AKP yöneticilerinin ve Anayasa paketinde iktidar partisine kayıtsız şartsız destek verenlerin, parti kapatmayla ilgili 8. maddenin düşmesinden BDP’yi sorumlu tutmasının anlaşılır bir tarafı yok. Hatırlayalım: CHP ve MHP baştan kapılarını kapatırken BDP sonuna kadar açmış ancak AKP’den herhangi bir olumlu tepki alamamıştı. Buna rağmen BDP’liler 8. maddenin ilk tur oylamasına katılarak iyi niyetlerini bir kez daha gösterip ikinci tur oylama için müzakereye açık olduklarını vurgulamışlardı. Uzatılan elleri yine karşılık bulmadı. Üstelik gerek AKP yöneticileri, gerekse AKP destekçileri, BDP’lilerin “aksi takdirde oylamaya katılmayız” restine karşılık onları CHP-MHP çizgisine dahil olmakla, hatta daha ileri giderek “Ergenekonculuk” la suçladılar. Kişisel gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, bu türden küçük düşürücü baskılar, BDP içinde “her şeye rağmen destek olalım” diyen kişi ve çevrelerin de direncinin kırılmasına ve partinin paketten iyice soğumasına yol açtı.
AKP hiç kuşkusuz “BDP ile ortak paket geçiriyor” imajı vermekten ürkmüştü. Böylesi bir imaj ilk aşamada AKP içindeki Türk milliyetçiliğine yakın isimlerin; ardından muhtemel bir referandumda milliyetçi-muhafazakâr seçmenin hatırı sayılır bir bölümünün oylarını riske atabilirdi. İktidar partisi böyle bir imaj vermekten öylesine ürktü ki, kapalı kapılar ardında pazarlıklara da yönelmedi. Bu arada, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, BDP aleyhine sert suçlamaları peş peşe sıraladı.
Öcalan faktörü
Şimdi AKP’liler BDP’yi, Öcalan’ın “AKP’ye destek olmak ahlaksızlıktır” açıklamasını bir talimat gibi kabul etmekle suçluyorlar. Muhtemelen BDP’nin tavrını belirlemesinde Öcalan’ın talimatları birinci derecede etkili olmuştur ama bunda şaşıracak ve yadırganacak bir şey yok. Eğer BDP’liler (dün DTP’liler, DEHAP’lılar, HADEP’liler…) Öcalan’a rağmen siyaset yapmaya yönelmiş olsalardı bugün bambaşka bir Kürt siyasi hareketiyle karşı karşıya olurduk. Herhalde Öcalan’a tavır alan parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmazdı ancak “tabanımız PKK ile aynı” dediklerini de hesaba katarsak hızla marjinalleşip belki kendi kendilerini kapatırlardı.
Sonuçta 8. maddenin, AKP yönetiminin “Türk milliyetçisi” reflekslerden korkup “Kürt milliyetçisi” refleksleri önemsememesi yüzünden yeterli oyu alamayıp düştü. İşin çarpıcı yanı, AKP’nin ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamış olmasıdır. BDP’lileri dışlayıcı üslubu bu partiyi oylamaya katılmaktan uzak tutmakla birlikte, kendi içindeki Türk milliyetçiliği refleksleriyle hareket eden milletvekillerini tatmin edemedi ve bildiğimiz hüsran yaşandı.
Peki AKP, iki milliyetçilik arasında denge kurmak isterken dengesini kaybetmiş olmaktan ders çıkartabildi mi? İlk işaretler çıkaramadığı yönünde. Maddenin düşmesiyle birlikte BDP’lilere yüklenmeye devam eden AKP yönetimi, daha sonraki maddelerin başına benzer şeyler gelmemesi için kendi içindeki fireleri görmezden gelmeye çalışıyor. Fakat burada da karşısında medya engeli çıktı. Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Faruk Koca’nın çıkardığı listenin başta Vatan olmak üzere medya tarafından görüntülenmesi iktidar partisinde zaten bozuk olan sinirleri iyice altüst etti. Ve yapılan açıklamaların atmosferini yatıştırabildiği söylenemez.
İkinci 1 Mart değil
Murat Yetkin Radikal’de dün, 3 Mayıs 2010’u, yani 8. maddenin düşmesini 1 Mart 2003’e,ü yani tezkerenin reddine benzetti. Evet her iki oylamada da bir kısım AKP milletvekili Erdoğan’a rağmen oy kullandılar ve iktidar partisine büyük krizler yaşattılar. Ancak tezkereyle 8. maddeye karşı çıkış motivasyonlarının birbirine hiç benzemediği de muhakkaktır.
