Ayrıntı Yayınları, İstanbul Kitap Fuarı’nda ‘Sol ve Din’ ilişkisini masaya yatırdı. Tanıl Bora, Sırrı Süreyya Önder ve Burhan Sönmez’in konuşmacı olarak katıldığı “Sol ve Din Tartışması: Ağzı Açık Kuyu” söyleşisi büyük bir ilgi gördü. Kitap Fuarı’nın en büyük salonu tamamıyla doldu.
ŞEYLERDEN DEĞİL, İNSANLARDAN BAHSETMEK
Tanıl Bora, konuşmasında, Hikmet Kıvılcımlı’nın meşhur Eyüp Sultan konuşmasına ve Menemen hadisesi analizlerine dikkat çekti. Bora, Kıvılcımlı’nın Eyüp Sultan’da Vatan Partisi adına dini referanslarla yaptığı konuşmayı hatırlattı, “İslamın bütün değerin kaynağını emekte gördüğünü, Hz. Muhammed’in son peygamber olmasının insanların artık kanunlarını kendilerinin yapacağı anlamına geldiğini” ifade ettiğini anlattı.
Bora, Kıvılcımlı’nın, Menemen hadisesini ise çok önemsemediğini, bir kalkışma olarak görmediğini, hatta ‘olaycık’ olarak adlandırdığını ifade etti, “İrticai kalkışmanın dışında, Menemen’de kara irticadan başka bir şey görmeye çalışır. İnsanlar nasıl olup böyle bir şeye kalkışmıştır ve burada din nasıl kaldıraçtır, bir referanstır” dedi.
Tanıl Bora, konuşmasında, Alman Marksist filozof Ernest Bloch’a da dikkat çekerek, şöyle konuştu: “Çok ünlü bir paradoksu var. Diyor ki ‘ancak iyi bir ateist iyi bir Hristiyan olabilir ve tersi, ancak iyi bir Hristiyan iyi bir ateist olabilir.’ Bu paradoksla ortaya koymaya çalıştığı şey; dinle, dini düşünceyle ve inanışın dünyası ile Marksizm ve ateizmin arasında sanıldığı kadar büyük bir zıtlık olmadığı, ikisinin birbirinden beslenen, bir birine diyalektik bir ilişki içinde olan kutuplar olduğu.”
Bora, Bloch’un İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Nazi felaketinin geçmesinden sonra Alman komünistlerinin Naziler’e karşı mücadelede halka hitap ederken dine yaklaşımları konusundaki hataları üzerinde durduğunu ve yanlış ateizm politikasının komünistlerin halkı kaybetmesinde çok önemli bir rol oynadığını düşündüğünü ifade etti. Bora, Bloch’la ilgili anlatımlarını şöyle sürdürdü:
“İnsanlara parti Çincesiyle, yani o Marksist jargonla, kitabi soğuk metalik dille hitap etmek yerine özellikle kırda bazı komünist ajitatörler vardı ki, Thomas Müntzer’in 400-500 yıl önceki köylü ayaklanmalarının masallarıyla, o hikmetli diliyle konuşuyorlar ve onlar insanları kazanmayı bildiler diyor. Naziler diyor, tamamıyla yalan söylüyorlardı, ama insanlara hitap ediyorlardı; komünistlerin bütün söyledikleri hakikatti, ama insanlardan değil, şeylerden bahsediyorlardı, maddi şeylerden…
Bloch, Ortaçağ’da kiliseye karşı çıkan o zamanın zındık bilgelerinden birisinin ‘İnsanların ruhunu kurtarmak kolaydır ama karnını doyurmak zordur’ sözünü hatırlattı ve ‘Sosyalizmde bizim meselemiz şu olacak; insanların karnını doyurmak kolay, ruhlarını kurtarmak zordur’ diyordu. Bloch, dolayısıyla Marksizmle din arasında zorunlu bir alışverişi gerekli görüyor.”
Karl Marks’ın “Ateizm, dinin aşılmasıyla hümanizme varan yoldur” sözünü de hatırlatan Tanıl Bora, buradaki ‘aşma’nın “bir kenara veya arkaya bırakmak değil; koruyarak, kazanımlarını içerip geliştirerek aşmak” anlama geldiğini ifade etti. Bora, Bloch’un, “Marksizm kendini vurgler Marksizmden ayırıp sahici Marksizm olacaksa insanların bu yabancılaşmayla ilgili, ruhsal kurtuluşla ilgili, özgürleşmenin derin bilinciyle ilgili bir mesaj vererek, bunu önüne ciddi bir mesele olarak koyarak” yapılabileceği fikrini savunduğunu kaydetti.
