İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprü Garipçe-Poyrazköy’den geçecekmiş. Son açıklama böyle. Bilmiyorum sizi ama ben bu haberi duyunca içimden “Bize sormadan mı” diye bir soru geçiverdi birden. Yani bizim hayatımızı bu denli etkileyecek bir kararı yine bize sormadan mı alacaklar dedim kendi kendime.
Bu duyguyu duymamış olabilirsiniz. Demokratik kurallara göre seçilmiş, halkın yarısına yakınının oyunu almış bir hükümetin böyle bir karar almak için bize sorması mı gerekir diye düşünmüş olabilirsiniz.
Evet! Ben sorması gerektiğini düşünüyorum.
Hükümetin demokratik seçilmiş bir hükümet olduğu halde yine de toplumun önemli bir kesiminin hayatını etkileyecek, İstanbul gibi tarihin ve dünyanın en önemli şehirlerinden birinde böyle bir karar alabilmesi için çok daha derin bir meşruiyet araması gerektiğini düşünüyorum. Topluma sorması, onun bu konuda onayını araması gerektiğini düşünüyorum.
Böyle bir demokrasi anlayışının “demokratizm” olduğunu düşünenler çıkacaktır elbette. Seçilmiş bir hükümet olmanın otomatik olarak demokratik bir meşruiyet sağladığını ve bu nedenle de daha “derin” bir meşruiyet arayışına gerek olmadığını söyleyenler olacaktır. Bunlar anlaşılabilir şeyler.
Ama eğer “Karar alanlar daima kendi çıkarlarına göre karar alıyorlarsa” ve alınmak istenen kararın toplumsal olarak da etkin bir karar olması isteniyorsa, o zaman bu karar sürecinin bir yerine “toplumu” koymanız gerekmez mi?
Bu nasıl olacak? Özellikle nereden geçeceği inanılmaz rantlar yaratacak bir güzergâhın seçiminde topluma sorularak nasıl karar alınabilir ki? Doğrusu ben de bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Ama bu işin projelendirilmesinde bu sorulara da yanıtlar bulunabilir ve bulunmalıdır diye düşünüyorum.
Ama asıl sorun mevcut hükümetin, aslında haksızlık yapmayalım gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin demek daha doğru olur, benimsediği demokrasi anlayışının böyle bir demokrasi anlayışı olması. Ve bu demokrasi anlayışının da artık çağımızın insanını “kesmeyen” bir anlayış olması.
Ne demek istiyorum?
Kendine “sosyalist” diyen ve fakat özünde “elitist” olan devletlerin seksenli yılların sonlarına doğru yıkılmaları insanlığın önemli bir kesiminin, iddiası ne olursa olsun “elitist” bir devlet yapılanmasının insan hayatları üzerinde nasıl adaletsizliklere yol açtığını görmesiyle ilgiliydi.
Bu gelişme insanlığın diğer yarısında da, kendine “demokratik” diyen ve fakat özünde, tıpkı sosyalist ülkelerde olduğu gibi “elitist” olan Batılı devlet yapılanmalarının da insan hayatları üzerinde benzer adaletsizlikler ürettiğini görmesiyle sonuçlandı.
Bu nedenle de günümüzün insanı kendi yaşamı üzerinde olduğu kadar toplum yaşamı üzerinde de dünden çok daha fazla duyarlı. İktidarlara, iktidarların kendi hayatı ya da toplumun gidişatıyla ilgili aldıkları kararlara bugün daha kuşkulu ve dünden daha temkinli.
Demeyin “Türkiye halkı nerede böyle bir demokrasi duyarlılığı nerede!” diye. Geçmişte ceberut devletimiz AKP’yi sistem dışına düşürmek için “367” oyununu bulduğunda, AKP’nin yüzde 34 olan oyunu yüzde 47’ye çıkarmak gibi inanılması güç bir demokratik tepki veren bu toplum değil miydi? Bu artış bir demokrasi duyarlılığına işaret etmiyorduysa neye işaret ediyordu?
Bu çerçeveden değerlendirirsek AKP’nin “3. köprünün güzergâhı” ile ilgili verdiği karar, benimsediği ve fakat artık zamanını doldurmuş ve toplumun gerisinde olan bir demokrasi anlayışının ifadesidir. Bunun da anayasa değişiklikleri konusunda olduğu gibi daha birçok konudaki yaklaşımıyla tutarlı olduğunu da biliyoruz.