Üretim ilişkilerini konumlandırmadan, esaslı bir paylaşımdan söz edilebilir mi? Artı- değer üzerinden zenginleşen bir Müslümana “infak et” demek mi daha doğrudur; yoksa, emeği sermayenin emrine matuf kılan üretim biçimini değiştirmek mi?
TARİHSEL OLARAK GEÇ KALIŞIMIZ
Kapitalizm Müslümanları amansız yakaladı. 1838 Baltalimanı Antlaşması ile seri üretimin tüketim mallarını gördük. Kapitalizmle tüketim ürünleri üzerinden tanışmış olduk. İslam toplumu için kapitalizm çok yeni bir şeydi ve müslümanların makineleşme karşısında ortaya koyabileceği zihinsel ya da teknik bir donanımı yoktu. Müslümanlar makineden önce Batının tüketim mallarını ve Batılı tüccar kültürüne şahit oldular. Önlerine konan ürünlerin hangi sömürü ilişkisi üzerinden Osmanlıya geldiğini bilmeleri olanaksız gibiydi. Ama pekala Batılı tüccarların yaşam tarzlarını bilebilirlerdi ve ona göre hayranlık duyup ya da karşı koyuş kodlarını geliştirebilirlerdi
Batılı burjuva sınıfının sermaye birikimini emeğiyle geçinenlerin üzerinden sağlamasını göremeyen Müslümanlar , Batının üretim ilişkilerini değil, yaşam biçimlerini eleştirdiler. Bundan ötürü geleneğin toplumsal pratiğini canlı tutmayı İslam’i bir aktivasyon olarak gördüler. Emperyalizmi ahlak bozuculuk olarak nitelendirip, sermayenin yayılma aracı olarak görmesi bir Müslüman için asırlık bir gelişimi ifade etmesi gerekiyordu.
Sonrasında bir cumhuriyet kuruldu. Sanki birşeylerin farkına varılmış gibiydi. İktisadi olarak ana düşünce burjuva sınıfı yaratmaktı. Batının gücü buradan geliyordu. Bunu görebilmek ilericilikti. Oysa Batı da o tarihlerde işçi sınıfının hak arama mücadeleleri de had safhadaydı. Avrupa’da ulusal devrimlerin kaynağını oluşturan burjuva sınıfı Türkiye de oluşmadığından, Batının aksine önce devrim yapıldı sonra burjuva sınıfı oluşturulmaya çalışıldı. Bu çaba hala da devam etmekte. O yüzden Türkiye henüz tamamlanmamış bir devrimin ülkesidir.
Türkiye’de sol hareketler de kitlesel olmaktan öte, okuyan, eli kalem tutan vicdanlı gençlerin mücadelesinde büyüdü. O yüzden işçi sınıfı da Türkiye’de tam olarak yerleşik ve sınıfsal bilince haiz değildi.
KÜLTÜREL DİN, KAPİTALİZMİ OKUYAMADI
Aslında dünyada hiçbir din kapitalizme yetişemedi. Batıda aydınlanma ile din safdışı edildi. Katolikliğin canı okundu ve içinden çıkan Protestanlık sermaye birikimine onay vermesi için adeta üretildi. Müslümanlar da yukarıda belirtmeye çalıştığımız sebeplerden ötürü, ” Kapitalizm nedir?” diye soruları nerdeyse yeni yeni sormaya başladılar. Şu son 10 yılda vicdanlı bir kısım Müslüman da :
-“Ya biz kemalizmin bazı yönlerini törpüledik, bir çok alanda da onları gerilettik ama sanki bişeyler yanlış gidiyor. Hani birilerimiz çok zengin oluyor da diğerleri yerinde sayıyor. bu pek şık durmuyor galiba” dercesine bir homurdanma içerisinde.
