Halkın vergileriyle teçhizatlandırılmış, kendisini korumakla görevli memurlardan müteşekkil kurum olan ordunun, kendi halkına karşı darbe yaparak zulüm aracına dönüşmesi sonrasında, akıllara gelen acaba bu müdahalelerde askerin yerelde ve uluslararası düzeyde kurduğu ekonomi-politik ilişkiler, sürecin neden ve sonuçlarına ne derece etki etmiştir? Tartışmasına kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Darbe gibi toplumsal felakete neden olan bir olguyu açıklarken, tek bir nedene bağlı kalarak analizimi sonuçlandırmak istemiyorum.
Bu sürecin oluşmasında ontolojik anlamda hayata ve insana bakıştan başlayarak, farklı ekonomik ve siyasal hedeflerin kesişmesi de dâhil olmak üzere birçok faktörü içinde barındıran geniş bir nedenler zinciri olma olasılığı yüksektir.
Yalnız her darbe sürecinin hemen ertesinde yapılan ekonomik anlaşmaları ve paranın el /yer değiştirme operasyonunu da görünce, sonuca götüren nedenin büyük bir kısmının, ekonomik paylaşım savaşı olduğuna dair kanaatimi rahatlıkla ifade edebilirim.
Evet, 1961 yılında kurulan OYAK, 12 Mart 1971 darbesi sonrasında bir devlet holdingi gibi çalışmaya başlamıştı. 12 Eylül sonrası dönemde ise OYAK ve iştirakleri sektörlerinde yalnızca Türkiye’nin değil dünyanın sayılı kurumları arasına girmeyi başarmıştı.
Bugün 10 milyar dolara yaklaşan cirosuyla, 20 bini aşkın kişi istihdam eden ekonomik faaliyetleri ile büyük özelleştirme ihalelerinde boy gösteren bir kurum olarak OYAK askerin ekonomik yüzü olarak karşımızda duruyor.
En yenisinden 3 Mart 2011 perşembe günü gazete sayfalarına yansıdığı şekliyle OYAK-NISSAN adlı Ulus ötesi bir şirketle ortaklık yapmanın yollarını arıyordu.
Haberi gazetelerde olduğu şekliyle buraya alıyorum; “OYAK grubu Fransız Renault’dan sonra Nissan’la Türkiye’de ortak üretim için harekete geçti. OYAK, Renault-Nissan Dünya Başkanı Carlos Ghosn’a Nissan için ortaklık teklif etti.”
Celal Çağlar’ın kuzeydeki ve güneydeki fabrika yeri önerileri OYAK Grubu’na ait Erdemir (kuzey) ve İsdemir (güney) fabrikalarının boş kısımları olarak netleşti.
OYAK’ın ortağı Fransız Renault, Türkiye’de son 10 yılda 1 milyar Euro yatırım yaptı ve karlılıkta Fransız şirketin dünyadaki en önemli operasyonlarından biri oldu.
Renault’nun yaşadığı karlılığın, grubun diğer ortağı Nissan için de iştah artırıcı bir durum ortaya çıkardığını iki devin tek başkanı Carlos Ghosn dile getirdi.
Aslında Nissan’ın Türkiye’de üretim planı 10 yıl önceye gidiyor. Şirket orta ve uzun vadede Türkiye’de üretim yapılabileceğini 2000 yılında kayıtlarına almıştı.
OYAK’ın kuzeyde Zonguldak Ereğlisi’nde Erdemir, güneyde ise İskenderun’da İsdemir gibi iki büyük tesisi bulunuyor. Bu tesislerin ikisi de bağımsız birer limana sahip. Ayrıca geniş arazileri içinde yeni bir otomobil üretim tesisi kuracak kadar boş arazi barındırıyorlar.(1)
Şimdi, 28 Şubat post-modern darbe sürecinin başlangıcı olan 1997-2000 dönemine tekrar dönebiliriz.
Gazete ve TV haberleri her gün borcunu ödeyememekten dolayı, yeni bir intihar girişimi, yolsuzluk haberi, Hükümet’in IMF’ den para alabilmek için bin bir takla attığı, bankaların içinin boşaltıldığı, esnafın kepenk indirdiği haberiyle çalkalanıyordu.
