içecek bulamayacakları gibi bekledikleri mutlu haberi de alamayacaklar. Orada bulabilecekleri şeyler yakıcı bir umutsuzluk ve geleceklerine dair korkutucu bir karanlık olacaktır. İşte bu durum onların kendi yaptıklarının sonucudur. Açıkça söylemek gerekirse böyle bir sonu hiç beklemiyorlardı. Özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik ve barış değerlerini[31] utanmadan yalanlıyorlardı.[32] Biz de hiçbirini unutmadan kayıt altına aldık. En sonunda onlara ‘Ellerinizle büyüttüğünüz azap ağacının yakıcı meyvelerinden yiyin. Bundan sonra nimetlerden uzaklaştırılacaksınız.’ dedik.”[33] ayetlerinde cehennem yine egemen sınıfların kariyer, konfor ve imkanlardan uzaklaştırıldığı, toplumun alt sınıflarını oluşturan kesimlerin egemenleri yerlerinden edip cezalandırdığı ortam olarak ele alınır. İlgili ayetlerde azap kelimesine vurgu yapılır. Kur’an’daki helak ve azap kelimeleri geleneğin sandığı gibi Tanrı’nın gökten bela yağdırması değildir. Kur’an şairi Mehmet Akif “Gökten gelen bela sözünün manası yoktur herzedir[34]/En beyinsizler bile istikbali zira kestirir/Gökten inmez bir de hiçbir şey…Bütün yerden taşar/Kendi ahlâkıyle bir millet ölür, yahut yaşar!” mısralarıyla bu zihniyete karşı çıkar. Çünkü Kur’an’da helak ve azap bir varlık yasasının sonucu olarak zikredilir.
“Onlara ‘Tanrı gibi yücelttiğiniz, Tanrı’nın yanında yeri olan, Tanrı’nın yakını bulunan ve Tanrı’nın iletişim halkasında ilk sırada yer alan diye kabul ettiğiniz varlıkları çağırınca göreceksiniz ki ne bir sıkıntınızı giderebilecekler ne de çözümsüzlüklerinizin yerine sizi memnun edecek bir çözüm ortaya koyabilecekler.’ de. Onların ‘Bizi Tanrı’ya yaklaştırıyor, Tanrı’yla aramızda yakınlık sağlıyor’ dedikleri kişiler[35] bile kendilerini besleyen, büyüten ve donatan toplumun sevgi ve acımasından yararlanmak için toplumla yakınlaşma[36] içine girer ve toplumdan gelecek azaptan[37] korunmaya çalışır. Unutmayın ki besin, yaşam ve donanım kaynağı olan toplumun azabı gerçekten korkunç bir şeydir. Şu da unutulmasın ki tüm yaşam alanları çeşitli aşamalardan geçerek devrim öncesi felaketli sona[38] hazırlanır. Bu gerçeklik evrensel bir varlık[39] yasasıdır.”[40] ayetlerinde helak doğa yasalarının insan yaşamına olumsuz etkileri olarak dillendirilir. Sel, deprem, hastalık, ölüm ve göçük gibi doğal felaketlere Kur’an’da helâk denir. Helak, Arapçada bir nesnenin elimizden çıkarken başkasının eline geçmesi, bir nesnenin yapısal yönden bozulması, ölme ve hiç hatırlanmayacak biçimde unutulma[41] anlamlarına gelir.
“Gerçek kesin ve nettir! Peki kesin gerçek nedir? Kesin gerçeğin ne zaman gerçekleşeceğini veya nasıl bir şey olduğunu hiç kavramayı düşündün mü? Semud ve Âd adlı toplumlar kesin gerçeği yalanlamıştı. Semud toplumu yıldırım çarpmaları[42] ve volkan hareketlenmesine bağlı oluşan depremle[43] hatırlanmayacak hale döndü.[44] Âd’ın ise çöl fırtınası[45] sebebiyle yerinde yeller esti. Aralıksız bir hafta süren çöl fırtınasının insanları hurma kütükleri gibi yere serildiklerini gözünde canlandırabilirsin. Peki onlardan geriye şimdi ne kaldı? Firavun da Firavun’dan önce gelmiş olup da bize bir şey olmaz biçiminde bir rahatlık içinde yaşayan üsttekilerin[46] alta düştüğü toplumlar da hep aynı yanlışı yaptılar. Onlar besleyen, büyüten ve donatan toplumun sesine elçilik yapanlara karşı çıktılar, doğa da onları yanlışlarıyla birlikte yakalayıverdi. Su çığırından çıkıp tufana dönüştüğünde[47] atalarınız o baskından vicdan, akıl, sağduyu ve doğanın kurallarına uyarak kurtulmuştu. Tüm geçmiş yaşanmışlıkları can kulağıyla dinleyenler için bir ders olsun. Herkes nefes nefese kaçtığında, alttakilerle üsttekiler çarpışmaya giriştiklerinde devrim gerçekleşmiş olacak. O gün yüksektekiler, ulaşılmazlar ve erişilmezler aciz kalacak; güç ve değerini yitirecek. Bunların yerine geçmiş yetenekli kimseler onların güçlerini ellerinden alarak besleyen, büyüten ve donatan toplumun gücünü dört bir tarafta egemen kılacak.[48] O gün yargılananların hiçbir gizli yanı kalmayacak. Onurlu kimseler[49] ‘Dürüstlüğüm bir gün görülecekti.’ diyerek sevinçle konuşmalar yapacak. Bu kimseler onurlu ve dürüst yaşamalarının karşılığı olarak özgür, eşit, adil ve barışçı bir yurtta; hiçbir yerinde kıtlık ve yokluk olmayan bir ortamda ve ‘Aşağılık ortamında gösterdiğiniz erdemlerin meyvelerini yiyin.’ diyenler arasında yaşam sürecekler. Yargılanma sonunda suçlu bulunanlar[50] ‘Keşke bu günleri görmeseydim, bu karaları hiç duymasaydım, ölüp yok olsaydım. Egemenlik ve servetim hiçbir işe yaramadı. Silahım ters tepti.’[51] diyecek. Bir emir onlarla ilgili olarak görevlilere ’Onun yardım ve yataklık kaynaklarını kesin, kımıldayamaz hale gelsin. Sonra da can yakıcı bir ortama koyun. Çünkü o toplumsal değerleri reddediyordu. Yoksullar bir dilim ekmeğe muhtaçken umursamıyordu, yoksulluğu yok etmek için kılını kıpırdatmıyordu. Bu nedenle bugün ona kimse dostluk göstermeyecek, kimse ona sahip çıkmayacak. Bugün geçmişte ürettiklerinin karşılığını yiyecek. Onun yiyeceği tüm yanlış yolda gitmişlerin yiyeceklerinden olacak.”[52] ayetleri isyan, devrim, devrim mahkemesi, eski egemenlerin sorgulanması, yoksulluğun bitirilmesi, ekonomik tekellerin yıkılması, siyasal makamların el değiştirmesi, baskı ve dayatma yoluyla toplumda eşitsiz sistemi uygulayanların cezalandırılması, emek ve mücadele ortaya koyanların ödüllendirilmesi temalarını işler. Bu ayetlerde helak doğal afetler ve ölümler olarak dile getirilir. Bir Müslüman için zihinsel harita olan Kur’an, devrime giden yollar ve devrim sonrası inşa edilecek düzen hakkında bu şekilde ayrıntılı yönlendirmelerde bulunmaktadır.
