Böyle zamanlarda en zoru bayram yazısı yazmaktır. Acıları hatırlatan satırlarla söze başlasanız, bayramdan bayrama mutlu olma fırsatı yakalayanlara haksızlık yaptığınızı hissedersiniz. Bütün bir yıl boyunca yüzü gülmeyenlere birkaç günlük huzuru bile çok gördüğünüzü düşünmeye başlarsınız.
Toz pembe tablolar çizen sözlerle yazmaya başlasanız, yazdığınız içinize sinmez. Derdine çare bulamayanlar için derdini unutmak yada derdini kabullenerek yaşamaktan başka yol kalmaz. Peki dertlerimiz gerçekten çaresi olmayan, elimizden bir şey gelmeyen boyutta mı ?
İslam düşüncesi içinde en zor tartışmalardan birisi “kader ve irade” üzerine olmuştur. İnsanın başına gelenleri değerlendirirken kendi yaptıklarını sorgulaması, “düşünen ve sorumluluğu olan” bir varlık olmasının gereğidir. Bu yaklaşım, sorunların sebebini doğru değerlendirmek ve çözüme dair adım atmak için önemli bir başlangıçtır.
İçinde yaşadığımız devrin en öncelikli sorunları aslında insanlık tarihinin de ortak sorunlarıdır. Yoksulluk ve savaşların sorumluları, kurbanları değişse de bu iki sorunun insanlık tarihindeki belirleyici yeri değişmemiştir. Adaletin ve barışın egemen olduğu coğrafyalar, dönemler ne yazık ki bir istisna niteliğindedir.
Haksız yere insan öldürmenin, insanlığı açlığa ve ölüme mahkum etmenin arka planındaki dünya görüşleri ile daha derinden yüzleşmek zorundayız. İnsanlara hayatı dar eden uygulamaların sorumluluğunu, sadece dışımızdaki aktörlere yıkarak yaptığımız her analiz sadece kendimizi kandırma girişimine dönüşecektir. Belki küreselleşmenin en önemli sonucu budur. Dünyanın neresinde bir çocuk açlıktan ölüyor, yada insanlar savaşlarla katlediliyorsa bunda bizim payımız olabileceğini kabul ederek muhasebeye başlamalıyız.
Silah tüccarlarını cesaretlendiren, doğayı ve kaynakları sömürenlerin egemenliği pekiştiren tam da bu suç ortaklığıdır. Modern dünyanın karar mekanizması olan devlet aygıtı, yurttaş sorumluluğu açısından özel bir işlev görmektedir. Sadece kendi geleceğinize değil yaşadığınız bölge halklarının hatta bütün insanlığın kaderine müdahil olma süreçleri devletler eliyle inşa edilmektedir.
Bu sorumluluk alanının dışına çıkmak, devlet ve iktidar konusunda bambaşka bir yerde durmayı göze almaktan geçiyor. Siyasal duruş, örgütlü mücadele ve toplumsal katılım gibi şeyler tam da bu noktada anlam ifade etmeye başlıyor.
Savaşları durdurmayı kendine dert edinmeyen, yoksulluğu pekiştiren politikalara itiraz etmeyen cemaatler inşa etmenin, bireysel kurtuluşa bile yetmeyeceği bir dünyada yaşadığımızı genellikle unutuyoruz.
Unutmak elbette insan doğasının bir parçası. Bu anlamda bayramlar bilinçli bir unutma, unutturma mekanizmasını öngörmektedir. Daha insanca yaşam koşullarını bütün insanların hak ettiğini kabullenmiş bir unutma. İnanç, ırk, renk gibi farklılıkların peşin bir cezalandırma nedeni olarak görülmeyeceği bir dünya özlemi ile unutma. Daha zengin, daha güçlü yaşamak için bir başkasını yok etmek, onun haklarını gasp etmek zorunda olmadığımız algısına dayanan bir unutma.
Bambaşka bir bilinçle yola çıkmak için, “hafıza” denen bilgi koruma ve hatırlama mekanizmalarını yeniden kurgulamak gerekiyor. Bayram eğer insanlara özgü ise, insanın bilgi ve duygu dünyasının da insanlığın yararına işliyor olması beklenir. Adaletin olmadığı bir dünyada barışın olmayacağını henüz kabullenmiş gözükmüyoruz. Zulm ile abad olunabileceğine, özgürlükler kısıtlanarak istikrarın sağlanabileceğine, eşitliğin olmadığı bir dünyada güvenli bir ortamın kurulabileceğine inanmakta ısrar ediyoruz.
Unutmanın yeni bir sayfa açmak için vazgeçilmez rolünü kabullenmek, kolay değildir. Tam da bu nedenle unutmaktan daha kolay olmayan bir yolu, savaşmayı, çalmayı, insanlığı yalanlarla oyalamayı tercih etmek zorunda kalıyoruz.
Bu nedenle çocuklar şeker toplayamadan ölmeye devam ediyor. Ve biz insanlığımızı hatırlamak için bir başka bayramı beklemeyi içimize sindirebiliyoruz. Neyi ne kadar hak ettiğimizi sorgulama ihtiyacı bile duymadan.