Bu sene 28 Şubat ile ilgili tartışmalar erken başladı. Epey uzun belgeseller, tartışma programları ve günlük yazılar gündeme geldi. Bir çoğunu takip etmeye çalışıyorum da. Tartışmanın kilitlendiği ana eksen seçilmişlerle – atanmışlar arasında yaşanan gerilim ve sonucunda atanmışların zaferi ile sonuçlanan 28 Şubat, MGK toplantısı, Susurluk, yargı kararları ve bunun akabinde ortaya çıkan derin devlet eliyle saf dışı edilmiş ve buna hiçbir direnç gösterememiş 54. Hükümet. Ve bu tartışmaların hemen öncesinde Başbakanın seçilmişleri atanmışlara kul etmem açıklamasını yapması ne kadar da manidar.
28 Şubat’ın mağdurları ve müsebbipleri ordu- iktidar, yargı- millet ikilemi üzerinden tartışmayı götürüyor. Elbette bu gerilim hattında birçok mağduriyetler ve hak gaspları yaşandı. Derin devlet bir şekilde afişe oldu ve bunun üstüne gidecek bir irade de pek oluşamadı. Aynı şekilde 28 Şubat’a neden olduğu iddia edilen, ‘irticai’ olarak nitelendirilen faaliyetler de bu tartışmaların alt zeminini oluşturdu. Andıçlar, medyanın taarruzları, günah çıkartan yazarlar, bürokratlar, siyasetçiler, yeni baştan suçlanan generaller, Cumhurbaşkanı vs. ile tartışma; modern Türkiye’nin ulusal ve laik vizyonunu yere çalmak ve büyüyen muhafazakar demokratların önlenemeyen yükselişlerini onaylamanın ötesine geçememekte.
Kısacası dönemin iktidarı ve onun sosyal çevresi haddi aşan söylem ve eylemlerde bulundular, ‘konjonktürel olarak uygunsuz olan bu davranışlara statüko karşı direnç gösterdi ve bu direnç karşısında iktidar ve ahalisi boyunun ölçüsünü aldı ve nihayetinde AKP’nin varoluşsal temelleri haklılık kazandı’ gibisinden bir yargı hakim söylemlere.
Bu meyanda tartışmalar bolca yapılmakta. Ama nedense 54. Hükümetin ekonomi- politiği üzerine birşeyler söyleyene pek rastlamadım. Bu açığa binaen 28 Şubat’a ve milli görüşe sadece ekonomik açıdan bakmanın gerekli olduğunu düşünerek 29 Şubat’ta bu yazıyı tasarladım.
MİLLİ GÖRÜŞ VE EKONOMİ
Öncelikle Milli Görüş Türkiye’de sanıldığı gibi salt Müslümanların dini taleplerini siyasal alana taşıyan bir hareket değildir. Türkiye’de 28 Şubat’a kadar ki İslami kesimde ekonomik boyutlu çalışmaları ve iddiaları olan Sebahattin Zaim, Ahmet Tabakoğlu gibi birkaç kişi haricindeki belki de tek harekettir.
Erbakan’ın ekonomik merkezli siyasal bakışı, kurduğu siyasi partilerin de öncesinde TOBB başkanlığına aday olup kazanmasıyla başlamıştır. Türkiye’de küçük üretici sınıf ile İstanbul sermayesi arasındaki çatışma TOBB’de Erbakan ve küçük üretici sınıfın zaferiyle sonuçlanmış ve bu zaferle birlikte Erbakan siyasete atılmıştır. Bundan sonra TÜSİAD kurulmuş, İstanbul sermayesi yeni örgütlenmesine gitmiş ve böylece Türkiye’de ABD- ordu merkezli darbe geleneği, İstanbul sermayesini de yanlarına alarak darbeler dönemine devam etmişlerdir. Bu konuyu bir boyutuyla önceki yazılarımızda da tartışmıştık.
28 ŞUBAT BU DARBELERİN SONUNCUSUDUR
Erbakan dünya görüşünü 3 slogan etrafında birleştirmekte. Yaşanabilir bir Türkiye, yeniden büyük Türkiye ve yeni bir dünya… yaşanabilir Türkiye’den kasıt özellikle ekonomik olarak halkın ihtiyaçlarını karşılayabilmesidir. Yani işe ekonomik bir temelden başlar. Ve bu sloganını hükümeti dönemince uyguladığı kamu- maliye politikaları ile göstermiştir. Erbakan işe, devlet bütçesini faiz sarmalından soyutlayarak başlamıştır.