Kendi şahsıma şöyle bir karşılaştırma yapabilirim: 1 Mart beni çok ama çok sevindirmişti. Murat’ıysa üzdüğünü çok iyi biliyorum. Önceki günkü oylama hakkında Murat kişisel olarak ne düşünüyor bilmem şahsen ama bu sefer mutlu olduğumu söyleyemem. Eğer daha fazla demokrasi istiyorsak siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasını istemek kadar doğal bir şey olamaz.
Neyse olan oldu. Bari AKP yönetimi, uzlaşma yolunda çaba göstermeyip “ben yaptım oldu” mantığıyla Anayasa değiştirmenin sandıkları kadar kolay olmadığını anlayabilmiş olsalar.
AKP hiç kuşkusuz “BDP ile ortak paket geçiriyor” imajı vermekten ürkmüştü. Böylesi bir imaj ilk aşamada AKP içindeki Türk milliyetçiliğine yakın isimlerin; ardından muhtemel bir referandumda milliyetçi-muhafazakâr seçmenin hatırı sayılır bir bölümünün oylarını riske atabilirdi. İktidar partisi böyle bir imaj vermekten öylesine ürktü ki, kapalı kapılar ardında pazarlıklara da yönelmedi. Bu arada, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, BDP aleyhine sert suçlamaları peş peşe sıraladı.
Öcalan faktörü
Şimdi AKP’liler BDP’yi, Öcalan’ın “AKP’ye destek olmak ahlaksızlıktır” açıklamasını bir talimat gibi kabul etmekle suçluyorlar. Muhtemelen BDP’nin tavrını belirlemesinde Öcalan’ın talimatları birinci derecede etkili olmuştur ama bunda şaşıracak ve yadırganacak bir şey yok. Eğer BDP’liler (dün DTP’liler, DEHAP’lılar, HADEP’liler…) Öcalan’a rağmen siyaset yapmaya yönelmiş olsalardı bugün bambaşka bir Kürt siyasi hareketiyle karşı karşıya olurduk. Herhalde Öcalan’a tavır alan parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmazdı ancak “tabanımız PKK ile aynı” dediklerini de hesaba katarsak hızla marjinalleşip belki kendi kendilerini kapatırlardı.
Sonuçta 8. maddenin, AKP yönetiminin “Türk milliyetçisi” reflekslerden korkup “Kürt milliyetçisi” refleksleri önemsememesi yüzünden yeterli oyu alamayıp düştü. İşin çarpıcı yanı, AKP’nin ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamış olmasıdır. BDP’lileri dışlayıcı üslubu bu partiyi oylamaya katılmaktan uzak tutmakla birlikte, kendi içindeki Türk milliyetçiliği refleksleriyle hareket eden milletvekillerini tatmin edemedi ve bildiğimiz hüsran yaşandı.
Peki AKP, iki milliyetçilik arasında denge kurmak isterken dengesini kaybetmiş olmaktan ders çıkartabildi mi? İlk işaretler çıkaramadığı yönünde. Maddenin düşmesiyle birlikte BDP’lilere yüklenmeye devam eden AKP yönetimi, daha sonraki maddelerin başına benzer şeyler gelmemesi için kendi içindeki fireleri görmezden gelmeye çalışıyor. Fakat burada da karşısında medya engeli çıktı. Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Faruk Koca’nın çıkardığı listenin başta Vatan olmak üzere medya tarafından görüntülenmesi iktidar partisinde zaten bozuk olan sinirleri iyice altüst etti. Ve yapılan açıklamaların atmosferini yatıştırabildiği söylenemez.
İkinci 1 Mart değil
Murat Yetkin Radikal’de dün, 3 Mayıs 2010’u, yani 8. maddenin düşmesini 1 Mart 2003’e,ü yani tezkerenin reddine benzetti. Evet her iki oylamada da bir kısım AKP milletvekili Erdoğan’a rağmen oy kullandılar ve iktidar partisine büyük krizler yaşattılar. Ancak tezkereyle 8. maddeye karşı çıkış motivasyonlarının birbirine hiç benzemediği de muhakkaktır.
Kendi şahsıma şöyle bir karşılaştırma yapabilirim: 1 Mart beni çok ama çok sevindirmişti. Murat’ıysa üzdüğünü çok iyi biliyorum. Önceki günkü oylama hakkında Murat kişisel olarak ne düşünüyor bilmem şahsen ama bu sefer mutlu olduğumu söyleyemem. Eğer daha fazla demokrasi istiyorsak siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasını istemek kadar doğal bir şey olamaz.
Neyse olan oldu. Bari AKP yönetimi, uzlaşma yolunda çaba göstermeyip “ben yaptım oldu” mantığıyla Anayasa değiştirmenin sandıkları kadar kolay olmadığını anlayabilmiş olsalar.
Vatan