100 yılı mitingler üzerinden düşünürken, mitinglerin kamusal alan için verilen mücadelenin bir parçası olduğunu hatırlamak gerek. Türkiye’nin siyasal tarihi Taksim mitingleri üzerinden de yazılabilir.
Ömer Turan*
1923’ten bugüne kadar gelen dönemi yorumlamanın çok farklı yolları var. Farklı çerçevelere, farklı odaklara öncelik vererek bu yüzyıllık dönem üzerine genel yorumlara ulaşmak mümkün. Ben bu yazıda Türkiye’de mitinglerin tarihine odaklanacağım. Çıkış noktam mitinglerin belirli bir dönemde siyasetin dinamiklerine, devlet-yurttaş ilişkilerine ve kamusal alanın sınırlarına ilişkin ilginç tespitlere imkân vereceği düşüncesi.
Miting dediğimizde öncelikle örgütlenmiş bir siyasi buluşmayı düşünmemiz gerekiyor. Spontane gelişen mitingler olsa da, genelde mitingler önceden izin alınmış bir yerde, önceden katılacaklara iletilmiş çağrılarla yapılır. Kimlerin konuşacağı, hatta mitingin ana sloganları bile çoğu kez önceden bellidir. Hemen her miting bir iddia ekseninde yapılır. Mitingleri iddia üzerinden düşünürken iddianın da iki katmanını hatırlamamız gerek: Birincisi, miting bir iddiayı dile getiren bir kolektif eylemdir: Seçimi kazanmaya dair bir iddia, bir hak talebi, Meclis ve hükümete yönelik bir mesaj ya da uluslararası güçlere dair bir protesto, mitingin temel mesajını, temel iddiasını oluşturabilir. İkinci olarak mitingler bir siyasi hareket ya da sosyal hareketin iddiasını gösterir. Temelde bu iddia destekleyenlerin kalabalık olduğunu göstermeye yöneliktir. Miting yapmayı seçen bir hareket, basın açıklaması ya da kapalı salon toplantısına sığmayacak bir kitlesi olduğunu göstermeyi amaçlar. Mitingde toplanan insan sayısı, hem düzenleyenlere, hem de rakiplere bir mesaj verir. Görkemli bir miting her zaman bir hareketin destekleyicileriyle olan bağını güçlendirir, bir iç konsolidasyon sağlar. Mitingin konu edindiği temel çağrı ve talep ne denli kuvvetliyse, katılımın o derece yüksek olacağı beklenir.
Mitingler sadece demokrasilerde görülmez; örneğin diktatörler de miting yapmayı severler, güçlerini ve iddialarını bu şekilde gösterirler. Bir demokrasi ortamında hem muhalefet, hem de iktidar cenahı miting düzenler. Kimi mitingler mevcut hakların genişletilmesini talep etmek için düzenlenir, ama Türkiye tarihinden de bildiğimiz üzere, kimi mitingler ise hak taleplerine karşı yapılır.
Şenlikli bir miting, çoğu kez bir demokrasi şöleni olarak nitelenir. Fakat binlerce insanın bir arada bulunduğu bir ortam olarak mitingler her zaman riskleri de barındırır. Farklı nedenlerle şenlik havası düzensizliğe ya da kaosa evrilebilir. Başka bir grubun saldırısı, mitinge katılanlar arasında çıkabilecek bir kavga ya da çatışma ve tabii Türkiye’de sık sık yaşandığı üzere polis saldırısı şenlik görüntüsünü tehlikeli bir karmaşaya dönüştürür.
Türkiye’nin son 100 yılını mitingler üzerinden düşünürken, mitinglerin hemen her durumda kamusal alan için verilen mücadelenin bir parçası olduğunu da hatırlamak gerek. Örneğin Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihi Taksim’de düzenlenmek istenen ve izin verilmeyen mitingler üzerinden yazılabilir. Mitingler için kentin neresinde izin verildiği, izin verilen sloganlar, verilen izinlere yönelik meydan okumalar ve izinli sahanın, sürenin dışına taşmalar bu kamusal alan mücadelelerinin adımlarını oluşturmakta. Aşağıda sunduğum döküm boyunca esas olarak miting tanımına uyan ve adında da miting geçen kolektif eylemlere odaklandım. Fakat 15-16 Haziran’ı ya da Gezi direnişini hesaba katmadan mitinglerin dökümünü yapmak dahi mümkün olmadığı için esas olarak mitinglere odaklansam da kimi başka kolektif eylemler de bu yazıda yer buldu. Başarısız bir miting, yani iddia ettiği desteği organize edemeyen bir miting, ilgili talebin kamusal alan mücadelesindeki güçsüzlüğünü de göstermiş olur. Mitinglere bakarak siyasal sisteme ve demokrasi düzeyine ilişkin fikir sahibi olabiliriz. Ve elbette mitingler bize siyasal ve sosyal hareketlerin gücü hakkında da fikir verir.
İŞGAL KARŞITI MİTİNGLERDEN ÇOK PARTİLİ HAYATA
Bu girişten sonra Türkiye’de mitinglerin 100 yıllık tarihine bakmaya başlayabiliriz. Hatta bunu yaparken 1923’ün de öncesine bakmamız gerekecek, çünkü I. Dünya Savaşı sonunda oluşan denge ve Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri tarafından işgali de mitingler üzerinden verilen bir mücadeleye yol açtı. İzmir’in işgal edilmesine karşı ilk miting 14 Mayıs 1919 gecesi İzmir’deki Musevi Maşatlığı’nda düzenlendi. Bu gece mitinginde konuşan gazeteci Hasan Tahsin körfezde demirli olan düşman donanmasına karşı silahla mukavemet edilmesi gerektiğini söylüyordu. 15 Mayıs’ta Yunan askerlerinin İzmir’e çıkması sonrasında 16 Mayıs’ta Denizli, Kastamonu, Tavas, Bayramiç ve Seydişehir’de; 17 Mayıs’ta Giresun, Trabzon, Zonguldak ve Edremit’te mitingler düzenlendi. İşgallere karşı İstanbul’un farklı semtlerinde de mitingler düzenlenmeye başlandı. 19 Mayıs 1919 günü, Fatih Parkı’nda 50 bin kişinin katıldığı mitingi Türk Ocakları örgütlemişti. Bu mitingde konuşan Halide Edip “Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece karanlık bir gece. Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp mutlu bir sabah yaratacağız” diyordu. Ertesi gün yani 20 Mayıs’ta Darülfünun öğrencileri Üsküdar Doğancılar’da bir miting düzenlediler. İstanbul mitinglerinin en büyüğüyse 23 Mayıs’ta Sultanahmet’de düzenlendi. Bu mitingde Halide Edip, Türkiye’nin bağımsızlık ve hayat hakkını almak için mücadele gereğinden söz ediyordu. Miting için hazırlanan pankartlarda “Yaşamak isteriz”, “Müslümanlar ölmez, öldürülemez”, “Hak İsteriz”, “İki yüz bin Müslüman Türk, iki yüz yirmi Ruma feda edilemez”, “İzmir Türk’tür, Türk kalacaktır” ifadeleri yer alıyordu. 23 Mayıs’taki ilk Sultanahmet Mitingi’ni aynı yerde düzenlenen üç miting izledi. Milli Mücadele’nin tarihi başka türlü yazılsa ve Halide Edip sonradan yeni rejime muhalif olmasa, kürsüde konuşan Halide Edip Milli Mücadele’nin başlangıç noktası olarak ders kitaplarına geçebilirdi.
Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923’ten 1946’ya kadar olan dönemde kitlesel mitingler gözlenmez. Cumhuriyet’in kurucuları sıradan insanlarla temas için halk gezilerine çıkıyorlar, bu gezilerde halka hitap ediyorlar, bunların dışında milli bayramlarda düzenlenen törenlerde konuşma yapıyorlardı. Kurucu kadro mitinge o kadar mesafeliydi ki 1927’de Nutuk dahi halka açık bir şekilde değil, CHP Kurultayı’nda İkinci Meclis Binası’nda okunmuştu. Tek-partili yıllarda mitinglere mesafeli tavrı düşünürken, bu mesafenin nedenine ilişkin en az iki noktayı vurgulamak gerek: (a) Cumhuriyet’i kuranlar siyasi katılımı hedeflemiyorlar, kitlelerin siyasete seferber edilmesini istemiyorlardı. (b) Ayrıca, kurucu kadronun otoriter eğilimleri totalitarizme erişmiyordu. Dönemin totaliter liderlerinin yaptıkları tarzda devasa mitinglerde kitlelere aktaracakları katı bir ideolojileri yoktu. 1923-1946 dönemi mitingsiz bir dönemdir. Bunun iki istisnasından söz edilebilir. Birincisi küçük ölçekli 1 Mayıs kutlamalarıdır. Ocak 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde 1 Mayıs’ın işçi bayramı olması benimsenir ve o yıl İstanbul, Ankara, İzmir ve Adapazarı gibi kentlerde 1 Mayıs kutlanır. 1924’de ise hükümet 1 Mayıs’ı yasaklar. Buna karşın yine de kimi kutlamalar yapılır. 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu 1 Mayıs’ı da yasaklar. İkinci istisna 1930’da 90 gün boyunca siyasi faaliyet yürütme imkânı bulan Serbest Fırka’nın mitingleridir.
Mustafa Kemal’in talimatıyla Ağustos 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) lideri Fethi (Okyar) Bey, ilk yurt gezisini Eylül’de İzmir’e yaptı. İzmir’de Fethi Bey’i bile şaşırtan sayıda insan SCF heyetini karşılamak için bekliyordu. Heyet İzmir’e varmadan CHP içinden de bu gezi ve mitinge karşı çıkanlar olmuştu. SCF destekleyicileri, çıkan bir gerginliğin neticesinde CHP İl Binası’nı taşa tuttular. Binanın camları kırıldı ve olaya müdahil olan jandarmanın açtığı ateşle bir çocuk öldü. Ölen çocuğun babasının, kucağında çocuğunun ölmüş bedeniyle Fethi Bey’in karşısına çıkıp “İşte size bir kurban, başkalarını da veririz. Yalnız sen bizi kurtar” demesi Türkiye siyasal tarihinin en inanılmaz anlarından biridir. Olaylar devam ederken Fethi Bey Mustafa Kemal’e telgraf çeker. Mustafa Kemal telgrafla ilettiği yanıtında şunları söyler:
“İzmir’de Serbest Fırka Reisi Fethi Beyefendi Hazretlerine,
(Sureti Başvekil’e, Dahiliye Vekiline, İzmir Valisine)
Anlıyorum ki sana nutkunu söyletmek istemiyorlar. Fakat sen mutlaka nutku söyleyeceksin ve tesadüf edeceğin herhangi bir engeli mutlaka bildireceksin Asayişin temini için Başvekil, Dâhiliye Vekili ve İzmir Valisi lazım olan tedbirleri almakla mükelleftirler.”
Mustafa Kemal’in mitingin yapılmasından yana tavrını not etmek gerek. Bu telgrafla miting yapmaya imkân bulan Fethi Bey, 7 Eylül’de Alsancak Stadyumu’nda yaklaşık 50 bin kişiye hitap eder. Fethi Bey konuşmasında SCF’nin gerici olmadığını, ekonomide liberalizmden yana olduklarını ve yabancı sermayenin gerekli olduğunu söyler. Konuşmasını “Yaşasın sevgili ve çalışkan İzmirliler!” sözleriyle tamamlar. Ağustos 1930’da SCF’yi kuranlar, Mustafa Kemal’in bir muhalefet partisi olması fikrine desteğinin kalmadığını fark ederek, kasım ayında partiyi fesih kararı alırlar.
1946’da Türkiye siyaseti, Osmanlı’nın son 10 yılında olduğu gibi (1908-1918), yeniden çok partili hayata dönünce mitingler siyasetin ana unsurları hâline geldi. 1957’ye kadar CHP’nin miting süreçlerine adapte olmadığını söylemek mümkün. Tek-parti döneminin CHP’si bir yandan kendisini dönüştürüp halkın onayına ihtiyaç duyduğunu görüyor, öte yandan mitinglerde seçmenlere cazip gelecek bir siyasi dil tutturamıyordu. 1946 Seçimleri’ne Türkiye’nin tüm seçim bölgelerinde girmeye fırsat bulamayan DP, mitingleri etkili kullanıyordu. DP liderleri iktidara geldiklerinde neler yapacaklarını anlatmaktan çok CHP icraatlarını eleştiriyorlar, özellikle tek-parti döneminin ekonomi politikasını hedefe koyuyorlardı. Tabii DP’nin bu seçimlere “Yeter! Söz Milletindir!” sloganının olduğu afişle girdiğini de hatırlamak gerek. CHP’nin bir nevi baskın seçim olan 21 Temmuz 1946 Seçimleri’ni kazanacağı belliydi. Bununla birlikte seçimlerde bir dizi usulsüzlük de gözlendi. Seçimden hemen sonra DP bu usulsüzlükleri protesto etmek için Adana (31 Temmuz), Konya (1 Ağustos) ve Ankara’da (3 Ağustos) mitingler düzenledi.
1950 Seçimleri’ne gelindiğinde, gerek CHP, gerekse DP görkemli mitingler düzenliyorlar, İnönü de Celâl Bayar da kalabalıklara hitap ediyorlardı. Bu ortamda CHP’liler seçim sonuçlarına dair iyimser bir beklenti içindeydiler. 9 Mayıs 1950’de Taksim Mitingi’nde İnönü’yü bekleyen gayet kalabalık bir kitle vardı. Vali Fahrettin Kerim Gökay, İnönü’ye miting alanını göstererek “İşte Paşam, İstanbul” diyecekti. Ancak gerek İstanbul’da gerekse küçük şehirlerdeki CHP mitinglerinde DP’yi destekleyenler de, üstelik parti rozetleriyle, vardılar.(1) 10 Mayıs 1950’de İzmir’de DP’nin düzenlediği mitingde Celâl Bayar kürsüdeydi. Bayar konuşması boyunca kitleye kazanacaklarına ve sarsıntısız bir geçiş dönemi olacağına dair mesajlar verdi ve konuşmasını şöyle bitirdi:
“Son söz olarak ben vaziyetten eminim. Geçen seferki gibi bir sürprizle karşılaşacağımızı zannetmiyorum. Sandık başına emniyetle gideceğiz. Vazifemizi huzur, sükûn, vakar içinde göreceğiz. Ondan sonradır ki milletin iradesi nasıl tecellî ederse ona boyun eğeceğiz ve boyun eğmeyenler olursa kanunların vatandaşlara verdiği salâhiyet dâhilinde boyun eğdireceğiz. Hâkimiyet ve millî irade ebedî olacaktır. Çünkü Türk milletinin saadetini başlı başına temin eden bir kaziyedir. Yaşasın Türk milleti!”(2)
İzmir basını DP mitinginin CHP mitinginden üç kat kalabalık olduğunu yazacaktı. 14 Mayıs 1950 seçimlerini DP farklı şekilde kazandı. 1960’a kadar olan dönemde Adnan Menderes çok sayıda mitingde istisnai hitabet yeteneğiyle kürsüden hitap edecekti.
1960-1980: DARBEDEN SOL HEGEMONYAYA
27 Mayıs 1960’daki ilk darbe öncelikle kamusal alana askerlerin müdahalesi anlamına gelmekteydi. Kamusal alan mücadelelerinde darbecilerin DP karşıtı kampanyaları önemli bir yer tuttu. Dahası, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları kamusal alan mücadelelerinin denklemine siyasetin ne kadar tehlikeli olabileceği fikrini soktu. 27 Mayıs’ın yarattığı atmosferde askerlerin toptancı yaklaşımları sıkça duyulur olmuştu. Örneğin, düzenlenen yurt gezisinde Van’da konuşan MBK üyesi Albay Muzaffer Yurdakuler “Ulusal devrimimize karşı gelmek cesaretini gösterecek köy, şehir ve insan kitlelerini jet ve toplarla imha edeceğiz” diyordu.(3)
27 Mayıs sonrası kamusal alan mücadelelerine dair bir döküm yaparken, etki eden aktörleri ordu ve ordu yandaşlarıyla sınırlı tutmak hatalı olur. Böyle bir döküm üzerine düşünürken İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin 31 Aralık 1961’de düzenlediği Saraçhane Mitingi’ne de değinmek kesinlikle gerekiyor. Sendikaların miting yapmasının temel nedeni yeni Anayasa’da grev hakkı tanınmış olmasına karşın, ilgili yasada grev hakkının güvenceye kavuşturulmamış olmasıydı. 155 sendikanın fiilen katıldığı mitingde “Bizim de sözümüz var”, “Grevsiz sendika, silahsız askere benzer”, “Hak verilmez, alınır” pankartları dikkat çekiyordu. 100 bin civarında kişinin katıldığı tahmin edilen bu tarihi mitinge rağmen, grev hakkını içeren yasal düzenlemeler, ancak Temmuz 1963’te ve sınırlandırılmış şekilde kabul edildi. Sendikalı işçilerin eylemleri Saraçhane Mitingi’yle sınırlı kalmadı. 1961-1963 döneminde yasaklı olmasına karşın 10 grev, 6 oturma grevi, 7 sakal grevi, 12 sessiz yürüyüş ve 4 diğer miting ve gösteri kamusal alan mücadelelerinde yer aldı. Böylelikle, sınıf perspektifinin gücü ve görünürlüğü belirgin şekilde arttı. Saraçhane Mitingi ve diğer eylemler, çoğu zaman duyduğumuz 27 Mayıs sonrası hakların tepeden inme şekilde verildiği yaklaşımının revize edilmesi gerektiğini ve kamusal alan mücadelelerini dikkate alan bir analize ihtiyaç duyduğumuzu bize söylemekte.
