Kavel Alpaslan
Tarihler 1980’leri gösterdiğinde dünyadaki üç kütüphaneden biri tek bir ülkenin sınırları içerisindedir: 350 bini aşkın halk kütüphanesine ev sahipliği yapan Sovyetler Birliği hem kütüphane sayısında hem de okuma alışkanlığına sahip nüfus bakımından diğer ülkeleri fersah fersah geride bırakır. Sovyetlerde her 1900 yurttaşa bir kütüphane düşerken bu rakam Batı ülkelerinde ortalama her 6-10 bin kişiye bir kütüphane civarındadır.
Yine de burjuva-liberaller, Sovyetler Birliği’nde ‘sansürden’ bahsederken kalemlerini sakınmıyorlar. Fakat aynı ülkenin nasıl ve neden okuma kültürüne kendi döneminde liderlik ettiği sorusu pek ilgilerini çekmiyor. Gelin bu istatistiklerin arkasında ne yatıyor anlamaya çalışalım…
Okuryazarlık askerleri
Sovyet konstrüktivizminin öncü sanatçılarından Aleksandr Rodçenko’nun 1924 yılında yaptığı meşhur afiş tasarımını hepimiz görmüşüzdür. Kitaplar (Lütfen)! Tüm bilgi dallarında ifadelerinin yer aldığı bu güçlü eser sadece sanatsal biçimle değil, ilettiği mesajla da devrimcidir.
Ekim Devrimi’nin hemen ardından başlayan okur-yazarlık seferberliği, Sovyetler Birliği’nin eşine az rastlanır başarılarından biridir. Çarlık Rusya’sında 1897 verilerine göre yetişkin nüfusun sadece yüzde 24’ü okur-yazarken, kadınlarda bu oran 16’ya kadar geriler.
Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle birlikte başlatılan ‘Cahilliğin Tasfiyesi’ kampanyasıyla birlikte okuma yazma öğrenmek yasal bir yükümlülük haline gelir, devlet tüm imkanlarını halka sunar. Sadece öğretmenler değil, parti üyeleri, gençler, askerler hatta bir şekilde az da olsa okuma yazma öğrenmiş işçiler dahi bildiklerini diğerlerine öğretmek için ‘okuryazarlık askerleri’ olarak görülürler. Tüm ülkedeki matbaaların kolektif mülkiyete geçişi bu kampanyanın en önemli yakıtlarından biridir.
Merkezi planlama sayesinde 10 yıl içerisinde okur-yazar oranı ikiye katlanarak yüzde 56’ya (kadınlarda yüzde 41) çıkar. 1939 sayımında çok daha çarpıcı bir yükseliş ivmesi yakalanarak yüzde 87’ye çıkar. Orta Asya gibi Sovyetlerin daha geri kalmış bölgelerinde yaşanan değişim çok daha dikkat çekicidir. Örneğin Tacikistan’da okuryazarlık oranı 1926 yılında yüzde 4 bile değilken 1939’a gelindiğinde yüzde 71’e sıçrar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde (1959 yılında) yapılan yoklamalarda tüm ülkede neredeyse yüzde 99’luk okuma-yazma oranına ulaşılır. Başka bir deyişle seferberlik başarıyla tamamlanır.
Kütüphanelerin rolü
Tabii bu seferberlik, başlangıcından kısa zaman içerisinde bir ‘okuma kültürüne’ dönüşür. Sadece kent merkezleri değil, fabrikalardan mahalle aralarına, ücra köylerden kışlalara… Bugün hâlâ izlerine rastlayabileceğimiz eşsiz bir kütüphane kültürü böylece ortaya çıkar.
Toplam 12’yi aşkın tipte kütüphaneler tasarlanır. Örneğin fabrika kütüphaneleri, edebiyat kadar teknik konulara ağırlık veren bir seçkiyle oluşturulurken kırsal kütüphanelerde doğa-tarım gibi temalar öne çıkar.
Genişleyen kütüphane ağıyla birlikte bu mekanlar, insanların sadece kitap okumak için değil aynı zamanda sosyalleştiği yerler haline gelir. Devrimin hemen ardından kütüphaneler eski yapıların dönüştürülmesiyle organize edilirken kısa süre içerisinde özgün tasarımlar ortaya çıkar. Tabii bu yapılarda akla sadece Moskova’daki Lenin Kütüphanesi gibi gösterişli binalar gelmemeli. Çünkü en çarpıcı tasarımlar çoğu zaman köy kütüphanelerinde kendisini gösterir.