“Öyle kimseler vardır ki sizin baş düşmanınız olduğu halde yaşam hakkındaki sözleri hoşunuza gider. Bu kimse hem bir tartışma ustası hem de inandırıcı delillerle konuşan biridir. Niyet ve söylemlerine çevresini de tanık gösterir. Ancak eline geçen ilk fırsatta şiddet ortamı yaratır, ekonomik güce göz diker, hasım gördüğü insanları ve kültürleri yok etmeye çalışır.[53] Halbuki toplum bu tiplerden gerçekte nefret eder. Bu kimseye ‘Toplumun öfkesinden sakın.’ denildiğinde daha da büyük yanlışlara yönelir, kendiyle gurur duyan bir bencillik ortaya koyar. Ona ateşle çevrelenmiş bir mekan yeter. Orası ne kadar da kötü bir yerdir.”[54] ayetlerine göre seçtiğimiz, önder bellediğimiz, oy verdiğimiz, mitinglerine katıldığımız; yolunu yolumuz, davasını davamız yaptığımız, kavgasını sahiplendiğimiz; vakfını, derneğini, ocağını savunduğumuz kimse ve kesimlerin geçmişleri ve söylemlerine değil, mevcut haldeki eylemlerine bakmalıyız. Arkasından koşarak tanrılaştırılanların iktidara gelince kendini desteklemeyen halkları öldürmesi, kendisini benimsemeyen kültürleri yok etmesi, kültür varlıklarına karşı kindar ve yıkıcı olması, şiddet ortamı yaratarak halkı hizaya çekmeye çalışması, benim konumumu ya kabullenin ya da kaos ortamına hazır olun denilmesi; sürgün, işten atma, öldürme, vatandaşlıktan çıkarma gibi kâfir fiilleriyle iktidarını sağlama alma; ekonomik güç bakımından tekelleşmeye doğru gitme, geçmişteki mütevazı yaşamdan rezidanslarda yaşama ve ekonomik tepeler oluşturma; siyasi ve hukuki tekeller ile yalan ve yönlendirici haberler oluşturarak muhtemel halk tepkilerini bastırmaya çalışma, kendini tanrısal bir konuma oturtma, kendine yapılan en ufak bir eleştiriyi yönetsel tüm imkanları kullanarak derhal ve en şiddetli biçimde bastırma gibi eylemler bir yönetim erkinde görülüyorsa Müslümanlar bir peygamber ahlakı olan başkaldırı bayrağını dalgalandırmalıdır. Çünkü Musa, İsa ve Muhammed ile havari ve sahabe cemaati yukarıda ayetin dikkat çektiği tiplere karşı meydan okumuş, savaşmış ve adalet devrimini gerçekleştirmiştir. Bu tiplerin üstte olduğu toplum zulüm toplumudur. Her zalime başkaldırmak ve baskıyı bir siyasal araç olarak kullanan her yönetim erkine karşı lanet etmek Müslümanın temel görevlerindendir. Zira Kur’an’da “Toplumun laneti dayatma ve baskı ile yönetenlerin üzerinde gezer.”[55] denilerek dayatma ve baskı siyasetiyle halkı boğanlara karşı aktif mücadele dikkatlere sunulmaktadır. Bu ayette de toplumsal katliamlar ve kültür düşmanlığı demek olan barbarlık h-l-k fiiliyle anlatılmıştır.