27 Mayıs sonrası dönemde sol dünya görüşünü takip edenlerin seslerini duyurma ve sosyalist fikirleri görünür kılma mücadeleleriyle kamusal alana etki ettiklerini gözlemekteyiz. Hızlı bir şekilde solun içinde farklı görüşler ortaya çıkacak, dergi çevrelerinden öğrenci hareketlerine farklı mecralar yeni bir siyasi mücadele hattı açacaktı. Elbette TİP’in 1965 seçimlerindeki başarısını, TİP’li hatiplerin (örneğin Çetin Altan) kitle konuşmalarındaki güçlerini anmadan bu dönemi özetlemek mümkün olmaz.
1967’de düzenlenen Doğu Mitingleri de önemli bir momentti. Ağustostan kasıma kadar olan sürede, Silvan, Diyarbakır, Siverek, Batman, Tunceli, Ağrı ve Ankara’da gerçekleşen mitingler TİP’de örgütlenmiş Kürtler ve legal alanın dışında örgütlenmeye başlamış olan Türkiye Kürdistan Demokrat Partililer (TKDP) tarafından düzenlendi. Mitinglerdeki konuşmalarda genel olarak bölgesel eşitsizliklerden şikâyet ediliyor, zaman zaman kitleye hitaplarda Kürtçe sözcükler kullanılıyordu. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nda (DDKO) örgütlü TİP üyesi Kürt gençler, partinin Ekim 1970’de toplanan 4. Kongresi’nde (1971’de Anayasa Mahkemesi’nin partiyi kapatmaktaki ana gerekçesini oluşturacak olan) TİP’in Kürt sorunu ile ilgili tarihi bir karar almasında etkili oldular. Bu kararda Türkiye’nin doğusunda Kürt halkının yaşamakta olduğu, Kürtlerin zulme ve asimilasyon politikasına maruz kaldıkları ve Kürt halkının Anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve tüm demokratik özlemlerine dair mücadelesinin TİP tarafından destekleneceği vurgulandı.
Yukarıda mitingler söz konusu olduğunda mitinge saldırı olasılığının gündemde olduğunu söylemiştim. 1965’den itibaren şube sayısını arttıran ve kitleselleşen Komünizmle Mücadele Derneği kamusal alan mücadelelerini farklı ideolojiler arasında çatışmaya dönüştürdü. Komünizmle Mücadele Derneği daha önce de TİP mitingine saldırmıştı. Fakat tarihe “Kanlı Pazar” diye geçecek olan 16 Şubat 1969’da, şiddetin başka bir boyuta geçtiğini söylemek gerekiyor. Sosyalist gençlik örgütleri ABD donanmasının 6. Filosu’nun İstanbul’u ziyaretini protesto etmek için Beyazıt’tan Taksim’e “Emperyalizme Karşı Mustafa Kemal Yürüyüşü” için Valilik’ten izin almıştı. Kitlenin Taksim Meydanı’na varmasıyla birlikte “Komünistlere ölüm” sloganları atanlar saldırıya geçtiler. Yüzlerce insan yaralandı ve iki kişi bıçaklanarak öldürüldü.
1960’ların sonlarından 1970’lere uzanan özgün bir kolektif eylem biçimi köylerde ve ilçelerde düzenlenen mitinglerdi. FKF ve sonraları DEV-GENÇ’te örgütlü olan sosyalist gençler köylülerle siyasi bağlar kurmayı önemsiyorlar, üniversitelerde yürüttükleri faaliyetlerin benzerlerini tarımsal üreticilerin sorunlarını duyurmak için örgütlüyorlardı. Bu mitingler çoğu kez tek bir ürün üzerinden, örneğin “Tütün Mitingi”, “Pamuk Mitingi” şeklinde adlandırılıyordu. Mitinglerde temel talep çiftçilerin sömürülmesine son verilmesi ve koşullarının iyileştirilmesiydi. Kimi mitinglerde ise toprağın mülkiyet yapısının değiştirilmesi çağrıları öne çıkıyordu. 22 Şubat 1969’da Malatya’da “Emperyalizm, Pahalılık ve Açlığı Lanetleme Mitingi” düzenlendi. 7 Mart’ta Akhisar’da ve 10 Mart’ta Ödemiş’te düzenlenen mitinglerde tütün üreticilerinin talepleri ön plandaydı. 16 Nisan’da Söke’de “Toprak Reformu ve Bağımsızlık Mitingi” örgütlendi. Bu mitinglerle başlayan mobilizasyon hâli yerel üretici örgütlerini oluşturmanın ötesinde, kimi durumda mahalli toprak işgallerine de evrildi. 1970’lerde de devam eden bu mitingler sol hegemonyanın yaygınlaşmasında etkili oldu.
1960’ların başında nasıl Saraçhane Mitingi işçilerin kamusal alan mücadelesinde ciddi varlık göstermesine denk düştüyse, işçi sınıfı 15-16 Haziran 1970’de bir kez daha İstanbul kent mekânının geneline damga vurdu. 15-16 Haziran organize bir miting değildi. Ama tarihe belirgin bir iz bıraktı. Protestoların kaynağı DİSK’in örgütlenmesine set çekmeyi amaçlayan mevzuat düzenlemesinin Meclis’in iki kanadından geçip, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından onaylanmasıydı. Bunun üzerine DİSK üyesi işçiler, belirli bir aşamadan sonra DİSK’in bile kontrol etmekte zorlandığı büyüklükte bir protestoya imza attılar. İstanbul’un her iki yakasından 150 bini aşkın işçi protestolara katıldı. Vapur ve otobüs seferleri iptal edildi ve işçilerin buluşmasını önlemek için Galata Köprüsü açıldı. 5 kişinin öldüğü protestolarda yüzlerce kişi yaralandı ve 200 kişi tutuklandı. Söz konusu yasal düzenleme sonradan Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Katılımcı sayısı, kentsel mekâna etkisi ve mevzuat düzeyindeki etkisiyle 15-16 Haziran işçi sınıfının kamusal alan mücadelelerinde başarılı olduğu bir moment olarak not edilmeli.
12 Mart 1971’de ikinci askeri müdahale oldu. Cunta, aleni sol karşıtlığına karşın, sosyal demokrat ve sosyalist solun yükselişini durduramadı. 1972’te CHP Genel Başkanı olan Bülent Ecevit mitinglerde öne çıkardığı “Bu Düzen Değişecek”, “Toprak İşleyenin Su Kullananın” gibi sloganlarla partiyi sosyal demokrasinin de soluna taşıdı. CHP bu yeni konumuyla 1973 seçimlerinde tarihi bir zafer kazandı. 1970’ler boyunca CHP ile sosyalist sol arasında savunulan fikirler ve kadrolar bağlamında bir etkileşim görülecekti.