Çok kabaca aktardığı bu görüşleri tartışılabilecek görüşler olarak tanımlayan Bora, “Buradaki ilgi, buradaki merak önemli. Mesela Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı Eyüp Sultan’da o insanlara hitap etmeye iten heyecan ve arayış önemli. Onun Menemen’de başka bir şey görmeye çalışması önemli. Oradaki dini hareketin, dini saiklerin ardını okuması önemli bence” dedi.
‘DİN KÖTÜDÜR’ MARKS’A ATFEDİLEMEZ
Burhan Sönmez, din ve sol tartışmasına Latin Amerika’dan örnekler verdi. Brezilya’da, Batı Brezilya Piskoposlar Birliği’nin ‘Kilisenin Çığlığı’ adlı bir metin yayınladığını hatırlatan Sönmez, şöyle konuştu: “Orada Deccal tarifi yeniden yapılıyor. Deniyor ki, ‘en büyük kötülük insanın insana zulmüdür, insanın ruhunun ve canın daha hayattayken alınmasıdır. İnsanın canını ve ruhunu bugün alan şey kapitalizmdir.’ Ondan sonra kapitalizmin tarifini yapar; ‘bütün ağaçları, kökleri kurutan zehirdir. Öyleyse gerçek bir Hristiyan’ın bugünkü görevi kapitalizme karşı mücadele etmektir.'”
Sönmez, Marks’ın meşhur ‘din afyondur’ sözünü de hatırlatarak, konuşmasını şöyle sürdürdü: “‘Din afyondur’ ifadesini kullandığı paragrafta, din ile ilgili söylediği sözler şöyledir: ‘Din aynı zamanda gerçek ızdırabın bir ifadesi ve bu ızdırabın bir protestosu. Din halkın afyonudur.’ Şimdi ikisi bir arada alınmayınca gerçekliğin tek yüzü görülüyor. Marks’ın, dinin aynı zamanda bir protesto olabileceği, ruhsuz bir dünyanın ruhu haline gelebileceği ifadesi bize bu meseleyi çok daha rahat algılamamıza imkan verecek bir yöntem sunuyor. Marks’ın bu yaklaşımını Engels’in de sürdürdüğünü ifade eden Sönmez, “O zaman solla ilgili genel yargı dinin her zaman kötü ve gerici olduğu gibi genel kabul, aslında Marks ve Engels’e atfedilemeyecek bir önyargıdır” dedi.
Sönmez, Hristiyanlık gibi İslam’ın tek bir okuması olmadığını dile getirerek, “Muhammed’in ölümünün hemen ertesi günü ilk ayrılık başlamıştır. Nedenleri farklı temellere dayandırılabilir ama daha sonra Hz. Ali ve emiri süreçleri ile beraber işin içinde toplumsal, sosyal, sınıfsal nedenleri olduğu aşikar bir şekilde görülür. Günümüze geldiğimizde İslam toplumları içinde özellikle İran’da Ali Şeriati, Sudan’da Mahmud Taha gibi din alimlerinin, sosyalist bir din yorumu üzerine geliştirdikleri çizgi ve egemenlere karşı mücadele ederek dini egemenlerin boyunduruğundan kurtarmaya dönük çabaları özelikle 20. yüzyılda İslami gelenek içinde çok farklı bir çizgi geliştirmeye başladı” diye konuştu.
Gramsci ve Rosa Lüksemburg’un da din ile ilgili ‘din kötüdür, gericidir, bir kuyuya atıp ağzını kapatalım’ gibi bir yaklaşımı olmadığına dikkat çeken Sönmez, bu genel eğilimin aslında Avrupa’nın burjuva radikal filozoflara ait olduğunu ifade etti. Sönmez, Gramsci ve Lüksemburg ile ilgili şöyle konuştu:
“Gramsci dini bir ütopya ile bütünleştirir ve bunun her şeyin üstündeki en devasa ütopya olduğunu söyler. İkinci aşamada dinin aslında sosyal hayatın bir yansıması, sosyal hayattaki çatışmaların, gerçek hayattaki meselelerin mitolojik ve ilahi bir dille ifade edilmesi olduğunu ortaya koyar. Ondan sonra insan ve tanrının duasının aslında aynı olduğunu vurgular. Son olarak da ‘bir din yoktur çok din vardır’ der. Bir din hangi toplumsal kesimlerin elindeyse ona göre ifade bulur, zenginin elindeyse zenginlerin dini, fakirlerin elindeyse fakirlerin dini olduğunu söyler.