“Ey İnsan![56] Kur’an mutsuz olasın diye kalbinde[57] doğmadı. İçinde korku ve endişe taşıyanlara bir hatırlatıcı ve uyarıcı olsun diye kalbinde doğdu. Yerleri ve gökleri var eden tarafından bu anlamlar kalbinde yer edindi. Çünkü Tanrı sevgi ve acımasıyla her yeri kuşatandır.[58] Onun egemenliği gökler ve yerler ile bu ikisi arasındakilere, bilip bilmediklerinize hükmeder. O senin gizlediğin duygu ve düşüncelerini de biliyor. Tanrı dışında ikinci bir Tanrı yoktur. Tanrı diye aradığınız her şeyde başkasını değil yine aynı Tanrı’yı bulursunuz.[59] Çünkü aradığınız tüm harikalık, mükemmellik ve kusursuzluk sadece bir Tanrı’da vardır. Tanrı diye sarıldıklarınızda böyle bir şey yoktur.[60]”[61] ayetlerinde kime niçin Tanrı denilmesi gerektiği ve Tanrı’nın nasıl biri olması gerektiği vurgulanmaktadır. Geleneksel tefsirler Tanrı’dan bahsederken “Allah arşa istiva etti.” biçiminde bir çeviri yaparak anlam gizli/gaybidir deyip ayeti anlamsızlaştırırlar. Bu ayetin ana teması arş kelimesi üzerinden oluşturulur. Arş, Arapçada iri görünümlü deveye denir. Ancak çadır, tavan, dam, deve sırtında kadının içinde oturduğu yer, kuyunun yanındaki su çekenden yüksek ağaç[62] anlamlarına da gelir. Mecazen de yüksekte duran saltanat tahtı ve hükümdarlığı anlatır. Dolaylı yoldan da güç, hükmetme, emir ve yasak koyma, kural belirleme yetkisine sahip olma gibi egemenlik niteliklerini kasteder. Kur’an Tanrı’nın egemenliğini Arap’ın geleneksel dili üzerinden örneklendirmiştir. Tıpkı Tanrı tahtının sekiz yönden taşınması, melekler denilen Tanrı emrinde çalışan varlıklar olduğu söylemi gibi. Kur’an bin beş yüz yıl önceki Arap toplumunun kabulleri çerçevesinde konuştuğu için onların dil, üslup, anlatım biçimleri ve kavrayış yöntemleri üzerinden kendini kabul ettirmeye çalışmıştır. Arş kelimesi günümüzde gelseydi atmosfer, uzay, paralel evrenler, samanyolu, galaksiler kelimeleriyle anlatılırdı. Kur’an’ın tüm anlatım biçimleri bu nedenle tarihseldir. Bir çevirmen bu gerçekliği dikkate alarak metnin lafzına ters de gelse maksadı dikkate alan bir tercüme yapmalıdır. Zira Kur’an “Kur’an, Arapça bir bilgelik kaynağı olarak kalbinde doğdu. Ey Muhammed, iyi dinle! Kalbinde doğan bu anlamlara rağmen kalkar da nankörlerin keyiflerine uyarsan, onları tolere edersen toplumdan gelecek dostluk ve korumayı beklemekten vazgeç. Ey Muhammed! Aç kulağını da dinle! Senden önce de vicdan, akıl ve sağduyuya elçilik yapan sesler duyuldu. Onların da eş ve çocukları oldu. Toplumdan bir talep yükselmeseydi hiçbir elçi sesini çıkaramazdı. Her elçinin kendi devrinde bir anlatım dili ve çağına hitap eden bir mesaj söylemi[63] vardır. Toplum bunlardan uygun gördüğünü sürdürür, beğenmediğini de terk eder. Çünkü toplumun vicdanında hiçbir şey kaybolmaz.”[64] ayeti dilin tarihselliğine vurgu yapmakta ve evrensel gerçekliğin sürekliliğini hatırlatmaktadır. Tüm bu açıklamalarımızın amacı arşa hükmeden Tanrı fikrinin evreni kontrol eden, öldüren ve dirilten, ölüm ve yaşam yasalarını koyan bir Tanrı’nın sürekli egemenliğinin var olduğunu belirtmek ve bu tespit sırasında geçmişin diline gönderme yaparak dilin tarihselliğini kavratmaktır. Devrim, devrim çağları, devrim mahkemeleri ve zalim egemenlerin etrafının ateşle çevrilmesi bu ontolojik Tanrı’nın sosyolojik yasalarıdır.
“Keyif, zevk ve eğlenmeyi Tanrı edindiği için toplumdan uzaklaşan ve topluma bir tepki olarak gerçeklere kulağını tıkayan, düşüncelerle arasına mesafe koyan, olayları görmezden gelen bir kimsenin haline baksana! Onu bu zavallılıktan kurtaracak yine de toplumdur. Bu durum bile ders çıkarılması gereken bir sonuçtur.[65] Tutturmuşlar ‘Yaşam sadece şu yaşadıklarımızdır. Yaşar ve ölürüz. Bizi yaşatan ve öldüren şey geçmiş, şimdi ve geleceği içine alan süreçtir,[66] başı ve sonu olmayan evrensel zamandır, Tanrı denilen bir varlık değildir.’ diye bir iddiada bulunurken bir bilgi kaynağına dayanarak konuşmuyorlar. Onlar sadece tahmin ve teorilerine dayanıyorlar. Ne zaman delil, işaret ve belgelerimiz önlerine sunulsa ‘Geçmişte yaşamış kimselerden delil getirmedikçe kabul etmeyiz.’ diyerek atalardan medet bekliyorlar. Onlara ‘Yaşatan ve öldüren Tanrı’dır. Devrim zamanında sizi toplayacak olan da Tanrı’nın verdiği niteliklerinizdir. Ancak devrimin kaçınılmaz bir son olduğundan insanların çoğu habersizdir.’[67] de. Gökler ve yerin egemenliği sadece Tanrı’ya aittir. Hiçbir yeri kendi adınıza parselleyemezsiniz. Hiçbir yeri özel mülkünüz yapıp başkalarına yasaklayamazsınız. Devrimin vakti saati geldiğinde sahte gerçekliklerle oyalananlar kaybedeceklerdir. O gün tüm topluluklar kendileri hakkında verilecek kararı endişeyle bekleyecekler. Her toplum ve grup kendi gerçekleriyle yüzleştirilecek. Onlara ‘Yüzünüze okuduğumuz kararlar sadece gerçekleri dillendiriyor. Çünkü her şeyi kaydediyor ve hiçbir şeyi unutmuyorduk.’ denilecek. Vicdan, akıl ve sağduyu değerlerine güvenerek[68] iyi, doğru ve estetik için çaba ortaya koyanları[69] besleyen, büyüten ve donatan toplum bağrına basacak. Bu durum gerçek bir kurtuluştur. Gerçeklere nankörlük ederek yaşamış olanlara ‘Belge, bilgi, işaret ve deliller[70] size sunulmadı mı? Hâlbuki siz bunları biliyordunuz; ama büyüklenerek kendinizi yanlışın içine atmıştınız.’ denilecek. Onlara ‘Bir devrim gerçekleşecek, üstten alta düşeceksiniz.’ denilince ‘Devrim de ne oluyor? Bu konuda elimizde bir bilgi ve belge yoktur.’ deyip duruyordunuz. Bu şekilde onların toplumu aşağılayan eylemleri bir bir ortaya dökülecek ve alay ettikleri devrim başlarını yiyecek. Onlara ‘Bugünün geleceğini siz nasıl ki umursamadıysanız bugün de biz sizi umursamayacağız. Bugün kimse size yardım etmeyecek ve yakıcı bir ateşle çevrileceksiniz. Yatarken ateşle yatıp kalkarken ateşle kalkacaksınız. Çünkü siz toplumun size sunduğu işaret ve kanıtlarla alay ederek aşağılık yaşamın sürekli olacağı fikrine kapıldınız. Bu nedenle ateşle çevrildiniz ve özür dilemeleriniz, bağışlanma istekleriniz kabul edilmeyecektir.’ denilecektir.”[71] ayetlerinde kimi egemenlerin Tanrı fikrini reddederek baskı, dayatma, gerçekleri reddetme üzerinde egemenlik yürüttüklerinden bahseder. Bu kimseler ilkel ateizmin bir türü olan ve zamana Tanrılık yakıştıran dehri diye nitelenen bir gruptur. İster zamana Tanrılık yakıştırarak ister totemlere tanrılık vererek halka zulmedenler olsun hepsi de intikam ateşiyle yanan kitlelerin yaktığı ateşle çevrileceklerdir. İşte bu duruma Kur’an’da cehennem denir.