Mitinglerin tarihinde 1 Mayıs 1976 bir dönemece denk düşüyordu. Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan beri yasaklı olan 1 Mayıs, bu sefer Taksim Meydanı’nda, DİSK’in ev sahipliğinde izinli ve kitlesel olarak kutlanıyordu. 1977’deki 1 Mayıs’ın önemi DİSK’in yaklaşan genel seçimlerde CHP’ye destek vereceğini açıklayacak olmasıydı. Taksim Meydanı’nı dolduran insanların üzerine açılan ateş sonucunda, kaçanların birbirlerini ezmelerinin de etkisiyle, 42 kişi hayatını kaybetti.(4) İlk ateşin istihbarat örgütlerinin silahlarından çıkmış olması en ikna edici olasılık olmakla birlikte, sonraki yıllarda paylaşılan tanıklıklar farklı sol grupların 1 Mayıs’a silahlı olarak gelmiş olmasının da panik havasına katkısı olduğunu gösteriyor.
Dönemin sonunda Milli Selamet Partisi’nin 6 Eylül 1980’de Konya’da düzenlediği “Kudüs’ü Kurtarma Mitingi”yle İslamcı hareket kamusal alan mücadelelerinde yerini aldı. Yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı bu mitingde “Şeriat İslam’dır, Anayasa Kur’an’dır!”, “Şeriat Hakkımız, Söke Söke Alırız!”, “Komutan Erbakan, Akıncı Asker!”, “Yaşasın İslam Devleti Hakkımız!” sloganları atıldı. Konya mitingi sonraki dönemde İslamcıların siyaset sahnesinde artacak görünürlüklerini haber veriyordu.
1980-2002: ÜNİFORMALI MİTİNGLERDEN NEWROZ’DA SÖYLENEN ŞARKILARA
Yeni dönem 12 Eylül 1980’deki darbeyle açıldı. 1982 Anayasası için yapılan referandum öncesinde Kenan Evren farklı şehirlerde mitingler düzenledi, üniformasıyla kitlelere hitap edip, vatandaşlardan “evet” oyu vermelerini istedi. General Evren’in ayet ve hadislerle süslemeye gayret ettiği konuşmaları resmi laikliğin yeni bir aşamasına işaret ediyordu. Evren’in mitinglerinin kamusal alana etkisini düşünürken, referandum öncesinde “hayır” oyu verilmesine dair kampanya yapmanın fiilen engellendiğini de not etmek gerek. Bu ortamda yapılan referandumda “evet” oylarının oranı yüzde 91.4 oldu.
1983 Seçimleri’yle siyasette yeni aktörler görünür oldular. Turgut Özal bir yandan askerin vesayeti ile uyumunu koruyor, öte yandan siyasete kendi tarzını yerleştiriyordu. 1987’deki referandum dönemin siyasi aktörlerinin demokrasiye bakışı için bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Darbe ile getirilen siyasi yasakların kaldırılması önerisinin oylandığı referandum öncesi dönemin başbakanı Özal mitinglerde 1970’lerin liderlerinin yasaklarının kalkmasıyla ülkenin 12 Eylül öncesine döneceğini savundu ve “Hayır” oyu için çağrı yaptı. “Evet” kampının önemli aktörlerinden biri Süleyman Demirel’di. İki ay boyunca 34 mitingde konuşan Demirel, seçmenlere “hürriyetçi kalkınmaya” dönüş vaat ediyordu.(5) “Evet” oylarının yüzde 50.16’ya ulaşmasıyla, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ın siyasi yasakları kaldırıldı. Sonuçta seçmenlerin neredeyse yarısı Özal’ın demokrasi karşıtı tavrını destekledi ve “Hayır” oylarının oranı yüzde 49,84 oldu.
1990’ların başında Büyük Madenci Yürüyüşü 12 Eylül cenderesinden çıkışta önemli bir aşamaya denk düşüyordu. Toplu iş sözleşmesi görüşmeleri tıkanınca, Zonguldak kömür havzasındaki madenciler 30 Kasım 1990’da greve çıktılar. Grev sürecinde hükümetin makul bir teklif sunmaması üzerine maden işçileri ve destek veren aileleri, 4 Ocak 1991 Cuma sabahı, Zonguldak’tan Ankara’ya bir yürüyüş başlattılar. Kilometrelerce uzanan kortejde 100 bin civarı insan olduğu tahmin edilmekte. 5 gün boyunca süren yürüyüş hükümetin türlü engellemeleri ile Ankara’ya ulaşamadan sonlansa da işçi sınıfından yükselen kitlesel bir itirazı kamusal alana taşımış ve böylelikle hükümete de korku salmıştı. İlerleyen haftalarda hükümet Körfez Savaşı gerekçesine sığınarak grevler için 2 aylık erteleme kararı aldı.
1990’lardaki kamusal alan mücadelelerinden biri de, kamu çalışanlarının sendika kurma hakkı için verdikleri mücadeleydi. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Aralık 1995’te kuruldu. Bu kuruluşun öncesinde beş yıllık bir eylem dönemi vardı. Kamu çalışanları farklı kereler Ankara’ya yürüdüler (birinci Ankara Yürüyüşü Haziran 1991; ikinci Ankara Yürüyüşü Temmuz 1993). 1994’te 22 sendika başkanı grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı için Ankara Güven Park’ta üç günlük açlık grevine başladılar. Açlık grevi sonrasında Kızılay’da toplanan 30 bin kamu çalışanı Başbakanlığa yürüdü. Haziran 1995’te Ankara’daki eylemlere 150 bin kamu çalışanı katıldı. Bu eylem sonrasında Anayasa’da yapılan değişiklikle kamu çalışanları sendikalarının üyeler adına toplu görüşme yapma hakkı kabul edildi.(6) Eylemler mevzuat değişikliği bakımından tam hedeflerine ulaşmamış olsalar da önemli bir yasal zeminin oluşmasını sağlamışlardı. KESK kuruluşundan itibaren Türkiye solunun Kürt siyasal hareketiyle ortak mücadele platformu olarak önem kazanacaktı. Başlarda KESK bünyesinde cılız da olsa yer bulan CHP’nin sonrasında bu mecradan kopması sosyal demokratların kitlelerin mücadelelerinden kopukluğu bağlamında önemli bir örnek teşkil etmekte.
Dönemin sonunda tarihi bir moment 2002’de Diyarbakır’da belediye tarafından organize edilen Newroz kutlamasıydı. Bu kutlamalarda Sezen Aksu sahne aldı ve yüzbinlerce insanla birlikte şarkılarını söyledi. Newroz kutlamalarındaki dönüşüm yeni bir dönemin işaretini veriyordu. Türkiye’de siyasallaşan Kürtler 1970’lerden itibaren 21 Mart’ı Newroz olarak kutlamakta ve bu kutlamaları kimliklerinin görünür kılınmasında önemsemekteydiler. 1990’larda kitlesel kutlama girişimleri devlet güçlerinin şiddetli tepkileriyle karşılaştı. 1991’de farklı şehirlerdeki Newroz gösterilerine katılanların üzerine güvenlik güçleri tarafından açılan ateşle 31 kişi öldürüldü. 1992’de çoğunluğu Şırnak ve Cizre’de olmak üzere 94 kişi güvenlik güçlerinin ateşiyle öldürüldü. Anaakım Milliyet gazetesi olan biteni “Bayram değil isyan” manşeti ile okurlarına duyuruyordu. Kürt siyasal hareketi 1993, 1994 ve 1995 yıllarında Newroz’u kapalı salonlarda kutlarken, devlet 1995’den itibaren Newroz’a karşı bir Türk geleneği olarak lanse edilen Nevruz’u konumlandırdı. Her yıl ateşin üzerinden atlayan askerler ve mülki erkân fotoğrafları basında yer almaya başladı. 1999’da yapılan yerel seçimlerde Kürt siyasal hareketi adayları çok sayıda kentte belediye başkanlıklarını kazandılar. HADEP’lilerin Diyarbakır başta olmak üzere, Van, Batman, Siirt, Ağrı, Bingöl’de yerel yönetimleri yönetmeye başlamaları oluşan çatışmasız ortamla birleşince izleyen yıllara uzanacak etkiler yaratmaya başladı. Belediyelerin ev sahipliğinde kutlanan Newrozlara yüzbinlerce insan katılıyordu. 2002’de Diyarbakır Newroz’unu mümkün kılan bu dönüşümdü.
