Neden Anayasa diyoruz?
Anayurt, anavatan, ana akım, anayol, anakent, “cennet anaların ayakları altındadır”, “anandan emdiğin sütü burnundan getiririm”, “anam avradım olsun”, “uyy anam” da dediğimiz içindir diyeceksiniz ama ben öyle düşünmüyorum.
Biliyorsunuz, Unakıtan Bakan iken, “babalar gibi satarım KİTleri” demişti; analar satmaz da ondan mı?
Analar sevecen, koruyucu, endişeli ve kol kanat gerenler olduklarından mı, bizim hukukumuz yaratan temel yasaya, Anayasa demişiz? Sanmıyorum.
12 Eylül faşist askeri darbesinin Anayasası ve tesis ettiği neoliberal ekonomi- politika, anamızı otuz yıldır ağlatırken, pek de “ana” teması üzerine kurduğumuz kültürel arketiplerimizin ortaya attığı bir saikle olmasa gerek, düny
“Kurucu Yasa” demekten kim alıkoydu bizi? “Kuruluş Yasası” ya da? Ya da, “Kurumyasa”, “Öz Yasa”?
Bu girişi, Türkçeleştirme zorlaması olarak görenleriniz yanılacak.
Türkçeleştirmeye falan çalışmıyorum “anayasa” sözünü, zaten yeteri k
“Kavramlaştırmak”tan bu k
Nazi romancı ve düşünür Ernst Junger, “Kelimeler hem kraldır, hem büyücü” der. Yani, onlar bazen kavram olur, kavrayışımızı veya idrakimizi belirler; hem de tılsımlı bir etki ile yaşamımızı somutlaştırmak ve nesneleştirmek için gerekli olan idea’yı bize sunar; bazen de bizi belirler, manipüle eder.
“Anayasa” da böylesine bir söz. Belli ki, anaerkil bir geçmiş tortusu var.
Ama sınıflı ve baberkil bir düny
Bu durumda, ana’nın içinde bulundurduğu tüm arketipik veya güncel kültürel semiolojileri ve semantik yükü taşıyan bir tamlama olan “anayasa”, gerekirse sözü dinlenmeyen, saygı ve sevgi duyulduğu halde her türlü acıya ve şiddete reva görülebilen, hatta üvey ana olarak değiştirilebilen, anamıza bacımıza söz söyletmediğimiz halde, “anam avradım olsun”, “yalan söylüyorsam anamın ölüsünü göreyim”, diyerek sanki önem veriyormuşçasına kolaylıkla harcanabilen ve üzerine yalan yere yemin edilen ve “ananın ölüsünü gör” kabilinden tehdit unsuru olarak kullanılabilen bir “ana” olgusunun alt ve üst anlamları ile, “yasa” olgusunu yanyana getirdiğimizde, kuruluş, esas, kurum, teşkilat gibi, devletin oluşum özünü var eden bazı temel kavramları yok ettiğimiz veya alt anlama düşürdüğümüz bir gerçek değil mi? Bu devlet, Devlet Ana mıdır; Devlet Baba mıdır sorusuna bile gündelik hayatımızda henüz doğru düzgün cevap bulamadığımız bir kafa karışıklığı ile yaşarken, bir de bu devleti kuran “yasaya” “ana” demek bence çok sakil bir durum.
Yani kısacası, “ana” vurgusunu yapmakla, “kuruluşun temeli” vurgusunu yapmak arasında, yasalar, kurallar, normlar ve standartlar dizgesini biraz da egemen sınıfların insafına bırakmış olmuyor muyuz diye uzun zamandır sorarım kendime.
Öyle ya, arketipik ve semantik yükü bakımından türlü karşıtlıklar içeren bir söz (ana) ile anılan bir yasanın yaptırım gücünün ne olabileceğini, değişmezliğini, sözüne uyulması gerektiğini, analarının sözünü çoğunlukla hiç dinlemeyen çocuklar olarak iyice bilmek durumunda değil miyiz?
Bu nedenle anayasacılık akımı diye bilinen bir siyasal felsefeye, sırf konstitüsyon bizde “ana-yasa” biçiminde anılıyor diye, hep uzak kalmış veya özellikle ana yasa ile arama uzaklık koymuş biriyim.
Oysa, toplumsal sözleşmeden yanayımdır. Yani, insanların hak, hukuk,
Bur
Nasıl, 1921 ve 1924 Teşkilât-ı Esasiye’leri, bütün hukuk metinlerinde, 1960 yılına k
Hem bir renovasyona, hem de bir restorasyona gereksinimimizin olduğu muhakkaktır. Bu yenileşme (renovasyon) ve yeniden inşa (restorasyon) sürecinin özü, kuşkusuz sınıfsal savaşımın belirleyiciliğinde olacaktır.
Ancak, biz bu yeni ana-yasaya, “ana” temasının dışında, “kuruluş”, “esas” gibi, değiştirlmesi ve üzerinde zırt pırt oynanmasının zorlaştırıcılığı vurgusunu içeren daha ciddi bir semantik öge (anlam yükü) katmazsak, onu bu anlam yükü ile kavramlaştırmazsak, idrak etmezsek, o anayasayı da babalar gibi düzmemiz kaçınılmaz olur. (Aman yanlış anlamayın, bu düzmek, “kervan yolda düzülür”ün düzmesidir.)
Diyeceksiniz ki, bu da kesmez bizi… “Esas” da desek, “kuruluş” da desek ana-yasa gibi ırzına geçeriz biz bu yasanın. Toplumsal sözleşme bize vız gelir, tırıs gider; toplum da değiliz, söz de vermeyiz…
Öyleyse, hiç yazmayın… Hani, Mustafa Kemal Paşa, İzmit Milletvekili Sırrı Bey’e, bir tür ana-yasa olan Misak-ı Milli için demiş ya, “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok bela koydunuz.”[1] İngiltere gibi olana k
[1] TBMM, Gizli Celse Zabıtları, Cilt III, 27 Şubat 1338 (1923), Celse: I, TBMM Basımevi, Ankara 1980, s: 1319; ayrıntılı açıklama için Bkz: Veysel Batmaz, Kıbrıs’ı Verelim Musul’a Alalım, Salyangoz Yay.,2008, ss: 145-48 ve 447. Bu celse bölümü, aynı zabıtların İş Bankası 1999 basımında yoktur; Kenan Evren tarafından 1985’de sansürlenmiştir. Hikayesini kitabımdan okuyabilirsiniz.