Osman Öztürk
Hekimlik tabii ki dünyanın hangi coğrafyasında hangi sistem içinde yapılırsa yapılsın, etik kurallara uymak koşuluyla faydalı bir faaliyettir. Ancak bu durum sağlık sistemlerini birbiriyle karşılaştırmamızı ve eleştirmemizi engellemez.
Bu yazıdaki eleştiriler de aile sağlığı merkezlerinde her geçen gün artan iş yüküyle çalışıp bin bir türlü angaryaya katlanmak zorunda kalan aile hekimlerine ya da aile hekimliği uzmanlığına değil, AKP’nin “Aile Hekimliği Türkiye Modeli”nedir.
∗∗∗
Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun Prof. Dr. Nusret Fişek’in Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olduğu 27 Mayıs döneminde çıkarıldı. Kanuna göre şehirlerde, kasabalarda, köylerde her 5-10 bin nüfus için bir sağlık ocağı kurulacak, o bölgede yaşayan bütün nüfus bu sağlık ocağına bağlanacaktı.
Gene Kanuna göre “bir bölgede sağlık hizmetlerinin en iyi şekilde yürütülmesi için gereken tesisler, lojmanlar, malzeme, araçlar ve personel temin edilmedikçe o bölgede sosyalleştirme uygulanamaz”dı. Sosyalleştirme on beş yıl içinde parça parça bütün ülkeye yayılacaktı.
Sonraki yıllarda iktidara gelen sağ partiler sosyalleştirmeden hiç hazzetmediler, sürekli savsakladılar, ertelediler. Sosyalleştirilmiş il sayısı toplam nüfusun yarısına tekabül eden kırk beşe ancak ulaşmışken 1983 yılında bir gecede bütün illeri kapsama alıverdiler. Böylece sosyalleştirmenin nefesi bizatihi sağ hükümetler tarafından kesildi.
Sonra, ANAP iktidarları döneminde Dünya Bankası, IMF patentli “sağlık reformu” süreci başladı. Artık sağlık ocakları “out”, aile hekimliği “in” olmuştu. Özelleştirmenin radarına yakalanan bütün kurumlar gibi sağlık ocakları da iyiden iyiye ihmal edildi, hepten yetmezliğe sürüklendi.
Öldürücü darbe ise AKP eliyle geldi. Dünya Bankası’nın talimatı doğrultusunda sağlık ocaklarının ocağına incir ağacı dikilip aile hekimliğine geçilmesine 2005’te Düzce’de başlandı, 2010’da bütün Türkiye’ye yayıldı.
İddia edildiğine göre artık herkesin bir aile hekimi olacak, doğumundan ölümüne kadar bütün sağlık sorunlarını takip edecek, hatta aile hekimi aile fotoğrafına bile girecekti.
Aslında böyle olmayacağı daha baştan belliydi.
Bir kere sistemin adı “aile hekimliği” idi ama ailenin bütün üyelerinin aynı aile hekimine bağlanma zorunluluğu yoktu. Üstelik yaklaşık dört bin nüfustan sorumlu olan bir aile hekiminin tanımlanan iş yükünün altından kalkması imkansızdı. Dahası, sevk zinciri uygulanmadığı için hastalar aile hekimliklerini atlayıp istedikleri hastanelere başvurabiliyorlardı.
Zaten AKP’nin 2011 seçimleri için hazırladığı propaganda filmindeki “Nimet Hanım” da şöyle söylüyordu: “İstediğim hastaneye gidiyorum. Sıra beklemeden muayene oluyorum. Üstelik artık aile hekimim bile(!) var.”
Aile hekimliği daha baştan AKP tarafından “bile” derekesine indirgenmişti.
∗∗∗
Peki aile hekimliği sisteminin sağlık ocağı sisteminden ne farkları var?
Birincisi, sağlık ocağı sistemindeki “bölge tabanlı” hizmet aile hekimliğinde “liste tabanlı”ya dönüşmüş durumda. Örneğin İstanbul’un Çatalca ilçesinde hizmet veren bir aile hekiminin listesine Şile ilçesinden bir hasta kayıt olabiliyor.
İkincisi, sağlık ocaklarında kişiye ve topluma yönelik olarak verilen koruyucu sağlık hizmetleri aile hekimliğinde sadece kişiye yönelik.
Üçüncüsü, sağlık ocaklarında ekip asgarisinden hekim, hemşire, ebe, sağlık memuru, tıbbi sekreter, şoförden oluşurken şimdi hekim ve “aile sağlığı çalışanı”na daraltılmış durumda.
Bir de Sağlık Bakanlığı’nın sistemin işletmeciliğini üzerine yıktığı doktorların elektriğini, suyunu, internetini, kirasını kendilerinin ödemesi işi var ki, oraya hiç girmeyeyim.
∗∗∗
COVID-19 salgını günlerine dönerek devam edeyim. Her türlü salgın hastalıklarla mücadelenin öncelikle birinci basamakta verilmesi ve ilk yapılması gerekenin “filyasyon”, yani temaslı takibi olması gerekirken Türkiye’de böyle olmadı.
Neden olmadığını da Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın “Pandeminin Düşürdüğü Maskeler” kitabındaki makalesinden aktarayım.
“2006 yılında sayısı 6.377 olan sağlık ocakları, 2007 yılından başlayarak kapatıldıklarında, her sağlık ocağında bir filyasyon ekibi görev yapmaktaydı. Eğer sağlık ocakları kapatılmamış olsaydı, ilk olgunun duyurulmasını takiben bu ekipler hemen sahaya çıkabilir ve salgının yayılması büyük ölçüde önlenebilirdi. Oysa Sağlık Bakanlığı ilk olgunun duyurulmasından yaklaşık beş hafta sonra bile, Nisan ayının ikinci haftası bittiğinde, yurt çapında ancak 4.600 filyasyon ekibi oluşturabildiğini açıklıyordu.”
Peki o ekipler aile hekimliği sisteminde oluşturulamaz mıydı, derseniz, listesindeki hastaları şehrin dört bir yanına dağılmış iki kişilik bir ekiple hayatta mümkün değildi.
∗∗∗
AKP’nin yirmi bir yıllık iktidar döneminde sağlıkta bir dizi yıkım yaşandı. Halk sağlığına maliyeti en ağır olan ise AKP’nin “Aile Hekimliği Türkiye Modeli” oldu.
Sadece COVID-19 salgınında 290 bin insanımızı kaybettik.