Bu paradoksu daha evvel farkedenler, Kur’an’a bir kez daha bu sefer ezilenlerin gözüyle baktılar ve gördüler ki, ” Din nerde, Müslümanlar nerde. Bunlar infak etmiyorlar, sadece kendileri için kazanıyorlar ve hiç kimseyi düşünmüyorlar. Yetimi doyurmuyor, öksüzü korumuyorlar.”
Çok haklı eleştiriler olmasına karşın, bazı soruları da akla getirmiyor değil. Hep sermaye sahipleri çok kazanacak ve geniş halk kesimleri onların infak edişleri, hayırları ve yardımlarıyla mı ayakta kalacaklar. Gerçekten böylesi bir paylaşım eşitlemek için yeterli mi? Yoksa bu konumlanış tam tersi mevcut sınıfsal yapıyı güçlendiren bir durum mu?
Bağımlılık ilişkisi ile eşitlik mümkün mü? ‘İhtiyacından arta kalanı vericeksin kardeşim’ diyerek çok radikal hayır kurumu/anlayışının temsilcilerinden öte bir şey oluyor muyuz?
Paylaşıma endekslenmiş dini yorumun mutlak suretle üretim ilişkilerine dair de esaslı çözümlemeleri olması gerekir. Paylaşımın salt artı değer üzerinden elde edilen birikimin paylaşılmasını kapsamadığını tam tersi artı değere sebebiyet veren üretim ilişkilerinin eşitlenmesinde yattığını görmemiz gerekir. Üretim kavramı elbette üretim ilişkileri her daim üstyapının konusudur ve üst yapı üzerine konuşmanın en büyük handikapı da sivil toplumculuktan, devrimci bir niteliğe bürünmesinde yatmaktadır.
Oysa kapitalizm, bireylerin emek vasıtasıyla edindikleri sermaye gücünü kullanarak egemenliğini kabul ettirdiği bir anlayıştır. Tek tek bireyler/ şirketler bir araya gelir kendi iktisadi güçlerini birleştirirler ve aynı zamanda bütün insanlığa karşı otorite oluştururlar. Sermaye bunu yaparken de insan emeğini metalaştırmaktan başka çaresi yoktur.
Yani bir bakıma sermayenin ontolojisi emektir. Ama emeğin ontolojisi sermaye değildir. Emek insan yaratılışıyla kaim fıtri bir niteliğe sahiptir. Kapitalizm gelişirken iki unsur üzerine büyüdü. Hammadde -ateş, hava ,toprak, su-‘dan oluşan altyapısı ve insan emeği…
SERMAYE-EMEK İLİŞKİSİ…
Sermaye varlığını yaratılmış olana borçlu. Aldatma ve tahakküm üzerine kendi varlığını idame ettirebiliyor. Uzak ülkelerdeki yerlileri kandırıp, hammaddelerini çaldılar, sonra da o hammaddeleri işlemek için insan emeğine ihtiyaç duydular ve insanları köleleştirdiler.
Sermaye Allah’ın bahşettiklerinin bir sonucu. Ondan dolayı hak Allah’ın yani tüm insanların. Vakıa Suresi’nde Allah ‘anasır’ı erbaa’ da denen dört öğeye atıfta bulunarak, üretilen herşeyin menşeinin kendisi olduğunu gösteriyor :
58. Attığınız meniyi gördünüz mü?
59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.
61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).
62. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
63. yine toprağa ektiğiniz tohumu gördünüz mü?
64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
65. Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz.
66. “Doğrusu borç altına girdik.”
67. “Doğrusu, biz yoksul bırakıldık” (derdiniz).
68. İçtiğiniz suya baktınız mı?
69. Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
70. Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya!
71. O çaktığınız ateşi gördünüz mü?
72. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
73. Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.
74. Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.