2002-2023: ÇOĞULCULUKTAN ÜNİFORMALI “YENİKAPI RUHU”NA
Kasım 2002 Seçimleri yeni bir dönemin başlangıç noktasını oluşturacaktı. Seçim döneminde yeni kurulmuş olan AKP dışında bir diğer yeni kurulmuş parti dikkat çekiyordu: Cem Uzan’ın liderliğini yaptığı Genç Parti. Türkiye’nin ilk özel televizyonunun sahibi olan Uzan adeta şirket görünümlü siyasi partisiyle kampanya yürütmekteydi. Propaganda döneminde dört helikopterlik bir filo ile 147 miting düzenleyen Uzan son derece kısa ve vurucu konuşmalar yapıyordu. 12 ila 17 dakika arasında değişen uzunluklardaki konuşmalarda öne çıkan mesajlar IMF’nin gideceği, ekonominin büyüyeceği, evi olmayana ev verileceği ve okullarda ders kitaplarının bedava olacağıydı. Uzan’a fotoğrafçılar eşlik ediyor, Uzan destekçilerine onlarla çektirdiği polaroid fotoğrafları veriyordu. Genç Parti barajı aşamamasına karşın yüzde 7 oy alarak istisnai bir başarı yakaladı. Yüzde 10 barajının etkisiyle Kasım 2002 Seçimleri, koalisyon hükümetinde yer alan 3 siyasal partiyi Meclis dışında bırakıp, AKP ve CHP’den oluşan bir Meclis sonucunu verdi.
Bu yeni dönemin ilk yıllarında rengini tek bir dünya görüşünden almayan kolektif eylemler gözlendi. Bu kolektif eylemler farklı ideolojik pozisyonlardan insanları bir araya getiriyordu. Bu türden kolektif eylemlere başlıca örnek olarak, 2003’ün başlarında “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nun eylemleri hatırlanabilir. Irak’ı işgal hazırlıkları yapan ABD, Irak’ın kuzeyinden yürüteceği operasyonda Türkiye’nin toprak ve hava sahasını kullanmak istiyordu. Hükümet buna izin verecek yetki tezkeresini Meclis’e getirdi. Bu tezkere Meclis’e gelmeden önce Aralık 2002 İstanbul’da Çağlayan Meydanı’nda İHD ve EMEP gibi sol dünya görüşünün örgütleriyle, İnsani Yardım Vakfı (İHH) ve Mazlum-Der gibi İslamcı örgütler ortak miting düzenleyerek “Türkiye bu savaşa destek olmamalı” mesajını kitlesel olarak verdiler. Benzer eylemler devam etti ve bunların en büyüğü 1 Mart 2003’te Ankara Sıhhiye ’de yapıldı. Meclis’teki vekillerin sokaktan gelen sese kulak vermiş oldukları anlaşılıyor. CHP milletvekillerinin tamamının ve AKP’den de 93 milletvekilinin tezkere karşıtı oylarıyla, yetki tezkeresi Meclis’ten geçmedi. Yeni Şafak Meclis’in bu kararını “Demokrasi Kazandı” manşetiyle okurlarına duyuruyordu. 1 Mart 2003 Türkiye’de savaş karşıtı kolektif eylemlerin en somut başarısı olarak not edilmeli.
2007’ye geldiğimizde, bu yıl mitingler tarihi bakımından özel bir dizi mitingin yılı olarak hatırlanmalı. Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasıyla, AKP’nin çoğunlukta olduğu Meclis’in yeni Cumhurbaşkanını seçecek olması toplumun AKP’yi desteklemeyen kesimlerinde kaygı yarattı. AKP’li bir cumhurbaşkanı seçilmesi olasılığına karşı beş farklı kentte mitingler düzenlendi. İlk miting 14 Nisan’da Ankara’da Tandoğan Meydanı’nda yapıldı ve miting sonrasında yüzbinlerce insan Anıtkabir’i ziyaret etti. İkinci miting 29 Nisan’da İstanbul’da Çağlayan Meydanı’nda yapıldı. Manisa ve Çanakkale mitinglerinden sonra son miting 13 Mayıs’ta İzmir’de organize edildi. Mitinglerde CHP, DSP ve Doğu Perinçek’in İşçi Partisi’nden gruplar vardı. Ayrıca Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, DİSK ve KESK üyeleri mitinglere katıldılar. Mitinglerde “Ne ABD, Ne AB, Tam Bağımsız Türkiye”, “Ne Şeriat Ne Darbe, Tam Bağımsız Türkiye”, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganları dikkat çekiyordu. Mitinglere katılanların bir bölümü için temel talep demokrasi ve laiklikti. Fakat ilk mitingden itibaren “Ordu Göreve” pankartı kimi katılımcıların AKP’ye karşı darbeden yana olduklarını göstermekteydi.
İlk mitingden sonra, 27 Nisan’da Genelkurmay Başkanlığı bir bildiri yayınlayarak, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP’nin adaylarına itiraz etti. E-muhtıra olarak anılacak olan bu bildiride ordu irticai anlayışın gayretlerinin arttığını söylüyordu. Silahlı Kuvvetler o dönemde eşi başörtülü olan birinin Cumhurbaşkanı seçilmesine karşıydı. Ayrıca Abdullah Gül’ün Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesine dair çekinceler ifade etmesi de ordu nezdinde olumsuz değerlendirilmekteydi. Bu açıklamadan iki gün sonra 29 Nisan’da Çağlayan’da yapılan mitingde konuşan akademisyen Nur Sertel şunları söylüyordu: “Türk ordusunun genelkurmay başkanına memur diyen bir zihniyete karşı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünde, şanlı ordumuzun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu çok yaşa. Türk ordusu… Türk ordusu, 27 Nisan’da bizim sesimizi duymuş, bizim sesimize sahip çıkmış, demokrasiye sahip çıkmıştır. Türk ordusu 27 Nisan’da cumhuriyete, laik cumhuriyete, Türk milletinin gerçek iradesine sahip çıkmıştır.” AKP hükümeti e-muhtıraya karşı erken seçim kararı aldı ve yenilenen Meclis, Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçti. Cumhuriyet Mitingleri ve ordunun e-muhtırası halen darbe çağrılarının kamusal alan mücadelelerinde yer bulabildiğini göstermişti.
Yukarıda mitinglerin her durumda demokrasi talebinin dillendirildiği mecralarda olmadığını vurgulamıştım. Başbakan Erdoğan’ın 2011 Genel Seçimi öncesi düzenlediği mitingleri hatırlamak bu bağlamda önemli. Erdoğan 2011’de yedi farklı mitingde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu Alevi olduğu için yuhalattı (30 Nisan, Muş Mitingi; 4 Mayıs, Kastamonu Mitingi; 5 Mayıs, Amasya Mitingi; 8 Mayıs, Kahramanmaraş Mitingi; 10 Mayıs, Afyon Mitingi; 13 Mayıs, Denizli Mitingi; 18 Mayıs, Malatya Mitingi).(7) Bu mitingler bir bakıma AKP’nin başlatmış olduğu Alevi açılımının da sonu anlamına gelmekteydi. AKP seküler eşitlik yaklaşımını benimsemiyor, Alevilerin temel talebi olan cemevi ile camiyi eşit kabul etmeye karşı çıkıyordu.
2011’in sonuna gelindiğinde Türkiye miting tarihinin en sıra dışı mitinglerinden biri Kadıköy’de gerçekleşti. 25 Aralık’ta “Fenerbahçe Mitingi” düzenlendi. O dönemde Fenerbahçe Kulübü aleyhine (sonradan 3 Temmuz süreci ya da kumpası diye anılacak olan) bir şike davası devam etmekteydi. Başkan Aziz Yıldırım tutuklu olarak yargılanıyordu. 10 binlerce taraftarın katıldığı mitingde Aziz Yıldırım’ın cezaevinden gönderdiği mesaj okundu. Yıldırım mitingde “Bizler suçsuzuz, dimdik ayaktayız. ‘Biz temiziz’ diyen herkesten daha da temiziz.” mesajını veriyordu. Kürsüye çıkan teknik direktör Aykut Kocaman da kitleye “Fenerbahçe’nin teknik direktörü olarak değil, bu ailenin bir bireyi olarak buradayım. Burada olmaktan da gurur duyuyorum” diye hitap ediyordu.