“Kim ki güzellik ortaya koyarsa daha güzeliyle karşılaşır. Kim de kötülük yaparsa sadece kötülüğüyle kalır. Herkes yaptığının karşılığını görür. Kanıt, belge ve işaretlerin kalbinde doğmasına sebep olan toplum, yaşamında yeni bir sayfa açacaktır. Çünkü kimin doğruda kimin de eğride olduğunu toplum gayet iyi bilir. Ey kalbinde vicdan ve sağduyu mesajları doğan! Kalbinde böylesi anlamların doğmasını beklemiyordun. Bu durum besleyen, büyüten ve donatan toplumun sevgi ve acımasının sendeki yansımasıdır. Bu nedenle toplumsal gerçekleri görmezden gelenlere[72] taraftar olma ve onlara arka çıkma. Vicdan, sağduyu ve aklın kanıtları ile belge ve işaretleri senin kalbinde doğduğuna göre seni yolundan çevirmek isteyenlere aldırma. Sen beslenme, büyütülme ve donanım kazanma kaynağı olan toplumla birlikte olmaya çağır ve toplumun üstünde egemenlik kurmaya çalışanlardan olma.[73] Toplum dışında başka bir yerde sevgi arama.[74] Sadece toplum sevgisi kalıcı olacaktır.[75] Topluma egemenlik kuranlar unutmasınlar ki söz sözü daima toplum söyler ve herkesin dönüp dolaşacağı yer de toplumun bağrı olacaktır.”[76] ayetlerinde helak kalıcılığın yok olması olarak nitelenir. Toplumsal kaygı ve toplum adına bir şeyler yapma düşüncesinin kişiyi erdem yoluna çıkardığını belirten ayetler, yaptığımız eylemlerin toplum vicdanında esasında yankılandığını söylemektedir. Özellikle de toplumun derdiyle dertlenmeyen ve halkın üstünde bencil egemenlik kuranlarla hiçbir alanda birliktelik kurulmaması belirtilmektedir. İlgili ayetler toplumsal sevgiyi, bencilce yaşamamayı ve ezilenlerin ayağa kaldırılması çabasını değerli görmekte ve göstermektedir. Böylece zalimleri cehenneme, mazlumları cennete götürecek yolların nasıl inşa edileceği de gösterilmektedir.
“Elinde geçmiş çağların bilgi ve haberi olanlar, Muhammed’in dile getirdiği gerçekleri kendi çocuklarını tanıdıkları gibi bilirler. Ancak Muhammed’in söylemlerine güven duymayarak kendilerine yazık ederler. Tanrı hakkında olmadık yalanlar uyduran veya toplum vicdanından fışkırıp çıkan işaret ve kanıtları görmezden gelen baskıcı karanlık ruhlulardan[77] daha karanlık kim olabilir? Aydınlığı baskı yoluyla karatmaya çalışanlar kurtuluş yolunu bulamazlar. O zalimleri devrim mahkemesinde topladığımızda ‘Toplum üstünde egemenlik kurduğunuz ortaklarınız nerede?’ diyeceğiz. Bunun üzerine onlar ‘Bizim besin, donanım ve büyütülmemizin kaynağı olan toplum tanık olsun ki toplum üzerinde baskıcı bir egemenlik kurmuyorduk.’ diyerek yalan söyleyecekler. Kimileri seni dinlermiş gibi yapar. Ancak kulakları sağır ve anlayışları yokmuş gibi dinlerler. Çünkü onlar tüm kanıt, belge, bilgi ve işaretleri görseler de senin söylediklerine güven duymaktan kaçınırlar. Gerçeklere körlük yapan bu kimseler bir de yanına gelip ‘Senin söylediklerin bizim yaşlılar ve eskilerden duyduğumuz masal, misal, benzetme, mitoloji ve sembolik anlatımlardır.’[78] derler. Böylece kendileri uzaklaştıkları gibi başkalarını da seni dinlemekten uzaklaştırırlar. Bu davranışlarıyla aslında sadece kendilerine zarar verirler;[79] ama bu durumu yaşadıkları ortam nedeniyle fark etmezler. Bu kimselerin kendilerini çevreleyen ateşin başında beklerken ‘Keşke şu ölümcül halden eski yaşam düzenimize geri dönseydik o zaman bizim beslenme, büyütülme ve donanım kazanma kaynağımız olan toplumdan gelen vicdani seslere kulak verirdik, onları yalanlamazdık, onlara güven duyardık.’ derler. Bu lafların nedeni içlerinde saklı duran korkuyla yüzleşmeleridir. İnanın ki geçmiş yeniden ellerine geçse huylu huyundan vazgeçmeyecektir. Çünkü yalancılık onların karakteri olmuştur. Kendisi uyarılan kimileri de ‘Yaşam sadece bugünkü yaşadıklarımızdır. Bugünleri kaybettikten sonra başka bir yaşam içinde olacağımız lafları boş sözlerdir.’ diyorlar. Ancak toplumun huzurunda hesap vermeye çıkarıldıklarında ‘Söylenenler gerçek değil miymiş?’[80] diye soru yöneltildiğinde ‘Evet haklıymışsınız varlığımızın sebebi olan ey halkımız’[81] diyecekler. Halk da onlara ‘gerçekleri gizlemeniz, baskı ve dayatmayla karanlığa boğmanız ve adaleti yok saymanız nedeniyle açlık ve uykusuzluk çekme, ağız tadını kaybetme, ruhunda kırbaç acısı hissetme, içinde iğrenç maddelerin olduğu bir suyu içme ve hayatın bunalımdan kurtulmaması cezası çekin.’[82] diyecek.”