Ayetlerde de görüldüğü üzere, bir sermayenin oluşumunu sağlayacak ne varsa, insan gücünden toprağa, suya ateşe kadar, herşeyin sahibi olarak Allah kendini var kılıyor. Böylelikle toplumsal düzlemde bu ögelere sahiplik oluşturacak her güce karşı da meydan okumuş oluyor. Allah’ın varlığı bir otorite kurmaktan ziyade, varolan ya da olabilecek otoritelere karşı deyim yerindeyse bir kalkan işlevi görüyor.
Yukarıdaki ayetlerde de sık sık dileseydik tabiri geçer. Yani bir bakıma biz yeryüzünde otorite kurmak isteseydik, hükmetmek isteseydik anlamı çıkar ki, Allah’a iman etmek bir otorite kurmak değil, varolan otoriteleri ortadan kaldırmaktır.
Bu ayetlerle birlikte sermayenin ontolojisinin şifreleri çözülmüş oluyor. Allah böylece İnsanoğlunun salt kendi bilgisiyle ya da akli donanımıyla mülk edinebileceği varsayımını meşrulaştırma kapısını kapatmış oluyor :
Karun :Bu serveti üstün deham sayesinde kazandım dedi… ( Kasas 78)
Emek hiçbir aracıya gereksinim duymadan Allah tarafından insanoğluna bahşedilmiştir. Materyalist bakış açısıyla insanın kendi doğallığında olan bir gerçekliktir de denebilir. Tartışma konusu bu değil. Yıllarca burayı tartışmaktan ana unsuru göremedik . Mesele dünyada gözümüzle gördüklerimiz üzerinden eşitlikçi bir yapıyı kurabilmek. Gördüğümüz şeyler Allah’ındır ya da doğanındır. Hangisine inanırsan inan ,görünen şeyleri kendi çıkarına alet edemezsin veemeğin dışındabir unsuru kişisel kazanım ve iktidarın haline dönüştüremezsin. Necm suresi de tam olarak bunu ifade etmektedir :
İnsan için emeğinden başkası yoktur (Necm 39)
Burda açıkça emek salt kazanım aracı olarak görülüyor ve onun dışındaki bütün üretim ilişkileri kökten reddediliyor. Yani sermayeye bağımlı ölçülebilir bir emekten (ücret) ziyade, sermayeyi oluşturan ölçülemez emekten (sınıfsız toplum – üretim ilişkisi ) bahsediyor. O yüzden üretim dendiği zaman akla sadece bir fabrika gelmemeli. Toplumsal bir mekanizma düşünülmeli.
Çünkü bir insan ücret aldığı zaman bütün yaşamsal kodları belirlenmiş oluyor. Artık ne zaman çalışacağı ve dinleneceği, ne kadara ne şekilde yaşayabileceği bir şekilde dizayn edilmiş oluyor ve insan toplumsal olarak bağımlı bir varlık halini alıyor.
Onun üzerinde güç sahibi olan ilişkiye girdiği üretim biçimi yani sermaye sınıfı oluyor ki bu da Kur’an’da sıklıkla ifade edilen şirk anlayışının temelini oluşturuyor. Sermaye de bu hegomanyasını kalıcı kılabilmek için iktidar araçlarını kullanıyor.
Bu iktidar araçlarını reddetmemiz gerektiği için tevhid inancını çok önemsiyor ve Allah’tan başka otorite yok diyoruz. Marx’ ın anlayışında da sermayenin emek üzerindeki bu iktidarı açık bir şekilde eleştiriliyor:
“Sermaye üretken midir sorusu budalacadır. Sermayenin üretimin temelini oluşturduğu , dolayısıyla kapitalistin de üretime kumanda etme konumunda olduğu yerde, emek ancak sermaye tarafından özümsendiği ölçüde üretken olabilir.” (Grundrisse s. 398)
Sermayenin emek üzerinden elde ettiği üretkenlik artı değere denk düşmekte böylelikle şirk toplumunun da parametrelerini açığa çıkarmaktadır.
Emeği tek kazanım aracı olarak gören İslam, biriken sermaye üzerinden oluşan sermayenin belirli ellerde toplanmasını yasaklıyor.
