— “Fransız İnkilâbı, formüllerini, felsefi olarak yazılı ve hazır bulmuştu. Kendi devrinin felsefesi ortadan kalktıktan sonra gerçekleşen 16. yüzyıl inkilâbı ise, inanılmayacak bir yoklukla karşılaşmış ve hiç’ten yola çıkmıştı.” 16 yüzyıl inkilâbı, yani Rönesans… Fransız tarihçi Jules Michelet’nin (öl. 1874) iddiasına göre, temelinde hiç olan bir hamledir Rönesans. Bir mucize. Rönesans, topraksız bir çınarın adı. Gövdesi var, dalları, hatta kökleri var, ama bu köklerin içine salınacağı bir topraktan mahrum. Bizden hiç’in üstüne kurulduğunu kabul etmemiz istenen bir saray, Rönesans!
Bu denli iddialı Fransız radikalizmine âşina sayılırız. Çünkü bizler de tıpkı Rönesans gibi Cumhuriyet’in de bir hiçlik zemininde, yani yok’tan/yokluk’tan vücuda getirildiğine inandırıldık. Geçmişimizi tanımadık. Tanıyamadık. Hâlâ da tanımıyoruz.
Aslında bütün toplumlar sadece siyasî bakımdan değil, dinî bakımdan da kendilerine böylesi bir ‘hiçlik’ temeli bulmakta mahir sayılırlar. Yani dindar bilinçler de farklı davranmazlar ve onlar da, genellikle, mirasçısı oldukları geçmiş dönem ve âdetlerle irtibat kurmakta isteksizlik gösterirler.
(Bizans mozaiklerine âşina dindar bir nakkaş tanıyanınız var mı?)
Sözün özü, her yeni hamle, kendi cahiliyye dönemini yaratır, ve ister istemez varlığını bir ‘hiçlik’ zemininde yeniden inşa etmeye çalışır.
Niçin?
Yıkılıp gidene borçlu görünmek istenilmediği ve tabii ki geçmişten kopmaktaki ısrarın şiddetini vurgulamak için! Ve dahî, gelecek nesillere, kendisiyle mukayese edilebilecek esaslı bir numûne bırakmamak için!
Aksi takdirde taraftarâna bu köksüzlük başka nasıl izah edilebilir ki?
İnsanların masallara ihtiyacı vardır. Hurafelere. Efsanelere. Yani gerçeklikle araya mesafe koymaya. Hiçbir yeni hamle, bu nedenledir ki kendi hurafesini üretmekten kaçınamaz.
Umutsuz yaşanmaz. Hayâlsiz. Hurafesiz. Beklentisiz.
Gerçeklik katlanılmaz hâle geldiğinde muhayyile devreye girer, ve insanı, gerçekliğin o boğucu, o daraltıcı pençesinden bir çırpıda kurtarıverir. İnsanı kanatlandırır. Yükseltir.
Muhayyile ve hayal, yani inanç ve sanat…
VE edebiyat…
Bu trajik hayatın ayakları yere basmayan iki hakikî mümini vardır: derviş ve sanatkâr yani sûfi ve şâir.
Diri bilinçler ister istemez evden kaçmak zorundadırlar. Statükodan. Alışılagelenden. Sonlu ve sınırlı olandan. Sadece büyümek için değil, aynı zamanda kendilerini ‘var’ hissedebilmek için.
Şayet döndüklerinde kapısını çalabilecekleri bir evleri varsa ne mutlu onlara!
Yoksa, yok olacaklardır.
Burası kesin.
İnsan insanı kendinde ve başkasında tanır. İster istemez başkasına muhtaçtır bu yüzden. Karşı çıkmak için bile olsa, muhakkak temasa geçebileceği bir ‘başkası’ bulunmalıdır çevresinde.
Kevin Robins, Batılı kimliği biçimlendiren ve tanımlayan iki ilkenin bulunduğunu söyler:
1. Bilimsel ve teknolojik rasyonalite.
2. Diğer kültürlerle yoğun biçimde karşı karşıya gelmek, yani imparatorluk döneminde ve sonrasında Batılı olmayan toplumlarla karşılaşmak.
Bir toplumun kendine ilişkin farklılık duygularını keskinleştirse bile, farklı olanla temas etmenin zenginleştirici tarafı inkâr edilemez.
Her türlü red ve inkârın, garip bir biçimde, red ve inkâr olunanı içselleştirici bir yönü vardır. İzafet’in genel yasası böyle. Tez’ine yapışık olmayan bir anti-tez tasavvur edilemeyeceği gibi, teizm’le bağı olmayan bir a-teizm de tasavvur edilemez. Aradaki bağın pozitif (olumlayıcı) olması gerekmez. Negatif (olumsuzlayıcı) bağ da en nihayet bir bağdır.
Şu yaygın klişeden istifade edersek, tıpkı aşk-nefret ilişkisi gibi. Aşk, nasıl ki sevgiliyle aradaki bağın (en) olumlu tasavvuruna verilen ad ise, nefret de bu bağın (en) olumsuz tasavvuruna verilen addır. Yani sevgili her iki hâlde vardır; olumlu ya da olumsuz olarak.
İzafeti ortadan kaldıracak tepki unutmaktır. (Aşık dediğin, zaten unutmayı istemediği için maşukundan nefret etmez mi?)
Yeninin eskiyi tümüyle reddetmesine benzer biçimde, eski de yeniyle diyaloğa girmekte pek istekli davranmaz. Eski, yeninin, iddiasını muhafaza etmesi kaydıyla kendisine eklemlenmesine aslâ izin vermez. Her yeni hamle, her yeni yorumlama teşebbüsü genellikle bir tereddî, bir bozulma ve çürüme (decadence/degeneration) alâmeti olarak algılanır. Bu nedenle de uyuşmazlıklar, taraflarca ya yeni hamlenin hoyratlığıyla ya da eski yapının katılığıyla izah edilir.
Ey talib, unutma ki bir önermenin yüklemi, konusunu kapsar (şümûl), konusu ise yüklemini içerir (tazammun). Bu nedenle konu’ya değil, yüklem’e ver dikkatini! Zira yargının doğruluğu, yüklem’in kavramca konu’dan geniş olmasını gerektirir.
Senin anlayacağın, Osmanlı’ya sahip çıkmak, Bizans’a da sahip çıkmak demektir.
Osmanlı Bizans’ı kapsar çünkü.