[83] ayetleri cehennemi yeryüzünde kurulacak yeni düzenin devrim mahkemesi kararı sonucundaki acıklı son olarak çizmektedir. Ancak Sünni ve Şii kabuller Kur’an’ın dilini bir türlü antropolik[84] okuyamadığından bu ayetlerin mesajını sürekli olarak ölümden sonra Tanrı’nın zalim ve kâfirleri cezalandırması diye anlatmayı sürdürmektedir. Bu anlatılar ise zulme sessiz kalan, dünyayı değiştirmeye kalkışmayan, zalimlerin rahat at oynatmasına fırsat tanıyan pısırık insan tipleri üretmektedir. Bu pısırıklara göre nasıl olsa herkes ölecek ve Tanrı bu zalimlerden ezilenlerin intikamını alacaktır. Halbuki Kur’an yeryüzünde halkın devrim kitabıdır ve ezilenlerin umut kaynağı, motivasyon motorudur. Ancak çağlar içinde çok başarılı mezhepsel operasyonlarla halklar aynı Kur’anla uyuşturulmuş, uyarıcılar da sapkınlıklar suçlanarak Kur’ansal manifesto anlamsız yazılar ve ölü metinler olarak tarihin enkazına devredilmiştir. Hâlbuki yukarıdaki ayetler ve Kur’an’ın kıyamet, ahiret, cehennem ayetleri jeo-politik teoloji diliyle okunsa maksadın bambaşka olduğu anlaşılır. İşte Nizamiye medreselerinin felsefeyi yasaklayıp mezhep dogmalarını[85] onaylama akılcılığı olan Kelâm’ı[86] zorunlu tutmasında da bu uyuşturma hamleleri yatar. Cehennem ve kıyamet ayetleri bize ayağa kalkmayı, zalimleri devirmeyi, devrim mahkemeleri yoluyla dayatmacı ve yalancı diktatörleri yargılamayı; barış, eşitlik, adalet, kardeşlik ve özgürlüğün egemen olduğu bir dünyayı kurmayı hedef göstermektedir. Müslüman bu amaçları gerçekleştirmek için bilek ve zihin gücünü eyleme geçiren herkestir.
Azap, yıkılış ve çöküşün bir sürece bağlı olarak insan eliyle gerçekleştirilmesine denir.[87] Azap bu nedenle canın çok şiddetli yanması sürecidir.[88] Azap; olmuş bitmişliği değil, olan, olmakta olan şiddetli bir can acısını anlatır. Azabın en görünür yanı açlık ve uykusuzluk çekme, ağız tadını kaybetme, ruhunda kırbaç acısı hissetme, içinde iğrenç maddelerin olduğu bir suyu içme ve hayatın bunalımdan kurtulmamasıdır.[89]
“Aydınlığı karanlığa boğmak isteyenler[90] seni öldürme, sürgün etme veya hapsetme yöntemlerinden biriyle durdurmak için plân yapıyorlardı. Onların işi gücü ihanet plânları yapmaktır. Ancak toplum onların tuzaklarını boşa çıkardı. Çünkü evdeki hesap çarşıya uymadı.[91] Onlara vicdan, akıl ve sağduyudan bir şeyler hatırlatıldığında[92] ‘Tamam, anladık. İstesek biz de böyle sözler söyleriz. Bu söyledikleriniz sizden öncekilerin söylediklerinden başka bir şey değildir. Bunlar sizden önce yaşamış olanların benzetmeleri, masalları, misalleri ve sembolik anlatımlarıdır.’ dediler. Gerçekleri gizleyerek aydınlığı karanlığa boğmak isteyenler,[93] Başka bir zaman da ‘Ey Ahali! Eğer bu söylenenlerin kaynağı sizseniz ya başımıza taş yağdırın ya da bir azapla baş başa kalalım.’ dediler. Hâlbuki sen varlıklar için bir acıma ve sevgi aracı olarak halkının arasındayken senin güven toplumun gerçeği karartanlara açlık ve uykusuzluk çekme, ağız tatlarını bozma, ruhlarında kırbaç acısı hissettirme, içinde iğrenç maddelerin olduğu bir suyu içirme ve hayatlarını bunalıma sokma eylemlerine girişmez.”[94] ayetlerinde Allah kelimeleri halkı/Müslüman toplumu kastettiğinden azap Tanrı’yla ilişkili bir durum değildir. Kur’an’ın hiçbir ayetinde Tanrı’nın varlığını kabul etmemekten dolayı bir cezalandırma söz konusu edilmemiştir. Sonu can yakıcı azaplar sürekli toplumsal dengesizliklere itirazlar üzerinden toplumsal bir cezalandırma olarak dillendirilmiştir.[95]
“Yıldızınızın söndüğü, göğün başınıza yıkıldığı, dağ gibi biriktirdiklerinizin bir bir elinizden çıktığı, vicdanın sesi olanların[96] tanıklık yapmak için çağrıldığı gün ne zaman mı gerçekleşecek? Doğru ve eğrinin ayrılması gününde. Gerçek ile yalanın ayrıldığı günün ne olduğunu bilir misin? O günün gerçekleşeceğine yalan diyenlere yazıklar olsun. Daha önce o günü yalanlayanları yerle bir ettiğimiz gibi sonrakileri de aynı sona ulaştıracağız. Çünkü suç işlemeyi yaşam biçimine dönüştürmüş kimselere karşı cezamız böyledir. Hesap vermeyi, tüm olanaklarını kaybetmeyi gerçek dışı görenlerin durumu ne kadar da acınasıdır. Bu kimseleri spermden var edip daha önceden belirlenmiş bir süreye kadar sağlam bir rahmet karargahı olan rahimlerde korumadık mı? Varoluşun tüm bu sürecini nasıl da kararlaştırmışız ve bu kararımız ne kadar harikadır. O gün geldiğinde bu gerçeği yalanlayanların hali çok dramatik olacak. Yeryüzünü diri ve ölmüşleri bağrına basan bir yer yapmadık mı? Yeryüzünde size muhteşem görünüşlü dağlar bahşedip tatlı sular vermedik mi? Bunlara rağmen doğru ve eğrinin ayrılacağı o günü reddedenlerin vay haline. Şimdi yalanladığınız o gerçeklikle yüzleşin, her tarafınızı saran alevin içine özgürce girin. Etrafınızda çalı çırpının çıtırdaması gibi sesler gelip alevler yükselecek, kaçacak bir yeriniz olmayacak ve nar gibi kızaracaksınız. O günü yalanlayanlara yazıklar olsun. Çünkü o gün onların dilleri tutulacak, özür dileme imkânları da olmayacak.”