Bugün 16 Mart 2011! İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üstüne bomba atılarak yapılan katliamın 33. yılı!
Evet, katliamın üstünden 33 yıl geçti; ama katliam dün olmuş gibi, bu katliamın hedefi olan dünün öğrenicilerinin ve bugünün öğrencilerinin, öğretim üyelerinin yürekleri yanmaya, şikayetleri her yönüyle yeni olmaya devam ediyor. Çünkü bu dava kamuoyu vicdanında, adil bir yargılama ve faillerin açığa çıkarılmasıyla vicdanları huzura kavuşturacak bir sonuca bağlanmış değil. Tıpkı faili meçhul cinayetler ve kayıplarda olduğu gibi Türkiye’nin duyarlı kamuoyu, 16 Mart katliamında gerçeğin (faillerin ve arkasındaki güçlerin) bilindiği halde bizzat devletin ilgili kurumlarının organize biçimde bu davayı bir sonuca ulaştırmamak içinden elinden geleni yaptığını ve sonuçta davayı zaman aşımına uğratıldığına inanmaktadır.
16 Mart Katliamı Davası; pek çok cinayet, katliam davalarından farklı olarak, katliamın hemen arkasından başlayan “faillerin bulunması” mücadelesi olarak ilerledi ve bugüne kadar da en azından katliamın yıl dönümlerinde katillerin bulunması ve gerçeklerin açığa çıkarılması için talepler yinelendi. Bu yıl, bu katliamın açığa çıkarılması için kurulmuş olan platform, katliamın yapıldığı yere bir anıt dikmek üzere hareket geçmiş bulunuyor.
Aslında dönemi az çok bilen herkes bilmektedir ki; 16 Mart Katliamı; polis (bomba askerden temin edilmiş), ülkücü işbirliği ile gerçekleştirilmiş tipik bir kontrgerilla eylemidir. Dönemin tüm kontra eylemlerinde “bu üçlü” hemen tümünde bir araya gelmiştir. Her ne kadar bugün ülkücülerin o gün önde gelenleri “Biz kullanıldık” diye o gün olanların üstünün örtülmesini istiyorlarsa da; o gün olanların anlaşılması ve kontrgerillanın nasıl bir örgütlenme olduğunun anlaşılması için bu “üçlü işbirliğini” anlamak gerekir. Aksi halde olanları, “kontrgerilla yaptı” diye “sanal bir örgüte” havale etmek olur. Tıpkı 1992’de Sivas’ta aydınların yakılmasını “derin devlet yaptı”, “kontrgerilla yaptı” diye Refah Partisi’nin katliamdaki rolünün (derin devletle işbirliğini) görmeden gerçeği anlamanın olanaklı olmadığı gibi, katliamı “soyut bir derin devlete yıkmak” anlamına geldiği gibi!
16 Mart katliamı ile ilgili adları gündeme gelen “Esrarengiz yüzbaşı” olarak bilinen M. Ali Çeviker’in katliamda kullanılan bombayı sağladığı ve katliam bölgesinde sorumlu Komiser Reşat Altay’ın da katliamın yapılması için ortamı adım adım oluşturduğuna dair iddialar bu dava boyunca, avukatlar tarafından öne sürüldü. Çeviker’in adı yine Maraş Katliamı’nda ülkücülere provokasyon için bomba sağlayan kişi olarak geçerken, Reşat Altay’ı ise en son Rahip Santoro cinayeti ve Hrant Dink cinayetlerinde Trabzon Emniyet Müdürü olarak tanıdık. Ki, bu cinayetlerin gerçekleşmesini adım adım izleyen ama önlemeyen kişilerden biri olarak Reşat Altay adı da gündeme gelmektedir.
Davanın seyri içinde gerek emniyet gerekse sıkıyönetim savcılarının ve “sivil” savcılıkların tavrı tüm diğer kontrgerillanın sorumlu olduğu davalardaki gibi, tanıkların dinlenmemesi, iddiaların önemsenmemesi, emniyetten istenen bilgi ve belgelerin geciktirilmesi, ya da hiç verilmemesi gibi yöntemlerle davanın zaman aşınma uğratılmasını sağlama amaçlı olmuştur.
Ve bu davalar, sıkıyönetimde “beraat ettirilerek” ya da “sivil mahkemede” “zaman aşımına uğratılarak” kapatılmış ama toplum vicdanındaki yaralar açık kalmaya, kanamaya ve acımaya devam ederken, “Biz devleti çetelerden arındırıyoruz” adı altında AKP’nin çıkarlarıyla çatışan kişi ve çevreleri yargılamaya dönüştürülmüş Ergenekon davalarıyla halkı avutmak, yeni statükonun “derin devletini” örgütlemek değilse nedir ki?
Evrensel