Erbakan’ın devlet bütçesini oluşturan kaynak çalışmalarını 3 başlıkta toplayabiliriz;
Birincisi, meşhur kaynak paketleridir. Kaynak paketleri bandrol çalışmasından, abonmanlıklara, stok bildirimlerinden, tesislerin kiralanmasına kadar bir kısmı ihtiva etmesiyle birlikte; en önemli ve sistemi rahatsız eden boyutu kamu tek hesabı yani havuz sistemidir. Bu siteme göre devlet, bütün kurumlarına ait olan paraları – elektronik sistemle takip edilebilen- tek bir havuzda topluyor. Havuzda dolan paradan ihtiyacı olan devlet kuruluşları ‘devletin hazinesine borçlanmak koşuluyla’ para alabiliyor. Böylece devlet kurumları devlet içi mekanizma eliyle kârını değerlendirme ve zararını karşılayabilme imkanına kavuşabiliyor. Yani bir nevi kâr yapandan zarar yapan devlet kuruluşuna ‘devlet eliyle’ kaynak aktarılıyor. Bundan önceki sistemde kâr eden devlet kuruluşu özel bankaya parasını % 20 faiz ile yatırabilirken; borç alacağı zaman da %120 ile %150 arasında değişen faiz oranlarıyla alabiliyordu. Yani devlet % 100’ün üzerinde bir faizle yerli- yabancı bankalara borçlandırılıyordu. İşte hocanın tabiriyle bu ‘rantiye’nin çıkarları havuz sistemiyle biranda çökertildi. Bu bankaların arkasındaki yerli- yabancı sermaye grupları da irtica yaygarası ile menfaatlerinin peşinde koştular. Peki ordunun burdaki espiri nedir ? Ordu da kendi kuruluşu olan Oyak Bank eliyle devlete faizle borç veren bankalardan birine sahipti. Böylece 3’lü saç ayağı kurularak 54. Hükümet saf dışı edildi.
İkinci olarak bu havuzda biriken para hareketi ile 11 ayda 5 milyar dolar zararda olan kitler 2 milyar dolar kara geçti. Böylelikle 7 milyar dolarlık bir girdi sağlanmış oldu.
Üçüncü olarak faizden kurtarılan 10 milyar dolar. Örneğin, o dönemde İsviçre’nin bir bankasında birçok ülkeye ait olan devlet paraları bulunmaktaydı. Bu paralar bir ülkenin uluslararası düzeydeki zenginliğini ifade etmekte. Yani bir nevi etiket parası. Üretime hiçbir şekilde dahil olmayan bu parayı Erbakan hükümeti, 2 aylık bir çalışmadan sonra devlet hazinesine kazandırdı.
Toplamda 30 milyar doları bulan bu para ile ne yapıldı;
Önceki dönemde 43,5 trilyon destek alan köylüye, 135,8 trilyonluk destek sağlandı. Asgari ücret % 80 olan enflasyonda %101 arttırıldı. 100 alan memur 230 otuz, 100 alan emekli 315 almaya başladı. Bir ayrıntı olarak ta o döneme kadar devletin faiz ödemeleri için kullandığı FAKİR-FUKARA FONU bu dönemde ilk kez % 100 oranında ücret dışı kalan yaşılar, dullar, kimsesizler için kullanıldı.
BU BİLGİLERE ULAŞMAK BİR TIK KADAR UZAKLIKTADIR
Uzun lafı kısası 54. Hükümet döneminde devletin kaynaklarını üretim dışı faaliyetlerle sömüren yerli- yabancı şirketlerin haksız kazançları halka pay edildi. O dönem için Türkiye’ deki yerli sermayenin kârının % 80’i üretim dışı girdilerden, yani faizden oluşmaktaydı. Erbakan hükümetine karşı mücadele etmeleri çok normaldi. Belki de, 28 Şubat’ın en trajik yanı TÜSİAD ile birlikte DİSK, KESK gibi işçi, memur sendikalarının da refah- yola karşı cephe almalarıydı.
İslamcı gelenek mülkiyet- üretim ilişkileri- artı değer gibi kavramlar üzerinde hemen hemen hiç durmadı. Ekonomi konuşulmayacak kadar önemsizdi. Din adına hayat dışı kalmış semboller, ritüeller üzerinde durdu. Bir İslami muhalif varsa da bu kapitalizm değil; onun sömürü ve üretim sonrası kültürel uzantısı olan moderniteye karşı oldu. Burdan yüzeysel olarak lüks, israf, pahalı yaşama kültürü gibi eleştirileri yapıldı belki ama ( Abdurrahman Arslan gibi mesela ) köklü bir kapitalizm eleştirisi çıkmadı.
Ekonomi-politik konuda bu kadar sığ olan bir camiada Erbakan tek başına kapitalizmin finans boyutu karşısında konumlandı. Ona göre sömürünün kaynağı ABD’ nin, Merkez Bankası eliyle karşılıksız para basarak, dünya devletlerinin bütçe ihtiyaçlarını faizle karşılaması ve kendine köle etmesiydi. O yüzden Erbakan, ABD dolarına karşın İslam dinarını savunurdu. Para politikaları onun üzerinde durduğu temel konuydu ve hükümeti boyunca bu alandaki düzenlemeleri ile sermaye sınıfı ile çelişti.
Mülkiyetle kurduğu ilişkiye her zaman karşı çıktığım Erbakan, kamu adamlığı döneminde, devlet bütçesini halktan yana kullandığı için takdir edilmelidir.
Son olarak Erbakan’ın son zamanlarında sürekli tekrarladığı bir konuşmasıyla yazıyı bitirmek istiyorum. Kilolarca altını olduğu iddiaları, çocuklarının şatafatlı düğün törenleri ve oğlunun lüks arabası arasında bu konuşması belki sırıtıyordu ama ifade ederken ki gözyaşları sanki herşeyi siliyordu: “Sizden heyecan istiyorum! Ne için heyecan istiyorum biliyor musunuz ? Altı yaşında, hasta annesine ekmek götürebilmek için, çıplak ayakla, çöp arabasının arkasında koşan çocuk için heyecan istiyorum… “
www.adilmedya.com