“Allah’ın peygamberlerine diğer memleketlerden savaşsız ele geçirmesini sağladığı o gelirler, içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmesin Allah’a , peygamberine,muhtaç yakınlarına yoksullara ve yolu kesilmişlere aittir. (Haşr 7)”
Bu ayette dikkat çeken şey, üretim ilişkisinin dışında kalan, fe’y malları üzerinden sermayenin toplum içinde nasıl dolaşım sağlaması gerektiğini belirtmesidir. Fe’y malları ki savaşmadan elde edilen ganimettir. Yani bir nevi elde biriken sermayedir. Kur’an, üretim ilişkisi olmadan biriken bu sermayenin toplumun geneline yayılacak şekilde dağıtımını öngermekte. Bugün tekelci kapitalizmin en önemli unsurlarından biri olan oligarkların durumunu apaçık bir şekilde deşifre etmekte. Ayetteki devletten kasıtta bir avuç sermaye sınıfı…
Sermayenin bir şekilde yığılı halde bulunmasını dağıtan Kur’an’ı Kerim zaten üretim ilişkisine dayalı önermesinde kazanımı sadece emek üzerinden meşru görüp geri kalan sermaye hareketlerini anlamsızlaştırmaktadır. Böylece emeği öngörülemeyen bir değer olarak görmektedir. Yani ücret konusuna değinmemektedir. Ragıp El-İsfahani Kur’an’da ‘ecr’ olarak geçen ve genelde ücret olarak çevrilen kavramın, ‘dünyevi mükafat’ anlamına geldiğini ve Kur’an’da anladığımız manasıyla ücret kavramının geçmediğini belirtmektedir.
Ücret kapitalizmin sınıflı toplumuna özgüdür. Grev gibi haklar da gene sınıflı toplum anlayışında yer bulabilir. Bu yönüyle ücretli emek, emeğin sermayeleştirilmiş bir halidir ve emeğin yaptırım gücü , sermayenin yapma gücüne dönüşmüştür. Böylece emek sermaye gibi üretime katkı sunan değerlerden biri olarak görünür.
Oysa emek bu açıdan değer değil, değer üreten değerdir. Ku’ran’daki halife kavramı da burada anlam kazanmaktadır. Yapan, bozan, düzelten anlamlarına karşılık gelen halife, emeğin fonksiyonlarını kapsamakta ve insanı emek sahibi varlık olarak nitelendirmektedir. Aynı şekilde Mülk Allah’ındır ve bundan ötürü ekonominin iktidarla olan ilişkisi de ortadan kaldırılır ve insanlar ekonomik güçleri sayesinde toplumda otorite kuramazlar.
Antikapitalist Müslümanlar ortaya koydukları eylemsel çabayı, teorik olarak desteklemek ve İslam’ın ana mesajını iyi algılayıp, ona göre çıkış ortaya koymalıdır.
Emeği sömüren kitlelere , “Fazlalıklarınızdan kurtulun, onu yoksullarla paylaşın” gibi vicdani dili tek argüman olarak kullanmaktan kaçınıp, emeği araçsallaştıran sermaye birikimine karşı sınıfsız toplumun müdafaasını yapabilmelidir.
Çünkü sorun sadece biriken sermaye değildir, bu sermayenin hükmetme ve toplumu dizayn etme gücüdür.
Üretim araçları üretim araçlarına sahip olanların değil de onu kullananların olursa , insanlıkla din de barışacak ve put gibi aracılık yapan sermaye sınıfı kul ile Allah’ın arasına girememiş olacaktır.
Bu karşı koyuş, mücadeleyi devrimci bir niteliğe büründürme halini alacaktır ki bu hareket ; Kapitalizmin arka sokaklarına itilen kayboluşları, şehrin görünen meydanlarına taşıyarak, kapitalizmi yerle bir edecek bir oluşuma ön ayak olmalıdır.