Rosa Lüksemburg’un 1905’de Polonya’da yazdığı ‘Kilise ve Sosyalizm’ başlıklı bir metin var. O metni, işçi hareketlerinin yükseldiği, Çarlığa karşı mücadele ettiği ve kilisenin ileri gelenlerinin ise Çarlığı desteklediği, işçileri ve sosyalistleri aşağılayan bir kampanyanın parçası olduğu bir dönemde yazar. Rosa o metinde ‘siz din adamasısınız, din ise gericiliktir. Zaten layık olduğunuz yerdesiniz’ demiyor. Hristiyan din adamlarının, Hristiyanlığın özüne ihanet ettiğini söyleyerek kendi tarihleriyle yüz yüze getiriyor.”
Bu örnekler üzerinden Sönmez sözlerini şöyle noktaladı: “Marks, Engels, Gramsci, Rosa Lüksemburg, Ernest Bloch, Dr. Kıvılcımlı, Latin Amerika’daki kurtuluş teologları, Ali Şeriati bütün isimlere baktığımızda dine bakışta hem Hristiyanlık, hem İslam esas alınabilir, genel sol bir bakışın mümkün olabildiği, sadece mümkün değil tarih içinde karşılığını da bulduğuna dair eksik bir kanaat ve buna dair bir teorik kesinlik mevcut görünmüyor. Öyle olunca sol ve din tartışması bugün kolayca üzerinden atlanacak, hakkıyla ele alınmayı gerektiren, zerafetle incelemeyi gerektiren bir ağ olarak önümüzde duruyor. Bu konudaki sohbetler, yazılar, tartışmalar eminim önümüzdeki dönemde çok daha derinleşerek devam edecek.”
SOL TİPİK BİR DİNDAR REFLEKSİ GÖSTERİYOR
“Hz. Muhammed’in ölümünden 10-15 gün önce başlayarak ölümünü takip eden bir ay içinde Arap yarımadasının 3’te 2’si dinden (Müslümanlıktan) çıktı. İtiraz ettikleri bir tek şey vardı. Allah’ın varlığına birliğine, Muhammed’in onun elçisi olduğunu falan tartışmıyorlardı. Zekatı kaldırın gelelim diyorlardı. Bunu ben uydurmuyorum, işte İslam tarihinde çok açık bir şeydir. Meselenin özü sınıfsal. Bu açıdan bakılmayan bütün bakışlar biraz sıkıntılı olabilir.”
Sırrı Süreyya Önder, bu örnekle başladı konuşmasına. Babasının Adıyaman’ın 2-3 komünistinden biri, dayısının ise hem Adıyaman’ın hem bölgenin en önemli Nur şakirtlerinden birisi olduğunu belirterek sürdürdü. “Hayatım şöyle geçti; ya babam cezaevindeydi ya dayım cezaevindeydi ya da ikisi birden cezaevindeydi. İkisinin birden dışarıda olduğu bir dönem hiç olmadı” dedi. Medrese eğitimi gördüğünü ve ortalama bir teolog kadar din bilgisi olduğunu ifade eden Önder, ekledi: “Bu ilgimi de hiç kesmedim. Ama ilişkimi 13-14 yaşında babamın kitapları ile tanışınca ilki Orhan Kemal’in ‘Bereketli Topraklar Üzerine’ idi, Orhan Kemal okuyunca ilişkimi kestim ve hayatımı bir sosyalist olarak tanzim ettim bundan sonra.”