Taksim Meydanı, miting yapmak isteyenler için her zaman şehrin en merkezi ve en istenen yeri konumundaydı. 1961’deki Saraçhane Mitingi’ni düzenleyen sendikalar önce Taksim’i istemişler, Valilik’ten gelen olumsuz yanıt üzerine miting Saraçhane’de yapılmıştı. 1969’daki Kanlı Pazar ve 1 Mayıs 1977’deki katliamın mekânı da Taksim Meydanı’ydı. 2007 ve 2008’de de sol gruplar 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak istediler. Fakat hükümet buna izin vermedi ve polis göstericilere müdahale etti. 2009’da Meclis bir kanun değişikliğiyle 1 Mayıs’ın, “Emek ve Dayanışma Günü” adıyla tatil olmasına karar verdi ve 5 bin kişilik bir grup 1 Mayıs’ı Taksim’de kutladı. 2010, 2011 ve 2012 yıllarında kutlamalar Taksim’de yapıldı. Böylelikle 1 Mayıs, kentin görünürlüğü sınırlı semtlerinden merkeze, Taksim’e dönmüş oluyordu. Bu dönemde Şubat 2012’de Taksim’de hükümetin zımni desteği ile yapılan Hocalı Mitingi’ni de anmak gerek. Mitinge katılanlar “Kuzey güney bir olsun, Ermenistan yok olsun”, “Dişe diş, kana kan, intikam intikam”, “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?” sloganları atıyordu. Pankartlarda ise “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz”, “Bugün Taksim, yarın Erivan… ‘bir gece ansızın gelebiliriz’” cümleleri dikkat çekiyordu. Kürsüde dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin şu cümleyi kurmuştu: “Türk milleti olarak dünyanın hiçbir yerinde insanlık adına utanılacak bir tarihimiz, bir geçmişimiz yoktur.”
2013 yılı Türkiye’nin kamusal alan mücadelelerinin 100 yıllık tarihinin en istisnai yılı oldu. Ocak ayının hemen başında medyaya, devlet ile PKK arasında yeni bir çözüm sürecinin başladığı bilgisi yansıdı. Çözüm sürecinin başlaması kamusal alanda dolaşıma giren fikirleri radikal şekilde dönüştürdü. Televizyonlarda hükümete yakın yorumcular ve AKP milletvekilleri yakın dönem tarihi Kürtlerin mağduriyetlerine vurgu yaparak, Kürtçe’nin yasaklanmasını eleştirerek anlatmaya başladılar. 2013 Newroz’unda Diyarbakır kutlamaları kesinlikle tarihi oldu. Öcalan’ın mektubu sahneden Kürtçe ve Türkçe olarak okundu ve anaakım televizyon kanallarında canlı yayında verildi. Öcalan mektubunda “Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun” noktasına gelindiğini söylüyor, artık silahın yerine siyasetin öne çıkacağı yeni bir dönemin başladığını vurguluyordu. 21 Mart’ta bu mesajın okunmasından sonra 3 Nisan’da Türkiye kamuoyunu bilgilendirmek ve sürecin olumlu yönlerine ikna etmek için Akil İnsanlar Heyeti kuruldu. Başbakan Erdoğan 4 Nisan’daki Twitter mesajında “her yıl belli sayıda şehit vermeyi kabullenen bir anlayış ne insanidir ne de vicdanidir” diyordu. 8 Mayıs’ta PKK militanlarının sınır dışına çekilmesi süreci başladı. Kamusal alan mücadelelerinde militarist retorik güç kaybetmişti.
Mayıs ayının sonuna gelindiğinde Taksim’deki Gezi Parkı’nda az sayıda protestocu parktaki ağaçların kesilmesini önlemeye yönelik bir eyleme başladı. Bu mütevazı eylemin çok kısa sürede 79 ilde, 2.5 milyon insanın katılacağı(8) bir eylem dalgasını başlatacağını öngörmek imkânsızdı. Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesine engel olmaya çalışanlar Erdoğan’ın buraya eski bir kışla replikası formunda AVM yapma planına karşı çıkıyorlardı. Polis ve zabıtalar protestocuların Gezi’de kurdukları kampa müdahale ettiler. 31 Mayıs Cuma günü polis bu sefer basın açıklamasını engellemeye yönelik bir müdahalede bulundu. Bunun üzerine 24 saatten fazla sürecek çatışmalar başladı. Biber gazı, TOMA’lardan sıkılan su, hükümete yönelik istifa çağrıları, alkışlı protestolar, Taksim sokaklarındaki atmosferi belirledi. Taksim’e toplanan istisnai kitlenin farklı protesto nedenleri olduğu anlaşılıyor: Halka açık bir parkın AVM’ye dönüştürülmesini yani neoliberalizasyonu protesto edenler, Erdoğan’ın Atatürk ve İnönü’den “iki ayyaş” diye söz etmesine öfkelenenler, AKP hükümetinin otoriter eğilimlerinden rahatsız olanlar, alkol satışına getirilen kısıtlamaları eleştirenler, AKP’nin kadınların hayatlarına müdahil olmasına kızanlar Gezi Parkı direnişinde buluşmuşlardı. Çok sayıda kente yayılan protestolar bize kamusal alan mücadelelerinin şiddet ile ilişkisini de göstermekteydi. Protestocular polisin şiddetine karşı kendilerini ve bulundukları alanı koruma yoluna gittiler ve özellikle Taksim’de barikatların sembolik sınırlarıyla mekânsal ayrımlar yarattılar. 1 Haziran’daysa protestocular Gezi Parkı’nı işgal ettiler ve parkta polis şiddetinin olmadığı iki haftalık bir dönem başladı. Farklı tahayyüller bu iki hafta boyunca kentin merkezinde mekân bulmuştu: Gezi’de düzenlenen forumlar, parkı “paranın geçmediği bir yere” dönüştürme fikri ve pratiği, farklı sol parti ve grupların stantları, feminist küfür atölyesi, sanat performansları Gezi’deki bu iki hafta boyunca öne çıkan unsurlardı. Böylelikle mitinglerin gözde mekânı Taksim Meydanı bu kez farklı bir şekilde dönüşmüş ve sıradan insanlar tarafından yeniden üretilmişti. Gezi Parkı protestoları örgütlü siyasetin göstermediği tepkiyi, kendiliğinden yükselen bir halk hareketinin göstermesiydi. Gezi’de işgal devam ederken, Antakya, Eskişehir, Ankara ve İstanbul’un farklı semtlerinde polis şiddeti yaygındı ve insan öldürecek ölçüde pervasızdı. 8 kişi farklı şehirlerde polis şiddetiyle öldürüldü.
AKP döneminde işçilerin mücadelelerinde mitingleri hatırlamak için 2009’da başlayan TEKEL direnişine ve 2014 Soma Maden Faciası’na odaklanmak gerek. Bu iki moment başarılı ve başarısız miting örnekleriyle dikkat çekiyor. TEKEL’deki işçi direnişi Aralık 2009’da özelleştirme sürecinde 4-c statüsünde çalışmaları dayatılan TEKEL işçilerinin Ankara’da toplanmasıyla başladı. İşçilere önerilen 4-c statüsü düzensiz istihdama denk düşüyor, ilk öneri çerçevesinde işçilerin çalışacakları süre 4 aya kadar düşebiliyordu. Farklı şehirlerden gelen işçiler Türk-İş Genel Merkezi’nin civarına kurdukları çadırlarda direnmeye başladılar. 17 Ocak 2010’da Türk-İş’in TEKEL direnişi için Sıhhiye Meydanı’nda gerçekleştirdiği, “Emek, Barış, Özgürlük İçin Demokrasi ve Haklar” mitingine on binlerce kişi katıldı. Direnişin başından itibaren TEKEL işçileri sendika bürokrasisiyle de mücadele ediyorlardı. Direniş sırasında işçiler kısa süreliğine Türk-İş Genel Merkezi’ni de işgal ettiler. Referandumlarla eyleme devam kararı alan işçiler, açlık grevini de başlatarak taleplerini kamuoyunda görünür kılmayı hedeflediler. 78 gün süren çadırlardaki direniş aynı zamanda bir mekân işgaliydi ve 4-c statüsünde çalışmanın 11 aya çıkarılması ve 1 ay yıllık izin hakkı verilmesi ile sona erdi. “Emek, Barış, Özgürlük İçin Demokrasi ve Haklar” mitingi başarılı bir direniş sürecinin parçası olarak görülmeli.
