Çözüm sürecinin henüz başında, korkuların tedbirle, hayalci beklentilerin umutla karıştırıldığı, analiz yapmakla komploculuğun şimdiden iç içe girdiği bir ortama çekiliyoruz. Yaşanan acılar ve toplumsal travmalar karşısında, bu dozajı yüksek duygusallıkları anlaşılır bulsak da ‘her şeyin uzmanı ve bilicisi’ sıfatıyla aydınlarla bu kategoriye atlayan gazetecilerin sergilediği akıl tutulmasının izahını başka nedenlere bağlamak gerekir.
Sürecin başlatılması ve nasıl sonuçlanacağı konusunda dış dinamiklerin etkisinin ne olduğu sorusu, bu tür büyük dönüşümlerde her zaman için anlamlı bir sorudur. Ne var ki, sürecin iç dinamiklerin inisiyatifine bırakılmasından rahatsız olacak kadar ‘Amerika bunun neresinde’ sorusunun anlamı üzerinde de durmak gerekir.
Önce bir ufuk turu yapmakta yarar var. ABD askeri stratejisi son zamanlarda Güneydoğu Asya’ya yoğunlaştı. Obama’nın ikinci dönemindeki ilk yurt dışı gezisini Tayland, Vietnam, Burma’ya yaparak diplomatik gövde gösterisiyle ile bu strateji adeta tescil edildi. Bunun konumuzla doğrudan alakası olmamakla beraber büyük resmi görmemize yardımcı olabilir. Amerika’nın Güneydoğu Asya’daki önemli müttefiklerinin hemen hepsinde iç savaş ortamını sona erdirecek ‘barış görüşmeleri’ tam bu süreçte başlatıldı. ABD’nin Pasifik’teki geleneksel dostu Filipinler, onlarca yıldır Moro İslami Kurtuluş Cephesi ile süren silahlı mücadeleyi sona erdirmek için Manila’da resmen barış sürecini başlattı.
Askeri rejimden yeni yeni kurtulan ve Amerika ile yakınlaşan Burma, yeni adıyla Myanmar, Ayrılıkçı Kaçin isyancılarıyla barış yapmasını telkin eden açıklamalardan sonra masaya oturarak nihai anlaşma noktasına yaklaştı. Üstelik Çin’e karşı stratejik kuşatma planının bir parçası olan Burma’daki iç savaşı sona erdirecek anlaşma Çin’de yapıldı. Henüz Arakanlılara yönelik bir çözüm olmasa da silahlı mücadele yürüten kuzeydeki Kaçin isyancılarıyla ilgili sorun çözüme ulaştı.
Güneydoğu Asya’nın ekonomik olarak en dinamik ülkelerinden Tayland da Obama’nın gezisi sonunda Müslüman savaşçılarla barış masasına oturma kararı aldı. Ve ilk gelişme Malezya’nın arabuluculuğunda resmen başladı. Yakından takip ettiğim Patani meselesine Tay yönetiminin bu şekilde yaklaşması daha önce hayal dahi edilemeyecek bir strateji değişimidir.
Tüm bu örneklemeler, küresel sistem içinde Amerika’nın nasıl bir denge kurmak istediğine dair bir işaret fişeği olabilir. Amerika’nın bir yanda ekonomik çıkarlarını koruyacak yeni pazarlar açabilmek için askeri stratejisinin ağır lık merkezinde ayarlamalar yaparken, bir yandan da mevcut müttefikleri içinde daha gevşek bağlarla ittifak ilişkisini esas alıyor. Daha az masraflı ve daha az riskli görünen bu yöntem aslında Amerikan gücünün de sınırlarını işaret etmektedir.
Gelelim Türkiye’de başlatılan bu sürece… Adına ‘Kürt sorunu’ denilen meseleyi tamamen iç dinamiklerin ürünü gören ve işi sadece insan hakları sorunundan ibaret sayan bir yaklaşım sergileyen çevrelerin, birden Amerikan faktörüne işaret etmeleri hayli dikkat çekici. Ortadoğu’da en az dört ülkeyi doğrudan ilgilendiren bir konuda dış faktörleri tümüyle yok sayılırken birden dış faktörlerin hatırlanıyor olması; muhtemel çözüm dizaynından bir rahatsızlık hissedildiği düşüncesini akla getiriyor.
Türkiye’nin en büyük meselelerinden birinin çözümüne ilişkin şöyle veya böyle yapılan bir girişimi dış faktörlerin oturup seyrettiğini düşünmek abesle iştigal olur. Üstelik batının enerji kavşağı haline gelmeye başlayan, hatta ileride İsrail’den çıkacak doğalgazın bile üzerinden batıya taşınmasının konuşulduğu bir coğrafyanın iç savaş gibi bir istikrarsızlığa emanet edilemeyeceğini düşünmüyor olamazlar.
Bu tür siyasal ve stratejik faktörleri göz önüne almak başka bir şey, çözüm adına inisiyatif almaya çalışanlara ‘Aman ha Amerika’yı göz ardı etmeyin’ türünden telkin vermek başka şeydir, ve tutarsızlık ötesi bir fikri zafiyettir.
(Yeni Şafak)