Halkın yaşadığı bu zorluğa rağmen, o günün savunma sanayi müsteşar yardımcısı Hasan Kazdağlı tarafından stratejik hedef kapsamında 67 milyar dolarlık 1523 adet silahlanma projesi yürütüleceği, açıklanıyordu. Bu açıklamasında Kazdağlı, TSK’nın önümüzdeki otuz yıl içinde ihtiyacı olan teçhizat tutarının 150 milyar doları bulacağını söylemişti.
Her ne hikmetse, her darbe süreci sonucunda toz toprak dağıldıktan sonra geriye, yabancı silah tekelleriyle imzalanmış sözleşmelerle baş başa kalınmıştır.
Merhum Erbakan’ın gelinen süreci iyi analiz edememesi, maaşlarına yapılan “iyileştirmeyle” kendilerini susturacağını zannettiği cunta tarafından, en çok karşı geldiği israille silah anlaşması yaptırılması, bu süreçte çok uluslu enerji ve silah şirketleriyle olan ilişki biçimi üzerinde, ne kadar çok düşünülmesi gerektiği noktasındaki hassasiyetim, umarım anlaşılabilinir bir şeydir.
Bu tasarılarda da ekonomide yabancı silah tekelleri ile ve yerli sermaye grupları ile ilişki içinde olan Oligarşinin kesinlikle gizli eli vardı.
Şimdi burada o yıllarda en can yakıcı haliyle sokaktaki vatandaşı vuran olaylarından birini ” kur ayarlaması” olayının yaşandığı zamana zihinsel bir yolculuk yapalım.
Evet, OYAK’ın “Şubat Krizi”nin ilk gününde gerçekleştirdiği müthiş operasyon (aslında vurgun)olarak adlandırılan olay o günkü gazete manşetlerine şöyle yansımıştı.
Gazetelerin o günkü ifadeleriyle OYAK Portföy Yönetimi Şirketinin başında uluslararası ciddi deneyimleri olan Fatma Can’ın anlatımlarına göre müthiş operasyon şöyle olmuştu: 19 Şubat krizinden 1 hafta önce nakite geçtiklerini belirten Can, Ecevit’in açıklamasıyla (hatırlanacağı üzere meşhur kitap fırlatma olayı) devalüasyonun olacağını düşüncesinin kesinlik kazanacağının “anlaşıldığını” söylüyor.
Ekibiyle acil toplantıya giren Can dövize geçmeye karar verir. Can o gün 21 Şubat Çarşamba kur ayarlaması olacağı konusunda “hiç bir şüphe” kalmadığını söylüyor. Bu arada 22 Şubat Perşembe günü de “Borsa da endeks 8 binlerdeyken “güçlü şirketlere yatırım yapılır”, iki ay sonra ise kısa bir zaman diliminde 17 bin sınırına dayanmıştır endeks.
23 Şubat Cuma günü 600 bin liradan alınmış olan dolarlar 1 milyonun üzerinde satılarak kâra geçilir ve hemen herkesin büyük zararlar ettiği “kriz”den OYAK güçlenerek çıkar.
Böylece “Ordu Yardımlaşma Kurumu” OYAK krizden karlı çıkarken Genelkurmay’ın ekonomik olaylarla ne kadar ve neden ilgilendiği Genelkurmay bünyesinde oluşturulan ve banka mevduatlarını izleyen Ekonomik ve Mali İzleme Merkezi (EMİM)’nin ne iş yaradığı da gün yüzüne çıkmıştır.
28 Şubat, aynı zamanda Türkiye’nin en büyük bankacılık soygununa göz yumulmasına fırsat verilmesi olayıdır.
Bu anlatılanlardan kriz ve özelleştirme sürecinde özellikle sorulması gerektiğine inandığım şey, bu “kriz” lerin yaşandığı durumlarda asker bu “kriz” in neresindeydi? Bankası, inşaat ve sigorta şirketleri, finans kuruluşları, çimento, kâğıt ve otomobil fabrikaları olan ordu gerçekte nasıl bir ordudur? Sahi askerin asıl görevi neydi?
Yazımın başında da özellikle vurgu yaptığım üzere TSK, OYAK üzerinden enerjiden bankaya, her yerde var olmaya çalışan ekonomik ve siyasi aktör olarak karşımızda duruyor.
Bu durumu görmeden sadece toplumsal mühendislik kokan söylem ve müdahalelerin ulusalcılık, laiklik, kemalizim hassasiyeti üzerinden kendini anlamlandırdığı ve tanıttığı şekliyle durumu gerçekçi bulup kabul edersek, kanaatim odur ki herhalde resmin bütününü görmüş olmayız.
