Tarihi eserler hatıra defteridir sanki. Bir döneme can verirler. Çevirdikçe sayfaları dalar gidersin, kendini yüzyıllar öncesi hayatların içinde bulursun.
Yolum kabristana düştüğünde en sevdiğim şey hece taşlarını okumaktır. Kimdir, nerelidir, kaç yaşında ölmüştür? Hepsi yazar. Dikkat eder, hesaplarım. Genç yaşta ölenlerin, cinayete kurban gidenlerin hazin hikâyeleri birkaç kısa cümleye sıkıştırılmıştır. En fazla da onlardan etkilenirim. Küstah duygularla girdiğim kabristandan pelte gibi ayrılırım. Kendimi toparlamam bir hayli zaman alır.
Hac ve umreye gidenler, Mescidi Nebevi’nin yanında bulunan “Cennet-ül Baki” yi mutlaka ziyaret etmiştir. Cennet-ül Baki, İslam tarihinin en meşhur ve en itibarlı kabristanıdır. Umre için Suudi Arabistan’a gittiğimde, ben de ziyaret ettim. Buranın bir mezarlık olduğuna inanamadım. “Dolaşma yolları ayrılmış bir tarla!” Kim, nerede medfun? Belli değil. Sanki parkta tur atmış gibi oldum. Hiçbir duygu uyanmadı. Girdiğim gibi çıktım. Böyle bir ziyaretin, ziyaretçi için nasıl bir anlamı olabilirdi ki?
Kutsal tarihi mekânları yok etmek, Vehhabi mezhebinin inançlarından kaynaklanır. Türbeleri yıkmak mezhebin temel takıntısıdır. Vehhabilik sayesinde kabir zararlılarının arasına, kefen soyguncuları ve altın diş definecileri arkasından bir zararlı daha eklendi: “Türbe Vandalları” Lakin bu yıkımlara makul bir açıklama da bulmak gerekiyordu. İngiliz zekâsı böyle zamanlarda gerekliydi. Zaten, “Kabirde yatandan şefaat beklemek şirkti, yardım sadece Allah’tan beklenmeliydi.” “Türbeleri yıkacağız; çünkü hac ziyaretinin mekanik bir turizme dönmesini istiyoruz” denecek değildi ya! Gerçi bu durumda dahi türbeleri yıkmak gerekmezdi. Yıkılsa da bir hece taşı koymak, merhumun kimliğini yazmak pek ala mümkündü; ama maksat başkaydı.
Vehhabilik, Pakistan veya Fas gibi diğer İslam beldelerinde yayılmış olsaydı, tahribatının etkisi yörenin tarihiyle sınırlı kalacaktı; fakat mezhebin, bütün Müslümanları etkileyecek şekilde kutsal topraklarda ortaya çıkması çok manidardır. İşte ben bu yüzden İngiliz zekâsına hayranım ya!
Yetmişli yıllarda adı “İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü” idi. Sonra İlahiyat Fakültesi oldu. 28 Şubat sürecinde Hayrettin Hoca fakülteden ayrıldı. Güya baskıları protesto etti. Belki de korkmuştur.
Yetmişli yıllar benim lise yıllarımdı. Hayrettin Hocalar bir dergi çıkarıyordu: “Yeni Nesil” Bekir TOPALOĞLU, Hayrettin KARAMAN derginin yazarları arasındaydı. Türbesel mezarın sünnete uygun olmadığını, türbelerden şefaat beklemenin caiz olmadığını ilk o dergilerde okumuştum. Derginin yazdığına göre sünnete uygun mezar; toprağı en fazla bir karış yükseltilmiş, başucunda bir taşla yeri belirlenmiş mezarmış. “Kralın Ülkesi” ndeki gibi yani.
Derginin finansmanını kim karşılıyordu bilemem. Kral belki de elli bin adet bastırıp dağıtmayı taahhüt etmiştir yahut dolgun telif ücreti ödemiştir. Kralın benzer işlerine bakılırsa bu da mümkün.
Konumuz Prof. Dr. Ali ÖZEK, Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN gibi altı ilahiyatçı hocanın yazdığı meal ile ilgili. Sayın Karaman’ın anlatımına bakılırsa olay şöyle: “Kral bu hocalardan bir meal hazırlamalarını ister. Zaman kısıtlıdır ve ellerini çabuk tutmaları gerekmektedir. Onlar da tercüme tarihine yeni bir yöntem kazandırırlar. Bu defa Kuran cüzlerini hatim için değil de, meal için bölüşürler.” Gerçi ben bu meali gördüm. Diyanet’in hazırladığı mealin aynısı. Belki onu da onlar yazmıştır, bilemiyorum. Belki de şöyle sözleşmişlerdir: “Diyanetin mealini esas alalım arkadaşlar!”
Toplumsal hareketler, aynı zamanda siyasal hareketlerdir. Siyasi hedeften bağımsız bir ideoloji olamaz. Vehhabilik, hangi siyasi amaçların aracı olmuştur acaba? Neşet ettiği ortama ve icra ettiği role bakılacak olursa, bir fikir yürütebilirim: “Dini bağları tahrif ve imparatorluğu yıkmak.”
Nitekim İmparatorluğun zor yıllarında, İstihbaratçı Kuşçubaşı Eşref Bey’in -gerçekten yakalanıp yakalanmadığını anlamak için- ziyaretine gelen Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah’a şöyle dediği rivayet edilir: “Hayber’de Peygamberimiz Efendimiz İslamiyet için düşmanlarla savaşmıştı. Ondan bin iki yüz seksen beş yıl sonra biz Türkler de İslamiyet onur ve haysiyeti adına bizi arkadan vuran, İngiliz’in maşası sizlerle çarpıştık. Hainsiniz hepiniz! Haram olsun size yedirdiğimiz ekmeklere! Sizler Şerif değil, senig (alçak) adamlarsınız. Tüh yüzünüze!”
Bu gün bile Suud rejimi, Dünya siyasi sisteminin en sadık hizmetkârıdır. “Hizbullah” tehlikesini ortadan kaldırsınlar diye, A.B.D ve İsrail’in eşiğini aşındırmaktadır.
İhsan Hoca ile H. Karaman’ın meal üzerine yaptıkları tartışmaya, daha yeni vakıf oldum. İhsan hoca Karaman’a, “Mealinizden kaç adet dağıtıldı? Kral, adam başı kaç para telif ödedi?” diye soracağına, mealdeki yanlışları gündeme getiriyor.
Hoca İhale işlerini öğrenemeyecek galiba.
www.adilmedya.com