[97] ayetleri cehennem ortamını betimliyor. Cehennem, gelmesi asla beklenilmeyen felaketlerin olduğu ortamdır. Çünkü parlak bir yaşam, dağ gibi birikmiş bir servet, şöhretle çevrili bir dünyaya alışmış insanların bu noktaya başkalarını ezerek geldiği bir dünyada ezilenlerin ezenlere karşı zafer kazandığı ve tüm ezilme hikâyelerinin hesaba çekildiği yakıcı ortama cehennem denir.
Bencil hesaplar ve büyüklenme psikolojisine kapılarak insanların yaşam hakkı ve emeğine saldıran, kendi egemenliğini kargaşa ortamı oluşturmakta gören kimselerin sonu ateş çemberidir.[98] Cehenneme giden yolun taşları kuruntularla döşenir. Olmayan büyüklük, olmayan Tanrılık, belli kapitalist sınıfların şişmesine hizmet eden çılgın projeler, Tanrısal değerleri kendi ekonomi-politik hesabına dönüştürme teşebbüsleri, Tanrılık rolüne bürünmeler, öfke ve nefretle davranış sergilemeler, yalanla halkı yönlendirmeler Kur’an’da cehennem eylemleri olarak anlatılır. Bu işleri yapanların ateş çemberinden kurtulma şanslarının asla olmadığı belirtilir.[99] Sıcak-soğuk, gece-gündüz demeden ihtiyaç olduğu her zaman ve ortamda zulme kaşı savaşanların mutluluk bahçelerine erişeceğini vurgulayan Kur’an, vicdan değerlerini, temel insan haklarını savunmayı ve bu uğurda canını ortaya koymayı tercih etmeyenlerin ateşle sarmaş dolaş olacaklarını söyler. Bu tiplerin gelecekteki yakıcılığı düşünerek şımarık gülüşmeleri terk etmesi önerilir.[100]
Yukarıda ele aldığımız ayetlere baktığımızda cehennem dünya sonrası kurulan bir kazan olmak yerine devlet düzenlerinin sarsıldığı, siyasal iktidarların yerlerinden edildiği, krallıkların yıkıldığı, insanların kendi egemenliklerini diktatörlere karşı ele geçirdiği toplumsal buhran ve çalkantı ortamıdır. Bu ortam her tarafı yakıp kavurur, kimse bu ateşten uzak kalamaz. Çünkü egemenliğini korumak isteyenler ile özgürlüğünü kazanmak isteyenlerin çatıştığı bir ortamı Kur’an cehennem olarak niteliyor. Ayrıca Kur’an diriliş ateşinin yakılması, isyan bayrağının çekilmesine de kıyâmet der. Cehennem, toplumda egemenlerin düzeninin alt üst olduğu, dünyayı ateşin sardığı; yokluk, kıtlık, bunalım, savaş, afet, sınıflar mücadelesi ve savaşlar yoluyla dünya düzeninin tam bir kaosa sevk edildiği ortamdır. Cehennem, toplumda hâkimiyet kuran zorbaların en güçlü olduğu zamanların ardından gelir. Çünkü zulmün tavan yaptığı bir noktada isyan ateşi de yakılır. Cennet ise bu şiddet sarmalından çıkıp denge toplumu ve huzur ortamı yaratmadır.
Bu makaledeki cehennem tasavvuruna geleneksel akıl eleştiri getirebilir, zira onların cennet ve cehennem tasavvurları Hıristiyan ve Yahudi teolojisinin etkisindedir. Büyük devrimci Şeyh Bedreddin, Vâridat’ında benim söylemlerime benzer anlatımlarda bulunur. O, Vâridat’ında meleği içimizde Tanrı’ya götüren kuvvetler, şeytanı da bizi Tanrı’dan uzaklaştıran güçlerimiz olarak anlatır. Ayrıca “Şunu bil ki kıyamet kibirli kimselerin saltanatının son bulmasıdır. Yeniden dirilme, ilk dirilmenin aynısıdır.”[101] diyerek kıyametin egemenlere karşı direniş hareketi olduğunu söyler. Varidat’a göre “Her iyi durum cennet, her kötü durum cehennem diye adlandırılır… Ateş, yılan, akrep ve zakkumlar gibi her kötü ve aşağılık duruma cehennem denir. Bunlar zihinde birer resim çizmedir.”[102]
Varidat, varoluş konusunda gelenek açısından reddedilecek harika düşüncelere sahiptir. Varidat, oluş ve yokluk konusunda “Var oluş ve yok oluşun başı ve sonu yoktur. Görünen dünyaya geçici, görünmeyen ahirete sonsuz denilmiştir. İkisi de ezelden beri vardı ve sonsuza kadar da var olacaktır. Kişilerin elde ettikleri olgunlaşmanın tatları huri, köşk ve cennetlere benzetilmiştir. Çünkü eksik, cahil ve kıt akıllı kişilere gerçek ancak böyle anlatılabilirdi… Ölmeden önce öl demek, Tanrısal ahlak sahibi ol demektir…Allah’ta yok olmak demek,[103] Allah dışındaki bir varlığı varlık kabul etmemek demektir.”[104] biçiminde açıklamalar yapar.