Sanatçı Anton Lavinski’nin Okuma Odalı Kulübe ismiyle 1925’te yaptığı eskizi ele alalım. Okuma sınıfları için tasarlanan bu kulübeye, iki hoparlör, meteorolojik aletler, bir saat, bir rüzgar direği, dünya ülkelerinin bir göstergesi, bir anten ve yoldan geçen köylülerin merakını uyandıran bir bayrağın eklendiği görülür. Buradaki baskın renk, hem kulübeyi görünür kılan, hem de devrimci amacını vurgulayarak uzaktan ayırt edilen kırmızıdır. Bir sinema perdesi, Lenin’in bir portresi, bir vitrin, yenilikler için vitrinli bir kütüphane rafı, bir kitaplık, ders kitapları, defterler, kitap dolabı, bir yasal referans masası, yazı aletleri olan bir masa, vitrinler, çizelgeler ve hoparlör gibi tasarlanmış bileşenleriyle iç mekan da, eğitim ve propaganda açısından önem taşır.(1)
Okuma kulübeleri gibi kırmızı köşe isimli birimler de 1930’larda Sovyetler Birliği’nin birçok noktasına yayılır. Bu yapılara yeni görünüm kazandırmak için yapılan tasarım yarışmasında V. F. Tvelkmeyer’in 1935’te yaptığı Kırmızı Köşe projesi ilgi uyandırır. Kırsalda kolay bulunan düşük maliyetli ahşaptan yapılan Kızıl Köşe, yukarından bakıldığında kızıl bir yıldızı andırır. İçerisinde bir toplantı salonunun yanı sıra çalışma odaları bulunacak şekilde tasarlanır.
Atık kağıt getir, kitapları götür
Sovyet nüfusu tamamen okuryazar hale geldikten sonra ülkede bir okuma patlaması yaşanır. Karşılaştırmalı yapılan araştırmalarda Sovyetler Birliği yurttaşlarının diğer ülkelere oranla çok daha fazla kitap okuduğu yönünde çeşitli araştırmalar ortaya çıkar. Hatta Sovyetler Birliği dağılmadan hemen önce yapılan bir araştırmada yetişkin nüfusunun yüzde 25’i düzenli okuyucu; yüzde 72’si ise düzensiz okuyucu olarak kayda geçirilir.
Hatta okuma talebine artış 1960’larda kısmi bir ‘edebi kıtlık’ dönemi yaşanmasına sebep olur. Kağıt kullanımı arttıkça kısa sürede tüketilen kitapların yeniden basılması için maddi zorluklar baş gösterir. Bu sebeple rağbet gören kitap kuponlarını almak için okurlardan geri dönüşüm için atık kağıt getirmeleri istenir.(2)
İstatistiklerden fazlası
Sovyetler Birliği’nin yarattığı kütüphane kültürü, tarihin gördüğü en iddialı ve en kitlesel seferberlik projelerinden birinin ürünüdür. Kütüphanelerin sadece belli akademik çevrelerce kullanılmadığı, alttan üste toplumun her kesimini kapsayacak şekilde bir sosyal merkez olarak kurgulanışı da bu yüzden devrimci bir sürecin parçasıdır.
Evet, ‘Okuma alışkanlığının en yüksek olduğu’ ya da ‘Kişi başına düşen en fazla kütüphanenin bulunduğu ülke’ dediğimizde doğru ve önemli istatistiklere değinmiş oluyoruz. Ancak meselenin asıl büyüleyici kısmı nicelikte değil nitelikte saklı. Kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı bir yerleşimde açılan bir köy kütüphanesi, ya da çoktan terk edilmiş bir fabrikanın harabesinde küflenmeye yüz tutmuş kitapların bulunduğu bir iş yeri kütüphanesi gösteriyor ki; kültüre de kitaba da toplumun her kesimi eşit şekilde ulaşabilmeli. Yani mesele ne kadar kütüphanenin açıldığı kadar, o kütüphanenin kimler tarafından nasıl kullanıldığı. Eh haliyle, böyle bir bakış açısına sahip olmaksa toplumsal mülkiyetten geçiyor.