13 Mayıs 2014’te Soma Kömür İşletmeleri madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madenci hayatların kaybetti. Soma Faciası, Cumhuriyet tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan maden kazası olarak kayıtlara geçti. Üç günlük ulusal yas ilan edildi. Farklı şehirlerde ölenler için anmalar düzenlendi ve özelleştirme sonrası maden sahasında oluşturulan düşük güvenlik seviyesi protesto edildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Soma’ya gittiğinde protestolarla karşılandı. Bu protestolar sırasında Başbakan Erdoğan’ın Özel Kalem Müdür Yardımcısı Yusuf Yerkel’in polislerin yere yatırdığı bir madenciye attığı tekme uzun süre hafızalardan çıkmadı. Soma’daki facianın büyüklüğüne karşın, DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin 25 Mayıs’ta Kadıköy’de düzenledikleri “Kaza Değil, Kader Değil, Cinayet!” mitingi kitleleri sokağa çekmeyi başaramadı. Kadıköy’deki miting, sönük bir miting olarak hafızalarda yer etti. İzleyen dönemde Soma Faciası’na ilişkin mücadele dava takibi üzerinden devam etti.
2015 yılında iki yıldır devam etmekte olan çözüm süreci çöktü. PKK militanlarının 6 Eylül 2015’te Dağlıca Karakolu’na saldırarak 16 askeri öldürmesi sonra Kürtlere yönelik bir linç dalgası başladı. İçişleri Bakanlığı’na göre bu linç dalgasında, iki kişi öldürüldü, 51 kişi yaralandı, 69 parti binası ve 30 ev ve işyeri zarar gördü. HDP ise 126’sı kendi bürolarına yönelik olmak üzere 400’den fazla saldırı yapıldığını bildirdi. HDP Genel Merkezi de saldırıya uğrayan yerler arasındaydı. Ayrıca İstanbul Büyükçekmece, Balıkesir Edremit, Mersin Silifke ve Mezitli, Alanya ve Malatya’daki HDP büroları da yakıldı. Çözüm sürecinin çökmesine dair güçlü bir tepki 10 Ekim’de Ankara’da KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin düzenlediği “Emek, Demokrasi, Barış Mitingi”yle verilmek istendi. HDP’liler ve CHP’liler de kitlesel şekilde mitinge katılıyorlardı. IŞİD’in iki canlı bomba ile miting için toplanan binlerce insana saldırmasıyla 103 kişi hayatını kaybetti. Polis mitinge katılanları koruma önlemi almamakla kalmadı, saldırının gerçekleşmesi sonrası yaralılara biber gazı sıktı. İlk andan itibaren Savcılığın yazılı açıklamaları failin IŞİD olduğuna işaret etse de, hükümet fail olarak PKK’yı işaret etme stratejisini benimsedi. AKP yanlısı medya bu yönde manşetler attı. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu “kokteyl terör” kavramını ortaya atarak IŞİD’in tek fail olduğunu saklama gayretine girişti. İzleyen günlerde Mülkiye müfettişlerinin raporlarından IŞİD’in bu saldırıyı gerçekleştireceğine dair istihbaratın polisin elinde olduğu, saldırganın isminin de raporlarda yer aldığı ve takip edildiği öğrenildi.(9) Barış talep etmek için mitinge katılanlar, devletin bilgisi dâhilinde öldürüldüler.
Çözüm sürecinin çökmesi 2013’ten itibaren güç kaybetmiş olan militarizmin yeniden güçlenmesini beraberinde getirdi. Militarizmin güçlenmesinde ikinci aşama 15 Temmuz 2016’da başarısız darbe girişimi oldu. AKP hükümeti darbe olasılığına karşı uzun yıllar boyunca Gülen Cemaati’nin ordu içinde güçlenmesini ve terfilere etki etmesini desteklemişti. 15 Temmuz’a gelindiğinde ise hükümet ordu içindeki Gülencilerin düzenlediği darbe ile devrilmek istendi. 15 Temmuz gecesi 248 kişi darbeciler tarafından öldürüldü. 2000’i aşkın kişi yaralandı. Ayrıca 36 darbeci de öldürüldü. Darbe girişimi başarısız olmasına karşın sonrasındaki OHAL (21 Temmuz 2016 – 18 Temmuz 2018) döneminde sistematik düzeyde hak ihlalleri yaşandı. KHK’larla binlerce kişiyi yargı kararı olmadan kamu görevinden uzaklaştıran hükümet sadece Gülen cemaati mensuplarını değil, Kürt siyasal hareketi mensuplarını da hedef aldı. KHK’larla Kürtçe yayınlar ve televizyon kanalları da kapatıldı. KHK’ların kamusal alan mücadelelerinde hükümetin bir hamlesine denk düştüğü şüphesizdir. Buna ilaveten 15 Temmuz’un hemen sonrasında hükümetin kamusal alana dair iki hamlesini daha not etmek gerek. Bunlardan ilki hükümetin düzenlediği “Demokrasi Nöbet”leriydi. 15 Temmuz gecesi darbecilere karşı sivilleri sokağa çağıran hükümet, darbenin önlenmesinde sivillerin rolünü vurgulamak ve hayatını kaybedenleri anmak için Demokrasi Nöbetleri organize etmeye başladı. Çok sayıda kentte düzenlenen bu nöbetlerde etkinlikler akşam saatlerinde başlıyor, gelenlere yemek dağıtılıyor, çoğu zaman bir konser etkinliğin ana unsuru oluyordu. Taksim Meydanı’ndaki Demokrasi Nöbetleri’ne çadırlarıyla gelen AKP’liler, Gezi Parkı protestolarında sokağa çıkmamış kişilerdi ve şimdi kentsel mekânda fikirlerini görünür kılma sırasının kendilerini olduğunu düşünüyorlardı. Fakat hükümetin düzenlediği etkinlik kutlama ile öldürülenleri anmanın dengesini tutturmakta bile zorlanıyordu.
AKP hükümetinin kamusal alan mücadelelerindeki bir diğer hamlesi 7 Ağustos’ta Yenikapı’da düzenlenen “Demokrasi ve Şehitler Mitingi”ydi. Kimi gözlemcilere göre 5 milyon, kimi gözlemcilere göre 1.5 milyon insanın katıldığı bu mitingde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan konuştular. Farklı parti liderlerinin Erdoğan’ın düzenlediği mitingde kürsüye çıkmış olmaları “Yenikapı Ruhu” olarak niteleniyordu ve HDP’nin davet edilmemiş olması darbe sonrası ortamda Kürt siyasal hareketinin dışlandığını göstermekteydi. Mitingin en şaşırtıcı tarafı üniforması ile sahneye çıkan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar oldu. Cunta günlerinde halka üniforması ile hitap eden Kenan Evren’den bu yana bir genelkurmay başkanı halka bu şekilde hitap etmemişti. Erdoğan insanları mitinge davet ederken “başkomutan” unvanını kullanmıştı. Hazırlanmış olan devasa “Gençlik Başkomutanın Emrinde” pankartının açıldığı mitingde Erdoğan idam cezası talebine destek verdiğini ifade ediyordu. Darbe başarısız olmuştu. Fakat sahnede militarist söylem ve sembollerin hâkimiyeti vardı.