Sırrı Süreyya Önder, Solun din tartışmalarında mümin Ortodoksisi gördüğünü dile getirerek, “İman perdesine giren şeyler son tahlilde bir ittikat meselesidir” dedi ve ekledi: “Ben böyle inanıyorum diyen bir insana söyleyecek elinizde çok da fazla bir argüman yoktur, ondan sonrası kendi gayretiniz, tarz-ı hayatınız ve önereceğiniz dini bir dünyadır. Bunun bir müminde olmasında hiçbir beyis yok. Ama bilimsel Marksizmi referans alan bir insan ya da bazı arkadaşlar bu mesele söz konusu olduğunda bir mümin imanından çok daha fazla bir imanla bu tartışmaların yapılmasına bile tahammülsüzlük gösteriyorlar. Bu konuda bir kestirip atma, tipik bir dindar refleksi ile davranmayı seçiyorlar.”
Solun bu toprakların çok büyük bir inanç haritasını teşkil eden İslamı kaynaklarından okumak, dinlemek konusunda oldukça tembel olduğunu söyleyen Önder, gelinen noktaya bakıldığında bunun bir hayrı olmadığını kaydetti.
İslam’ın masumiyetini Kerbela’da yitirdiğini belirten ve “Kerbela İslam’ın yoksul edenden alınıp zenginin insafına terk edildiği yerdir” tespitinde bulunan Önder, “Meseleye sınıfsal bakmayı başta konuşmuştuk. Başka hiçbir saik bir peygamber torununun bütün efradı, ailesi ve ehlibeytini katletmeyi maruz, meşru ya da izah edilebilir gösteremez. Bu İslam tarihinde Halife Osman ile başlamıştır. Osman ilk defa fethedilen ya da istila edilen savaşta kazanılan toprakların özelleştirilmesine cevaz etmiştir” dedi.
Sırrı Süreyya Önder, Kuran’ı başlı başına iniş sırasına göre okumanın çok öğretici olduğunu ifade ederek, şöyle devam etti: “İlk 23 surenin inmesi 3-3,5 yıl sürmüştür. Bu sürede gelen şeyde ne Hristiyanlık anılır, ne Yahudilik anılır, ne putlardan bahsedilir. İtiraz edilen, neredeyse lanetle anılan şey Mekke’deki bahçe sahipleridir. Bugünün kavramlarına teşmil edecek olursak tröstlerdir. İlk Mekke’de artık yaşanamaz durumuna geldiğinde Medine’ye hicret edildiğinde Peygamber’in yaptığı ilk iş bahçe sınırlarını ortadan kaldırmak ve bir komün hayatı kurmak olmuştur. Yani 3-3,5 yıl bu din sadece oradaki zenginlere öfkesini beyan etmiş, yoksulun hakkını savunmuştur. Bu damarla biz bir ilişki kuramazsak başka kimse kuramaz. Çünkü dinler yapısı gereği tarihin her döneminde egemenlerin bir baskı ve tahakküm aracına dönüşmüşlerdir.”
Ebuzer Gıffari’yi anan Önder, Gıffari işçi şunları söyledi: “Kamuya ait olan bu şeyden kursağına bir lokma kişisel anlamda almayı şiddetle reddetmiş, alanları da küfre düşmekle suçlamış ve bu konuda Rebeze Çölü’ne sürülmüş Osman tarafından. Orada ölüm döşeğindeyken çocukları açlıktan ölmüştür. Telaş eden karısı seni saracak bir kefenimiz bile yok dediğinde gelip geçen kervancıları çağırırsın kursağından Osman’ın parası girmemiş olan birinden bunu kabul et demiştir.”
Önder, şöyle devam etti: “Bizim bu damardan alacağımız İslamın bu zenginlerin ya da egemenlerin eline geçip pratikte oyuncağı olması, istedikleri gibi maniple edilebilir bir hale dönüşmesi, sömürünün zulmün bir aracına dönüştürülmesi meselesinde en söyleyecek sözü olanlar bizleriz. Fakat bu konuda bir anlaşılmaz kibir ve tuhaf bir mesafe bırakmayı seçmişiz.
İslam’ı, İslam’ın tarihine özellikle bu sınıfsal egemenliklerin arasındaki gidiş gelişleri, dönüşümlerini ve kırılmalarını yakinen bilmekle mükellefiz eğer bu coğrafyada daha iyi bir dünya mümküne dair bir cümle kuracaksak, hatta buna zorunluyuz.”
Hasan Hanefi’nin ‘bezirgan insanlar Allah’ı gökyüzünde tutarlar bizim görevimiz onu yere indirmektir’ dediğine dikkat çeken Sırrı Süreyya Önder, sözlerini şöyle noktaladı: