Süreç içerisinde bilincini yitiren, nereden gelip nereye gittiğini unutan insanoğlunun “mülkiyet sevdası”na kapılması anlaşılabilirdir. Ancak kendilerini İslam’a nispet edenlerin bugün kapitalist bir bakış açısına sahip olmaları tam anlamıyla vahim bir durum. Gelinen son nokta itibariyle Müslümanların aslında hiçbir zaman böyle bir bilince sahip olmadıkları, sadece “gökyüzü faşizmi” diyebileceğimiz teokratik bir yönetim biçimini ikame etmek için mücadele verdikleri anlaşılıyor. Özellikle Türkiyeli İslamcıların sahip olduğu “totaliter Allah” tasavvuru, ayetleri slogan haline dönüştüren ve ibadeti ritüellere indirgeyen din algısı, hepsinden de önemlisi kapitalizmin ötesine geçmeyen iktisat anlayışı bunun en açık göstergesi. Dolayısıyla bugün yaşananlar İslamcıların öncelikle servet ve iktidarın doğasına ilişkin etraflıca düşünmelerini gerekli kılıyor.
Aslında İslamcıların böyle bir bakış açısına sahip olmaları gayet doğal; zira Türkiye İslamcılığı sürekli olarak kapitalizmden beslendi. Kur’an’ın mülk tasavvuru ve peygamberin mülke ilişkin uygulamaları, onların gözünde kapitalist paradigmayla uyumluluk arz ediyordu. Dolayısıyla klasik İslamcılar -kabul etmeseler de- hiçbir zaman anti-kapitalist olmadılar. Bunun doğal sonucu olarak hiçbir zaman alternatif bir model arayışına da girmediler. Hal böyle olunca İslam’la kapitalizm arasındaki tek fark, kırkta bir zekât ve kişinin gönlünden kopanı vermesi anlamına gelen sözde infak oldu. Nitekim kırkta bir zekât verip, gönüllerinden koptuğu kadarını infak edenler ortalığı yangın yerine çevirdiler; bırakın toplumu cemaatlerin kendi içinde dahi zengin ve fakir arasındaki uçurum gittikçe büyüdü, işsizlik, açlık ve yoksulluk İslam(cılık)la kandırılan insanların “ortak kaderi” haline geldi. Bugün radikal söylemlerle ortalıkta gezinenlerin -Allah muhafaza- iktidar olmaları halinde de durum bundan farklı olmayacaktır. Zira klasik İslamcı, aklı ve vicdanı göz ardı ederek, Allah’ın indirdiklerini sadece “iki kapağın arasındakilerden ibaret” zanneder, onun şeriattan anladığı, kayıtsız şatsız itaat etmek ve ettirmek, el kesmek, sopa vurmak, taşlamak ve kıyafet ölçümü yapmaktır. Merhum İkbal’in deyimiyle o, “Kâfir üreten Mü’min’dir.” Bu zihniyete göre, İslam, yeryüzünde cennet vaat etmez; zengin ve fakir arasındaki uçurum, işsizlik, açlık ve yoksulluk imtihanın kaçınılmaz sonucudur. Allah bunları dilediğine isabet ettirmekte ve bu yolla insanı teste tabi tutmaktadır. Dolayısıyla her kim bunların ortadan kaldırılmasını talep ederse o, Allah’ın öngördüğü imtihana karşı çıkan bir isyankâr, dinden dünyevi çıkar uman bir komünist, hatta bir münafıktır. İmtihan gereği herkes kendi durumuna göre “şükreden zenginlerden” veya “sabreden fakirlerden” olmalıdır. Hulâsa İslamcının öngördüğü, zenginin zengin fakirin de fakir olarak yaşamaya devam edeceği bir “düzen”dir. İşte İslam(!). Orhan Veli, “Kuyruklu Şiir”inde sanki bugünleri görür gibidir: “Açlıktan bahsediyorsun, demek ki, sen komünistsin!..”
Buna mukabil İsa, İncil’de Tanrı’nın egemenliğinden söz eder. Onun Tanrı’nın Egemenliği’yle kastettiği şey, “gökyüzü faşizmi” değil, yeryüzünde insan eliyle tesis edilecek olan “yoksulların saltanatı”dır. Nitekim onun bütün mesajının, dolayısıyla bütün mücadelesinin bu yönde şekillendiği görülür. İncil (Müjde/İyi Haber) adına yakışır bir biçimde yoksulları müjdeleyerek Tanrı’nın Egemenliği’nin onlara ait olduğunu söyler ve zenginlerin zelil kılınacağını haber verir:
“Ne mutlu sizlere, ey yoksullar! Çünkü Tanrı’nın Egemenliği sizindir. Ne mutlu size, şimdi açlık çekenler! Çünkü doyurulacaksınız.
Ne mutlu size, şimdi ağlayanlar! Çünkü güleceksiniz.
İnsanoğluna (İsa’ya -ki, geleceği müjdelenen son peygamber olarak da tevil edilebilir) bağlılığınız yüzünden insanlar sizden nefret ettikleri, sizi toplum dışı edip aşağıladıkları ve adınızı kötüleyip sizi reddettikleri zaman ne mutlu size!
O gün sevinin, coşkuyla sıçrayın! Çünkü gökteki ödülünüz büyüktür. Nitekim onların ataları da peygamberlere böyle davrandılar.
Ama vay halinize, ey zenginler, çünkü tesellinizi almış bulunuyorsunuz!
Vay halinize, şimdi karnı tok olan sizler, çünkü açlık çekeceksiniz!
Vay halinize, ey şimdi gülenler, çünkü yas tutup ağlayacaksınız!
Bütün insanlar sizin için iyi sözler söyledikleri zaman vay halinize! Çünkü onların ataları da sahte peygamberlere böyle davrandılar.” (İncil, Luka: 6: 6-26).
Kur’an’da da Musa ile Firavun’un kıssası zikredilirken Allah’ın yeryüzüne mustaz’afları (ezilip horlananları, zayıf bırakılanları, dolayısıyla açları, yoksulları, köleleri) mirasçı kılmak istediği ifade edilir ve bu yolla dinin nihai gayesi ortaya konmuş olur (28/4-5). İşte bu saikle tüm peygamberler yaşadıkları çağın egemenlerine karşı tüm zamanların en asil sözünü söylediler: “Kölelere özgürlük!”
Ancak insanın tabiatını ve sosyal olayların seyrini çok bilen peygamberin öngörüsü gerçekleşti; Müslümanlar kendilerinden önceki ümmetlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına uydular (Müslim, 4822). Tıpkı Yahudiler gibi kendilerine verilen sözü anlamını çarpıtmak suretiyle başka bir sözle değiştirdiler (2/59). “Kölelere özgürlük” (90/12-13) diyen kitap gitti, yerine “kırkta birini ver, dilediğin kadar kölen olsun” diyen başka bir kitap geldi, “İhtiyacından fazlasını ver” (2/219) diyen kitap gitti, yerine “gönlünden koptuğu kadarını ver” diyen başka bir kitap geldi, “Başına gelen musibetler kendi ellerinle işlediklerinin sonucudur” (4/79) diyerek sorumluluğu insana yükleyen kitap gitti, yerine “madencinin kaderi” diyerek faturayı Allah’a kesen başka bir kitap geldi, “İnsanlar arasında adaletle hükmedin” (4/58) diyen kitap gitti, yerine “İnsanlara hükmedin” diyen başka bir kitap geldi, “Eşit hale gelirler diye vermiyorlar, Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar” (16/71) diyen kitap gitti, yerine “İslam’da adalet vardır, eşitlik yoktur” diyen başka bir kitap geldi, “İnsan için emeğinden başkası yoktur” (53/39) diyen kitap gitti, yerine “servet düşmanlığı yapmayın” diyen başka bir kitap geldi; hulâsa Allah’ın, dolayısıyla açların, yoksulların ve kölelerin kitabı, sultanların, toprak ağalarının ve tefeci bezirgânların kitabına dönüştü. Gidiş o gidiş…
İslam köleliği kaldırdığı halde, bu dinin mensupları tıpkı cahiliye dönemindeki gibi şehirlerde köle pazarları kurdular, Emevi “kader doktrini”yle dini afyon haline dönüştürdüler, adaletsiz yönetimlere başkaldıranlar siyaseten katledildi. Allah’a teslimiyet iddiasından bulunanlar yanlarında asgari ücretle işçi çalıştırdılar ve “gerçek burjuvazi biziz” dediler. İşsizlerin, aşsızların ve eşsizlerin sorunları onları ırgalamadı. Her düşene ilk tekmeyi onlar vurdular.
İnsan işte, her yerde aynı. Avrupa’da da durum bundan farklı değildi. Aynı trajedinin Hıristiyan versiyonu yaşandı. Krallar, Kilise babaları, derebeyleri, senyörler ve sanayi devrimiyle birlikte patronlar ortalığı talan ettiler. Ve sonunda bir şey oldu. Allah, zulmün karşısında uyuyan Mü’minleri bırakıp eline başka bir kılıç almaya karar verdi. 19. yüzyılın ilk yarısında sosyalistler, komünistler, anarşistler ortaya çıktı. Bunlar kelimenin tam anlamıyla insanlığın vicdanı oldular. Kilise’nin müstebit Tanrısı’na -ki, İslamcılığın Allah tasavvuruyla paralellik arz eder- ve sahte efendilere “La” dediler. İkbal’in deyimiyle ellerindeki “Cibrilsiz Kitap/Das Kapital”, mülkiyete bakışı ve emeğe verdiği değer açısından Kur’an’ın tercümanı gibiydi. Nitekim İkbal’in “Lenin ve Allah” adlı şiirinde Allah, Lenin’e şunları söyler: “Ben tüm bu mermer ibadethanelerden bıktım. Git, bana ibadet için kerpiçten basit bir kulübe yap!” (Bâl-i Cibril). İkbal, “Komünizm ve Karl Marks” adlı şiirinde ise “Rus halkının hareketi ve hararetli faaliyeti faydasız değildir” der ve “İhtiyaçtan fazlasını infak edin ayet-i kerimesindeki hakikatler henüz ortaya çıkmamıştır, belki bu asırda (İkbal’e göre 20. Asır) meydana çıkar” temennisinde bulunur (Darb-ı Kelîm).
Ancak din(i)dar klasik İslamcı, kendi doğduğu coğrafyanın, içinde yaşadığı kültürün, daha çocukken ana-babasından duyduğu Allah, Kur’an, peygamber kavramlarının avantajıyla konuşur. Her şeyi bedavadan kucağında bulduğu, üstelik sado-mazoşist eğilimlerine uygun düşen “totaliter Allah tasavvuru”yla kendini mutlu hissettiği için, Kilise’nin müstebit Tanrı’sı karşısında türlü acılara gark olmuş ve sonunda da isyan bayrağını çekmiş insanların halinden anlamaz. Ayrıca tarihten, felsefeden, sosyolojiden ve iktisattan -dolayısıyla Allah’ın tarih içindeki davranış tarzından/sünnetullahtan- bihaberdir. Hal böyle olunca ayet ve hadislerle süslenmeyen her söze düşman olur. Oysa bilmez ki, insanlığın vicdanı her çağda farklı şekilde tecelli eder. İnançlı-inançsız emaneti taşımaya kim daha layıksa Allah, zulmün karşısında ona görev verir.
Bu bakımdan şunu söylemek icap eder ki, servet ve iktidara tapınan, bu saikle insanlığın ortak mülkiyeti olan rızık kaynaklarını gasp eden, dini afyon haline getiren ve bu yolla halkları köleleştiren ekâbir sınıfa karşı, onurlu bir mücadelenin içinde yer alan herkes, hangi çağda ve nerede yaşamış olursa olsun, dahası inanmış olsun ya da olmasın insanlık ailesinin şerefli bir üyesidir. Gönül isterdi ki, kendilerini “hakka davet memuru” olarak gören İslamcılar da böylesi bir akla ve vicdana sahip olsunlar, tüm insanlık ailesi adına onurlu bir mücadele versinler. Lakin olmuyor. “Acep ne iştir” demeyin sakın. Kapitalizmin dayanılmaz cazibesi işte… Onun için bir giden bir daha geri gelmiyor. Gidiş o gidiş…