Katliamdan tesadüf eseri sağ kurtulanlar… Yakın zamanda yayınlanan bir kitap bu tanıklıkları okuyucuya sunuyor: Yaşıyorsak Borçluyuz
Arif KOŞAR
10 Ekim 2015’te Ankara’da KESK, DİSK, TTB ve TMMOB’nin çağrısı yapılan barış mitingine IŞİD’in gerçekleştirdiği bombalı saldırı Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından birisi olarak tarihe geçti. Katliamın ardından ortaya çıkan bilgiler; IŞİD üyelerinin yakından izlendiğini ama bir türlü gerekli önlemlerin alınmadığını ortaya koydu.
Katliamdan tesadüf eseri sağ kurtulanlar… Onların yaşadıkları, gördükleri, tanıklıkları… İşte yakın zamanda yayımlanan bir kitap bu tanıklıkları okuyucuya derli toplu bir biçimde sunuyor: “Yaşıyorsak Borçluyuz.” Kitap, tanıklıkların dışında, katliamı, öncesi, sonrası ve politik sonuçlarıyla birlikte analiz ediyor, akademik olarak da önemli bir katkı sunuyor. Hazırlayan Yücel Demirer ve İlhami Şahbaz’ın deyimiyle bir ahde vefa kitabı. Dahasını, Demirer ve Şahbaz’a soruyoruz…
‘Yaşıyorsak borçluyuz’ dediniz. Neden?
İlhami Şahbaz: 10 Ekim 2015 saldırısına hedef olan miting; KESK, DİSK, TTB ve TMMOB tarafından çağrısı yapılan bir barış mitingi. Emek ve meslek örgütlerinin çağrıcısı olduğu diğer demokrasi güçlerince de desteklenen bir miting olması bu ülkedeki emekçilerin savaşa karşı barıştan yana taraf olduklarını gösteren somut bir gösterge olması önemli. Dolayısıyla binlerce emekçi 10 Ekim’de barışı bu topraklara getirmek üzere Ankara’ya gitti. Ancak bu çaba bir katliamla karşılaştı. Hâlâ devam eden savaş cenderesinin dışına çıkamadığımız günlerde, başta bugün aramızda olmayan barış yolunda yitirdiklerimiz olmak üzere, halklarımıza, coğrafyamıza barış borcumuz var. Biz geride kalanlar bu borcu ödemekle yükümlüyüz. Diğer yandan kitapta yer alan tanıklık yazılarına bakıldığında görülecektir ki, birçok arkadaşımız hayatta kalmalarını bugün aramızda olmayan yoldaşlarımızın fiziki varlığına borçlu olduğunu, ölenlerin bedenleriyle yaşayanlara siper olduklarını vurgulamaktadır. Bu iki nedenden dolayı bu cümleyi başlığa çekmenin uygun olacağını düşündük.
Kitabın çok alışık olunmayan bir bileşimi söz konusu. Hem kişisel tanıklıklar hem de akademik makaleler kendisine yer bulmuş. 10 Ekim Katliamı üzerine neden böyle bir kitap, neden böyle bir bileşim?
Yücel Demirer: Bu metin sonuç olarak akademik yanları olan bir kitap olsa da, bizim için bir ahde vefa çalışması. Kitap üretmek için değil, ölenlerin barış çabası tarihe geçsin diye başladık işe. Yola çıkarken kitabın içeriği hakkında kafamızda canlanan bir tasarım vardı, fakat biçim ve bileşenler konusunda katı bir şablonumuz yoktu. Derdimiz bu tarihi katliamı, hem de bir barış mitinginde yaşanan bu katliamı yerel ölçeğin sağladıklarıyla kayda geçirmek, unutulmamasına katkı sağlamaktı. Elbette bu çalışmada elde edilen sonuçların yerelliği aşan sonuçları olacağını biliyorduk. Katliama tanık olanların sesini duymak istedik. Ayrıca akademik olarak da bu katliamın incelenmesine olanak sağlamak istedik. Katliamı değişik disiplinlerin süzgecinden geçirmenin çalışmayı zenginleştireceğini düşündük. Özellikle toplumsal sorumluluk hisseden, politik kimliği olanlarca yapılan sosyal bilimin “terörist faaliyete destek” olarak yaftalandığı bir dönemde sorumluluk-nesnellik-siyasallık arasında dengeli bir ton tutturmaya gayret ettik.
Doç. Dr. Yücel Demirer (soldaki) ve İlhami Şahbaz. Barış imzacısı Yücel Demirer, aynı zamanda KHK ile Kocaeli Üniversitesinden ihraç edilen akademisyenler arasında yer alıyor. (Fotoğraf: Hasret Gültekin Kozan)
Neden Kocaeli, çalışmanın sonucunda Kocaeli’nin bir özgünlüğü ortaya çıktı mı?
İlhami Şahbaz: Kocaeli dışında bir kentte yaşasaydık bu çalışmayı bu biçimde yapar mıydık bilmiyorum. Ancak Yücel Hoca ile bu çalışmayı ilk konuştuğumuz andan itibaren Kocaeli’nin farklılığını biliyorduk fakat çalışma ilerledikçe bu farklılık daha da belirginleşti. Şöyle ki; Kocaeli büyük bir metropol kent değil fakat herhangi bir Anadolu kentinden de önemli farklılıkları var. Bu coğrafyada emek hareketi/sınıf mücadelesi tarihinde önemli bir yere sahip. Tarihsel birçok örnekten söz edebiliriz. Denilebilir ki Türkiye de sınıf mücadelesinin bugününden veya tarihinden Kocaeli’yi anmadan söz etmek mümkün değil. Sosyolojik olarak da birçok farklılığı barındıran bir kent. Dolayısıyla barış gibi önemli bir meselenin ve gerçekleşen katliamın bu özelliklere sahip bir kentte nasıl ele alındığını kaydetmek istedik. Bir anlamda kenti laboratuvar gibi ele aldık diyebiliriz.
Kişisel tanıklıklara ilişkin yazılar açıkçası beklediğimden çok daha fazlasını anlatıyor. Bu tanıklıkların toplamını değerlendiren bir makaleniz kitapta yer alıyor. Bu tanıklıklarda ortak olan nedir, nasıl bir sonuç çıkardınız?
Yücel Demirer: Bir dereceye kadar beklediğim, ancak yoğunluğu ile sarsıldığım bir biçimde tanık anlatımlarında yaşanan deneyimle benzeri tarihsel örnekler arasında analitik bağlar kurulduğunu gördüm. Yalnızca sol-sosyalist siyasal liderlerin söyleminde değil, gündelik hayatın içindeki kişilerin belleklerinde de Maraş ve Çorum Katliamlarının tazeliğini koruduğu, adaletli bir yargılama sonucuna ulaşmayan hukuk süreçlerinin kolektif bir hüzün yarattığını bu deneyimle bir kez daha fark ettim. Müthiş etkileyici detaylarda Anadolu’nun muhalif ve sol kimliğe sahip insanlarının duyguları, ortak noktaları ve kaygılarına ilişkin çok şey öğretti tanık metinleri bana. 20’li yaşlardaki öğrencisinden, yaşını başını almış emeklisine, bir yandan çilekeş bir umut sahibi olma hali dile getirilirken, diğer yandan solun sosyolojik dinamiklerine ilişkin de ummadığım detaylarla karşılaştım.
‘KİTLELERİN DİLE GELMESİ GEREKİR’
Kitapta katliamların, doğrudan ve fiziki olarak etkilediklerinin dışında yeni bir toplumsal ilişkiler ağı kurmayı hedeflediği ifade ediliyor. İktidarın hedeflediği nasıl bir toplum ve başarılı olabilir mi?
Yücel Demirer: Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları boyunca, tüm alt dönemleri kapsayan süreklilikler yanında, önemli değişiklikler de yaşandı. Bir yandan popülist bir fırsatçılık ile kitleler ikna edilirken, diğer yandan özellikle 2010’lar sonuna dek toplumsal meşruiyetin kazanılmasına özel bir önem verildi. Bugün ulaştığımız noktada faşizan bir yükselişten bahsetmek olanaklı. Tekçi bir çizgi, eline geçen fırsatları ilkesizce kullanarak sınır tanımadan ezmeye devam ediyor. Baskıcı yöntemlerle elde edilen rıza ile barış içinde, demokratik ilkeler ışığında bir hayat yaşanmaz. Ancak, özellikle kendisi etkilenmedikçe susan kitlelerin dile gelmesi, bu yönde bir ortamın oluşması, günlerimizi örten kara perdenin yırtılmasını da beraberinde getirecektir.
Katliamın yerel basında yer buluş biçimi de ayrıca kitapta değerlendiriliyor. Yerel basının yaklaşımı nasıldı?
Yücel Demirer: Yerel basının konuyu işleyişi ve yerel basında yayımlanan haberler üzerinden ilerleyen trol trafiği üzerine kitapta yer alan başarılı inceleme, bir yandan yerel dinamiklerin gücünü gösterirken, diğer yandan yerel basın üzerindeki merkezi saldırı ve etkileme biçimlerini bize gösterdi. Birkaç nitelikli örnek dışında yerel basının yansıtma biçimi siyasal güç odaklarını memnun etmeye yönelik oldu.
KATLİAM GELENEĞİ
Kİitapta 10 Ekim Katliamı’nın ardından yaşanan siyasal sürece ilişkin de ayrıntılı değerlendirmeler var. Hükümet cenahından yapılan “kamu güvenliği” vurgusu, literatürdeki otoriter “Güvenlik devleti” kavramını çağrıştırdığı kitap kimi makalelerde ifade ediliyor. Neler söylersiniz?