Said Kürdi’nin cehennemi suğra[105] ve kübra[106] diye ayırması, Dünyanın çekirdeğindeki ateşi suğra kabul edip Dünyanın döndüğü eksenin esasında cehennemin etrafını belirlediği ve tıpkı tohumun ağaç olması gibi küçük cehennemin sonra bu büyük cehenneme dönüşeceğini iddia etmesi[107] Kur’an’ın cehennem algısıyla örtüştürülecek bir izah değildir. Sünni din tekelcilerinden kimi bilginler -Said Kürdî gibi- cehennemin yaratılmış olduğu ve varlıkları bekler durumda bulunduğu iddiasında bulunmuşlardır.[108] Bu iddialar yetmemiş bir de miraç uydurması üretilerek içine cehennem sahnesi ilave edilmiş ve Elçi Muhammed’e cehennemin seyrettirildiği eklenmiştir.[109] Tüm bunlar hadis adıyla Yahudi ve Ortadoğu kültüründen aktarılmış sözlerin peygambere dayandırılması üzerine üretilmiş zırvalarıdır. Kur’an tarihsel çerçeveden ele alındığında dil, üslup ve benzetmeleriyle çağın algısına yerel nitelikte bir söyle geliştirdiği rahatça görülebilir. İşte bu nedenle Kur’an’ın çevirilerinde kitabın doğrudan sözüyle çelişse de maksadı dikkate alan tercümeler yapmak gerekir. Zira gerçek bir çeviri, metnin amacını eksiksiz yansıtan bir çeviridir.
Cennet ve cehennem konusu insanların Kur’an perspektifinden yeniden inşa etmesi gereken hususlardır. Ancak toplum ve entelektüel cehalet bu meseleyi hadis patentli yüzlerce sözlerle Kur’an’a karşı farklı bir din anlayışı çıkarmıştır. Kısa bir cennet-cehennem gezintisine çıksak yukarıda Kur’an’a dayanarak ortaya koyduğumuz izahlarla Sünni ve Şii kitapları arasında hiçbir ilgi kuramayız.
Müslüman, yaşamı cehennem eden şişmiş ve şımarmış abdestli burjuvazi egemenliğine[110] karşı mustazafları yönetim erki yapmayı idealize etmiş kimsedir. Tüm ezilenlerin ayağa kalktığı devrim günü olan kıyametle ortamın çalkalanması cehennemdir. Bu kaostan çıkan alt ve üsttekilerin yer değiştirdiği özgürlük, eşitlik, barış, kardeşlik ve adalet düzeni de cennettir. Tüm bu gerçeklikleri görmezden gelerek kendi ellerimizle kendimize tehlikeye atmamalı,[111] fasıkların tarafında yer almamalı,[112] kendi sonunu hazırlamış nesillere benzemekten kaçınmalı;[113] bir ideoloji ve zihniyeti dayatma,[114] gerçekleri yalanlarla karartma[115] ve sahteleri gerçekmiş gibi yutturmalara[116] karşı sessiz kalmamalıyız.[117] Kalıyorsak Kur’an’ın tanımladığı Müslüman olmadığımız ve Elçi Muhammed’e ihanet ettiğimiz kesindir.
[1] Tekvir,1-14
[2] Cennât (cennetler)
[3] Yunus,25/Vallâhu yed’û ilâ dâri’s-selâm (Tanrı sizi barış yurduna çağırıyor/Toplum sizden barış yurdu kurmanızı bekliyor.)
[4] Dağlar ufalanıp toz duman olduğunda
[5] Ashâbu’l-meymene/Fe-eshâbu’l-meymeneti mâ eshâbu’l-meymene(ti/h)
[6] Bereket
[7] Talihsiz
[8] Ashâbu’l-meş’eme/Ve-eshâbu’l-meş’emeti mâ eshâbu’l-meş’eme(ti/h)
[9] Sâbikûn/Vessâbigûne’s-sâbigûn(e)
[10] Huzur, mutluluk, sevinç getiren anlamında bir deyimdir. Türkçede de kullanılır.
[11] Ve hûrun ‘iynun ke-emsâlu’l-lu’lui’l-meknûni
[12] İllâ gîylen selâmen selâmen
[13] Vakıa,1-26
[14] Cehennemin yakıcılığı
[15] Tanrı hiçbir mesaj vermedi
[16] İnnelleziyne yehşevne rabbehum bi’l-ğaybi
[17] Mülk,6-12
[18] Yunus,100
[19] Zuhruf,51-54
[20] Gök yarılıp da yağın kızardığı gibi kızardığında
[21] Nimet(ler)
[22] Rahman,43-45
[23] Mümin,45-50
[24] Sebe,31-33
[25] Vahiy
[26] Cennetler
[27] Devenin iğne deliğinden geçtiği gün
[28] A’raf,40-41
[29] Gök kapıları açılacak
[30] Koskocaman dağlar bir hayal gibi düzleşecek (Türkçede de “dağ gibi adam” denir.)
[31] Tanrı’nın içimize yerleştirdiği doğal istek ve beklentiler
[32] Ve kezzebû bi-âyâtinâ kizzâben
[33] Nebe,17-30
[34] HERZE: Saçmalık, çok düşünmeden ve dayanaklarını oluşturmadan söylenen söz
[35] Elvesiyletü
[36] Egrabu
[37] İnne azâbe rabbi-ke
[38] Helak/muhlikûhê
[39] Kâne zâlike fi’l-kitâbi mesdûrâ/Kitapta satır satır yazılmıştır.