Evet, hâlihazırda OYAK, askerin ekonomik dili olarak yerel ve uluslararası platformda karşımızda duruyor.
Bütün devlet imkânlarını kullanması ve vergilerden muaf tutulması onu her zaman diğer şirketlere karşı avantajlı kılıyor. Buda gerek kriz zamanlarında gerekse bu günkü özelleştirme ihalelerinde OYAK’ı diğer şirketlere nazaran daha avantajlı hale dönüştürüyor.
Bu bağlamda gelinen süreçte, Zorlu, Eczacıbaşı, İshak Alaton gibi sermaye gruplarının AKP ‘ye destek vermelerini, bu şirketlerin içte ve dışta Askeri sermayeyle olan rekabetten dolayı olabileceğini, rahatlıkla söyleyebiliriz.
Evet, gelinen süreç itibariyle bugünden düne bakacak olursak, askeri vesayet sistemi 14 yıl önceki gibi değil.
Bu durumun oluşmasına neden olarak, dıştan ve içten aktörlerin yer değiştirmesi, önemli rol oynamaktadır. Hâlihazırda küresel ölçekte Pentagon patentli enerji ve silah şirketlerinin yerini, finans kapital ve bilişim sektörü öncülüğünde ki bir başka küresel güç, yer küreye nizam verme çabası içerisindedir.
Mevcut aksiyon filmlerini aratmayan olaylar iç aktörlerden ziyade, küresel anlamdaki mücadelenin bizim köyümüze yansıyan şeklidir. Onun için var olan güncel hesaplaşmaları anlamak için, Türkiye’den Dünya’ya değil, Dünya’dan Türkiye’ye bakmak gerekir.
Var olanı olması gereken diye idealize edip, kendi özgün şartlarından yola çıkarak, 28 Şubatları oluşturan zihniyet ve onların tecessüs ettiği kurumlarla gerçek anlamda yüzleşmeyenler, gelecekte farklılıkları sorun olarak gören, faşist, ulusalcı zihniyetin tezahürü 28 Şubatların olmayacağını/olamayacağını garanti edebilirler mi?
Bu süreçte, küresel güçlere bel bağlamakla sonuç aldığını zannedenler için bilinmesi gereken şey, dengelerin her an değişebildiği küresel konjonktürle, gelindiği gibi konjonktürle de gide- bilineceğine dair olan güncel, çöl fırtınası (Mısır, Libya)gerçekliğidir.
Kişisel servetlerine servet katıp, yaşam araç ve gereçlerinden koparılmış, emeğinden başka satacak, hiç bir şeyi olmayan, kamu vicdanının Sosyal Adalet, Özgürlük taleplerini görmezden gelip, artık umut hırsızlığıyla oyalamamak gerekir.
Yaparmış gibi yapıp aslında hiçbir şey yapmayarak bir kez daha umutların, başka bahara ertelenmesine neden olan politikalar, bilinsin ki vicdanlarda hayal kırıklığının da ötesinde, dünün mazlumlarını bugünün zalimleri yapmaya yeterde artar bile.
Son tahlilde askeri vesayet rejiminin halen yürürlükte olduğunun en büyük kanıtı, 12 Eylül Cunta’ sının eseri 1982 Anayasası’nın, tümüyle değiştirilerek, yerine eleştirel düşüncenin egemen olduğu, bilgi toplumu olma yolunda ilerleyecek, Adaletçi, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir anayasa yapılmalıdır.
Vesselam.
(1)Kaynak. 3 Mart 2011 Perşembe günü Hürriyet, milliyet, sabah gazeteleri.
Not: Demokrasi hâlihazırda günümüz dünyasında bir yönetim biçimi olarak (Demokrasi birilerinin zannettiği gibi inanç sistemi değil, yönetim biçimidir) diğer yönetme tarzlarına göre bireyin kendisini ifade etmesine daha çok olanak tanıdığından en makul görülenidir.
Ama bu demek değildir ki insanlar demokrasiden daha iyi yönetim şekilleri geliştiremezler.
Daha iyisi olabilecek bir yönetim biçimi, insanlık tecrübesi açısından test edilince, insanın mutluluğu için araç olan şekil, hemen yenisiyle yer değiştirir.
Bu arada hangi demokrasi? Diye soracaklara, evet hangi demokrasi? Sorgulanmalıdır ve tartışılmalıdır .