İlhami Şahbaz: 10 Ekim’e gelinen süreci hafızamızda kısaca canlandıracak olursak, siyasal iktidarın egemenlik sahasında önemli kayıpların olduğu bu egemenliğini yeniden tesis etmek üzere meşruluk dışı yol ve yöntemlere yöneldiği görürüz. Özellikle 7 Haziran 2015 seçimleri ile bu iktidar kaybının somuta erdiği ve diğer yandan da HDP etrafında halk güçlerinin barış ve daha çok demokrasi için bir araya geldikleri ve önemli bir başarı elde ettikleri görülür. Dolayısıyla söz ettiğimiz dönemde gerçekleşen saldırıları egemen güç odaklarının yönetme kabiliyetlerini yenileme araçları olarak görmek gerekir. 10 Ekim Katliamı ise bu sürece dair hazırlıkların zirve noktasıdır. Bu anlamda 10 Ekim iktidarın AKP tarafından gasbedilmesine olanak sağlayan bir katliamdır ve sonrasını dizayn etmeye endekslidir. Bu noktayı kaçırırsak “Güvenlik devleti” ya da “kamu güvenliği”nin ne anlama geldiğini anlamamız güçleşir.
Sizin yazınız genel olarak iktidar ile şiddet, özel olarak da AKP Hükümeti ve katliamlar arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Bu açıdan nasıl bir ilişkiden bahsedilebilir?
İlhami Şahbaz: Bir önceki soruda bıraktığım yerden devam edersem, Osmanlı dönemi dahil olmak üzere günümüze kadar gelen devletin geleneği içerisinde katliamlar hep önemli bir yer tutmuştur. Devletin yönetme krizi yaşadığı her dönemde baskının yoğunlaştığı ve katliamların yaşandığını görmek gerekir. Devletin adının Osmanlı veya Türkiye Cumhuriyeti olması bu gerçekliği değiştirmemektedir. Hatta iktidarda hangi burjuva kliğin olduğundan bağımsız olarak devletin bu refleksi pek bir değişikliğe uğramamıştır. Belki araçların ve aktörlerin değişikliğinden söz edebiliriz fakat öz aynıdır. Dolayısıyla devletin temel yönetme felsefesiyle 10 Ekim Katliamı arasındaki, ilişkide tarihsel bir sahicilik söz konusu. Bugünden geriye doğru bakarsak 10 Ekim Katliamı’nı daha iyi anlarız. Çünkü 10 Ekim Katliamı da tarihteki diğer katliamlar gibi bir dönemi düzenlemek üzere işlevsel kılındı. Hatırlayalım o dönemi, katliamdan sonra AKP dışındaki siyasal güçler için sokak riskli bir yer haline geldi ve kitle hareketinde gözle görülür bir düşüş yaşandı. 10 Ekim’de ekilen korku ve baskı 1 Kasım’da meyvelerini yenilenen ve güçlenerek dönen AKP iktidarı olarak verdi. Dolayısıyla bu “deneme” başarılı olduğu için sonrasında baskı ve şiddet Kürt kentlerinin tamamına yayıldı. 10 Ekim Katliamı’ndan sonra barış ve demokrasi mücadelesini yükseltme yeteneği gösterebilmiş olsaydık sonrasında artarak günümüze kadar devam eden baskı ve faşizan uygulamaları yaşamazdık diye düşünüyorum.
EMEK İLE BARIŞ ARASINDAKİ DİYALEKTİK BAĞ
İşçi sınıfı ve barış mücadelesine ilişkin kitapta da iki yazı var. Murat Özveri ve Ömer Furkan Özdemir’in. Sınıf mücadelesi neden önemli ve bugün neden zayıf? Ya da zayıf mı?
İlhami Şahbaz: Barış meselesi, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın doğusunda ve batısında farklı algılara sahip. Bir Kürt için barış ekmekten önce gelirken, batıdaki sınıf bilincinden yoksun bir işçi tarafından en iyi ihtimalle Kürtlere ait bir talep olarak algılanmaktadır. İşçi sınıfının büyük çoğunluğu sofrasındaki ekmekle barış arasındaki diyalektik bağı henüz kuramadığını söylemek abartı olmaz. Ancak biliyoruz ki, barışın en tutarlı savunucusu sınıfsal konumu nedeniyle işçi sınıfı olmak durumundadır. İşçi sınıfının ana gövdesinin bugün şu veya bu nedenle şovenizmin etkisi altında olması bu gerçekliği değiştirmez, tersine görev sorumluluklarımızın ağırlığını ve yakıcılığını bir kez daha bize hatırlatır. Bu kitapta bu bölüm olmasaydı büyük bir eksiklik olacaktı. Murat Özveri ve Ömer Furkan Özdemir değerli yaklaşımları ile önemli bir perspektif sundular. Ayrıca emek ve meslek örgütlerinin çağrıcısı olduğu bir mitingin katliam için seçilmiş olmasının da tesadüf olmadığını düşünüyorum.