[40] İsra,56-58
[41] RAĞIP EL-İSFEHANİ, Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü, Hlk maddesi, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; ayrıca aynı madde Lisânu’l-Arab, Kâmusu’l-Muhît, Tâcu’l-Arûs, Mekâyisu’l-Luğa, Muhâdaratu’l-Udebâ lügatlerinden de karşılaştırılarak tespit edilebilir.
[42] Sâiga/Fussilet,13
[43] Recfeh/A’raf,78
[44] Fe-uhlikû bit’tâğiyeti
[45] Fe-uhlikû biriyhin
[46] Hâtıe: Bana/bize bir şey olmaz denilerek yapılan kasıtlı hatalar.
[47] Tâğâ el-mâe (suyun tuğyanı)
[48] Ve yehmilu arşe rabbi-ke fevga-hum yevmeizin semâniyetün/O gün rabbinin tahtını sekiz melek taşıyacak.
[49] Men ûtiye kitabehû bi-yemiynihi/Kitabı sağından verilenler
[50] Men ûtiye kitabehû bi-bişimâlihi/Kitabı soldan verilenler
[51] Heleke ‘annîy sultâniyeh
[52] Hakka,1-37
[53] Li-yufside fiy-hê ve yuhlike’l-harse ve’n-nesle
[54] Bakara,204-206
[55] A’raf,44
[56] Hanefilerin Kûfe dil ekolü, Taberi, Hasan Basri ve Ferra Tâhê’nin tarafından Süryanice ile Arap şiirinde “ey insan” anlamında olduğunu belirtirler; bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Tâhâ suresi, 1 nolu dipnot, İstanbul, 2014
[57] Bakara,97
[58] Er-rahmânu ale’l-‘arşi’s-teva
[59] Allâhu lâ-ilâhe illâ hû
[60] Lehu’l-esmâu’l-husnâ
[61] Taha,1-8
[62] RAĞIP EL-İSFEHANİ, Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü, Arş maddesi, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; ayrıca aynı madde Lisânu’l-Arab, Kâmusu’l-Muhît, Tâcu’l-Arûs, Mekâyisu’l-Luğa, Kitabu’l-Ayn, Tehzibu’l-Luğa, Mecazu’l-Kur’an, İbn-i Şeybe’nin Tarihu’l-Medine ve Ebu Nuaym’ın El-Hilyesi’ne bakılabilir.
[63] Li-kulli ecelin kitâbun
[64] Ra’d,38
[65] Efelâ tezekkerûn/Üzerinde düşünmez misiniz?
[66] Dehr
[67] Ve-lâkinne eksere’n-nâsi lâ-ya’lemûne
[68] İman edenler
[69] Amilu’s-sâlihât
[70] Ayetler
[71] Casiye,23-35
[72] Kâfirler
[73] Ved’u ilâ rabbi-ke velâ tekûnenne mine’l-müşrikiyn(e)
[74] Velâ ted’u me’allâhi ilâhen âhere/Allahla beraber başka bir ilah çağırma/Halkın üstünde bir güç kabul etme.
[75] Kullü şey’in hêlikun illâ vecheh(u)
[76] Kasas,84-88
[77] Zalimler
[78] Esâtîru’l-evveliyn
[79] Ve in yuhlikûne
[80] Eleyse hêzê bi’l-haggı
[81] Belâ ve rabbunâ
[82] Azap
[83] En’am,20-30
[84] Antropoloji: İnsan bilim. İnsanların geçmişten gelen kültürel, biyolojik ve fiziksel yapılarındaki değişim ve dönüşümleri inceleyen bilim alanıdır.
[85] Dogma: Bir önyargı içinde doğruluk veya yanlışlığı tartışılmadan kabul edilen düşünce, deneme-yanılma sürecinden geçirilmeden kabul edilen fikir
[86] Kelâm: Söz. Tartışma içerikli üretilen düşüncedir; ancak buradaki tartışma ön kabullere dayalı bir tartışmadır. Doğruluğu baştan kabul edilen bir iddiayı temellendirme amaçlı yapılan tartışmalardır. Bu yönüyle de tam bir skolastik düşünme biçimidir.
[87] bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, İsra suresi, 73 nolu dipnot, İstanbul, 2014
[88] RAĞIP EL-İSFEHANİ, Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü, Azb maddesi, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[89] a.g.e.
[90] Kâfirler
[91] Vallâhu hayru’l-mâkiriyn(e)/Tanrı tuzakları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
[92] Onlara ayetlerimiz iletildiğinde
[93] Kâfirler
[94] Enfal,30-32
[95] bkz. Namık Kaya, Kızıl İslam/Abdestli Kapitalizme Karşı, Tanrı’nın Nefsi makalesi, 1. Baskı, İstanbul, 2006
[96] Tanrı elçileri
[97] Mürselat,8-39
[98] Bakara,205-206
[99] Nisa,119-121
[100] Tevbe,81-82
[101] ELİAÇIK, Recep İhsan, Öteki İslam Tarihi, Şeyh Bedreddin, İnşa Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2016
[102] a.g.e
[103] Fenafi’l-lâh
[104] ELİAÇIK, Recep İhsan, Öteki İslam Tarihi, Şeyh Bedreddin, İnşa Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2016
[105] Küçük
[106] Büyük
[107] Said Nursi, Mektubat, 1. Mektup, 3. Sual, Envar Neşriyat, İstanbul, 1990
[108] Ömer en-Nesefî, AKAİDU’N-NESEFİ, s. 8; Ebu’l- Münteha, ŞERH-U FIKHI’L- EKBER, s.26
[109] Buharî, Nikâh, 88; Rikak, 16; Tirmizî, Cehennem,11; Ahmed b. Hanbel, IV/429
[110] Ağniya, kâniz, mele, mütref, murabi, müsrif gibi
[111] Bakara,195
[112] Ahkaf,35
[113] Meryem,74
[114] Zulüm
[115] Küfür
[116] Putlaştırma
[117] Araf,4,155;Hac,45