Protesto yasakları OHAL öncesi dönemden itibaren hükümetin kamusal alan mücadelelerine verdiği tepkilerden biriydi. OHAL ile birlikte protesto yasaklarının hem sayısı, hem de kapsamı arttı. 2 yıl süren OHAL döneminde 241 protesto yasağı kararı valilik ya da diğer kamu görevlileri tarafından alındı. Bu kararlarla, protestolar, basın açıklamaları, yürüyüşler başlamadan yasaklanmış oluyordu. Bu 241 yasaktan 76’sı bir ilin tamamındaki bütün kolektif eylemleri çoğu zaman bir aylığına yasaklayan kararlar. 115’i ise sokağa çıkma yasağını da içeren kararlar.(10) Fakat OHAL döneminde de tarihi bir protestonun gerçekleşmiş olduğunu hatırlamak gerek. Bu tarihi protesto Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı, kitlesel bir protestoya dönüşen ve bir mitingle sona eren “Adalet Yürüyüşü”ydü. Kılıçdaroğlu 15 Haziran 2017’de Ankara Güvenpark’ta “adalet” yazılı bir dövizle yürüyüşü başlattı. Yürüyüşün temel protestosu CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde çıkan MİT tırları haberi nedeniyle yirmi beş yıl hapis cezası alması ve tutuklanmasına yönelikti. Güvenpark’tan başlayan yürüyüş ilk aşamada çok kitlesel değildi. Hükümetin OHAL koşullarında engelleme yönünde nasıl adımlar atacağı kestirilemiyordu. Fakat hükümetten mutlak bir engelleme gelmedi, 420 kilometrelik yürüyüş 25 günde tamamlandı. Yürüyüşün engellenmeyeceği belli oldukça Kılıçdaroğlu ile yürüyenlerin sayısı ciddi biçimde arttı. Kortejin uzunluğunun 7 kilometreyi aştığı günler oldu. Yürüyüş kitleselleştikçe, adalet talebi Berberoğlu’nun aldığı cezaya itirazı aşan, daha genel anlamda OHAL’in ve KHK’ların adaletsizliğine işaret eden bir talebe dönüştü. Kortejde “herkes için adalet”, “taşeron işçiler için adalet” pankartları gözleniyor, sanatçılar, meslek örgütleri ve sıradan insanlar Kılıçdaroğlu ile birlikte yürüyorlardı. Yürüyüşün bir gününde HDP’liler de Kılıçdaroğlu’na eşlik ettiler. Diğer partilerin yöneticileri de yürüyüşe katıldı. Yol boyunca kimi AKP’li belediyeler kortejin kamp alanı olarak belirlediği yerlere gübre dökmek gibi rahatsızlık yaratıcı hamleler yaptılar. Yürüyüş 9 Temmuz’da İstanbul Maltepe’de düzenlenen tarihi mitingle sona erdi. Mitingde Kılıçdaroğlu “Darbeyi de önleyeceğiz, adaleti de getireceğiz. Sokaksa evet, sonuna kadar sokak!” diyordu.
BİTİRİRKEN: 100 YILLIK DÖKÜMÜN SÖYLEDİKLERİ
Türkiye’de mitinglerin 100 yıla uzanan, hatta 1919’dan başladığımızı düşünürsek 100 yıldan taşan dökümüne baktığımızda, bu döküm bize ne söylüyor? İlk gördüğümüz mitinglerin iddia ve amaçlarının çeşitliliği. Bir kolektif eylem biçimi olarak mitingler en çok seçim dönemlerinde örgütlense de tütün mitinglerinden, Fenerbahçe mitingine farklı örnekler karşımıza çıkıyor. Bu örneklerin talepleri ve siyasetle ilişkileri de son derece farklılaşmakta. Mitingleri düşünürken iki noktayı göz önünde bulundurmak gerek. Miting tanım gereği belirli bir öngörülebilirlik içerir. Düzenleyenler, konuşmacılar, sloganlar çoğunlukla önceden bellidir. Mitinge katılanlar, mitingin iddia ve taleplerini bilerek katılım kararını verirler. Platformdan yapılan konuşmalarla kitlenin beklentileri arasında genelde fark büyük olmaz. Burada yaptığımız dökümde bu öngörülebilirliğin saldırılarla kırıldığı örnekler de yer alıyor: 1969 Kanlı Pazar, 1977 1 Mayıs ve 2015 “Emek, Demokrasi, Barış Mitingi”ni kana bulayan Ankara Gar Katliamı.
İkinci olarak miting örgütlemek hemen her durumda zor bir iş. İnsanları katılıma ikna etmek kolay değil. Buradaki dökümde başarısız miting örneği olarak Soma işçi katliamı için düzenlenen mitingi saydım. Tabii başka örnekler de eklemek mümkün. Örneğin 2022’de İstanbul’da düzenlenen ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuştuğu 15 Temmuz anmasını ve yine 2022’de Saraçhane’de düzenlenen (“Büyük Aile Buluşması” adlı) LGBTİ+ düşmanı miting girişimini katılımcı sayılarının ciddi sınırlı kalmasına bakarak başarısız mitingler arasında sayabiliriz. Özellikle bu iki örnek, iktidar partisinin bile önemsediği bir konuda insanları miting için seferber etme imkânlarının sınırını gösteriyor.
Bu dökümde karşımıza çıkan bir diğer noktaysa, seçim mitingleri yelpazesinin dışına çıktığımızda mitinglerin, başka kolektif eylemlerle birlikte devreye girdiği. Örneğin 2010’da TEKEL direnişi sırasında organize edilen “Emek, Barış, Özgürlük İçin Demokrasi ve Haklar” mitingi, bir dizi farklı eylemin içinde bir halkaya denk düşüyordu. Dökümde yer alan 1 Mayıs’lar da, işçi bayramı olmakla birlikte, politik iddiaları, izinle organize edildikleri ve düzenleyenler platformdan konuştukları ölçüde mitinglerden farksız. 100 yıllık dönem boyunca 1 Mayıs’lar farklı dönemlerde bir mücadele konusu olarak karşımıza çıkmakta, düzenlenecek yer başta olmak üzere sendikacılar ile devlet arasında sürekli bir çekişme olduğunu görmekteyiz.
Dökümde yer alan Newroz’lar da özel olarak üzerinde durulmayı hak ediyor. 2000’lerin başlarından itibaren izinli ve planlı hâle dönüşen Newroz’lar, her ne kadar “kutlama” olarak adlandırılsa da, miting özellikleri göstermekte: Önceden alınan izinler, platformda yine önceden belirlenmiş konuşmacılar, belirlenmiş sloganlarla Newroz’lar müzik unsuru yüksek bir miting görünümünde. 1990’lardan 2000’lere uzanan süreçte Newroz’ların mitinge dönüşmesi de Kürt hareketinin kitleselleşmesi ve dönüşen devlet-yurttaş ilişkileri çerçevesinde düşünülmeli. Ve 1 Mayıs örneğine benzer (hatta ondan da vurgulu şekilde), Newroz’un miting formatına dönüşmüş olması düzenleyenler ve katılanlar ile devlet arasındaki çekişme boyutunun sona erdiği anlamına gelmiyor.
Türkiye’de mitinglerin 100 yıllık tarihine ilişkin genel bir bakışı hedefleyen bu yazıyı bitirirken şu noktaya da değinmek gerek: 2023 Seçimleri’nde kimi gözlemciler bir propaganda faaliyeti ve siyaset yapma biçimi olarak mitinglerin gerilemekte olduğunu söylediler. Bu tespitin arkasında yatan nedenler malum: Teknoloji siyasi hareketlerin ve liderlerin insanlara ulaşmasının imkânlarını çoğaltmış durumda. Dolayısıyla propaganda mücadelesi artık internette dolaşacak içeriklerin üretimini önemsiyor. Kimi videoların ulaştığı insan sayısı, miting formatının rekabet edebileceği düzeyin çok üzerinde. Buna karşın bir kolektif eylem, propaganda ve siyaset yapma biçimi olarak mitinglerin yakın gelecekte hayatımızdan çıkacağını da söyleyemeyiz. Mitinglerde karşımıza çıkan ikili iddia, yani bir hareketin destekçi sayısına dair iddiası ve seçimi kazanmaya dair cüret, hak talebi ve protesto mesajı anlamında iddia, toplumun siyasallaşmasında yer bulmaya devam edecek.
*Prof.Dr. / Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
(1) Sinan Yıldırmaz, “14 Mayıs 1950 Gecesinde ve Sonrasında Yaşananlar”, Toplumsal Tarih, sayı 353, s. 26-30.
(2) Aktaran Didem Deniz, “1950 Seçimleri Demokrat Parti İzmir Propagandası”, Dokuz Eylül Üniversitesi, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, 2006, s. 101.
(3) Hürriyet, 29 Eylül 1960.
(4) Ertuğrul Mavioğlu ve Ruhi Sanyer, “30 yıl sonra kanlı 1 Mayıs (4)”, Radikal, 2 Mayıs 2007.
(5) Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, 2023, s. 365.
(6) Sami Evren, “Kamu Çalışanlarının Çeyrek Yüzyıllık Yürüyüşü”, bianet, 14 Aralık 2014.
(7) Taylan Büyükşahin, “Sizin inancınızı binlerce kişi aynı anda hiç yuhaladı mı?”, t24, 18 Haziran 2012.
(8) Tolga Şardan, “2.5 milyon insan 79 ilde sokağa indi”, Milliyet, 23 Haziran 2013.
(9) Kemal Göktaş, “Bombacıyı biliyorlardı”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2016.
(10) Deniz Erkmen ve Mert Arslanap, “‘Mobil OHAL Yönetimi’ ve Türkiye’de Protesto Yasakları”, Birikim Güncel, 20 Temmuz 2020.