2010 1 Mayıs’ının son yılların en kitlesel, en görkemli 1 Mayıs’ı olduğuna şüphe yok. Krizin de etkisiyle birlikte, özellikle son bir yıldır işçi ve emek dünyasındaki hareketlilik göz önünde bulundurulduğunda, bu yıl 1 Mayıs’ın ülkenin hemen her yerinde daha güçlü ve kitlesel geçmesi beklenir bir durumdu. Başta yüz binlerin katıldığı İstanbul Taksim mitingi olmak üzere, İzmir, Ankara, Batman, Adana ve daha ülkenin onlarca kentinde 1 Mayıs’ın geçen yıllara oranla çok daha büyük katılımlarla gerçekleşmiş olmasının, 1 Mayıs’ın ifade ettiği değerlere önem veren herkes için son derece umut verici olduğu tartışılmaz.
Bu yıla damgasını vuran Tekel işçilerinin direnişi, öncesinde milyonlarca kamu emekçisinin katıldığı 25 Kasım grevi, Tekel işçilerinin mücadelesinin de yarattığı etkiyle ülkenin dört bir yanında ortaya çıkan, kimi kazanımla sona eren, kimi halen devam eden irili ufaklı grev ve direnişler… Bütün bunlar, yüreği ve beyniyle emekçilerin ve ezilenlerin safında olanların gelecek adına iyimser olması için fazlasıyla yeterli gelişmeler.
Ancak, gelecek adına haklı olarak duyumsadığımız bu iyimserlikle birlikte, yine özlemini duyduğumuz aynı gelecek adına görmezden gelemeyeceğimiz problemler olduğunu da unutmamalıyız. Bugün kapitalizmin çürüyen yüzüne ve ülkemizde egemen olan emekçi ve halk düşmanı bu düzene karşı ortaya çıkan ve giderek yaygınlık kazanan mücadele eğilimini ve birikimini her zaman heba edebilecek ve hiç de küçümsenmeyecek bir etkisi olan zaaflı eğilimlere karşı eleştirel bir uyanıklığa da ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bir tarafta, bu sömürücü ve baskıcı sistemin ve bu sistemin egemen sınıfının bugünkü temsilcisi olarak iktidarda bulunan AKP Hükümeti’nin toplumun bütün emekçi kesimlerini açlığa ve köleliğe mahkûm eden politikalarının doğal sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkan ve yaygınlık kazanan bir mücadele eğilimi var. Diğer tarafta ise, giderek keskinleşen sınıfsal çelişkilerin ortaya çıkardığı bu mücadeleleri göstericilik adına asıl dinamiklerinden koparan sakat eğilimlerin etkisi var.
Geride bıraktığımız uzun yılları durgunlukla geçiren ve özellikle son bir yıldır emekçilerin tabandan gelişen inisiyatifiyle yükselen bu işçi ve emekçi hareketini hem sağdan hem de soldan istismar etmeye ve tahrip etmeye müsait eğilimlere, kısaca birkaç örnekle dikkat çekmeye çalışacağım.
Birinci olarak sendikalar cephesinden, gelişen işçi-emekçi hareketine iki ayrı uçtan olumsuz etki eden iki ayrı eğilim göze çarpıyor. Aslında yeni olmayan bu sınıf dışı anlayışlar sendikal alanda öteden beri hâkim olmasına rağmen, bu anlayışlara karşı mücadele ihtiyacı bugün çok daha fazla hayatiyet kazanmıştır. Bir tarafta daha çok Türk-İş, Hak-İş gibi sendikal merkezlerin temsil ettiği, gerek söylemleri gerekse de pratik tutumlarıyla açıktan işçi hareketinin çıkarlarıyla çelişen ve hareketin ilerlemesinin önünde set olan gerici bir sendikal anlayış var. Diğer tarafta ise DİSK ve kısmen de olsa KESK’te, son zamanlarda daha da belirginleşen, söylemler de oldukça ilerici ve demokratik görünse de, benimsenen mücadele ve eylem biçimleri bakımından emek hareketini ilerletmeye hiçte hizmet etmeyen fetişist bir göstericilik anlayışı var. Hem Türk-İş hem de DİSK ve KESK içinde emek hareketini ilerletme sorumluluğu ve samimiyetiyle var olan ve hiçte azımsanmayacak mücadeleci dinamiklerin olmasını ayrı tutarak söylüyorum.
Kısaca özetlemek gerekirse; bu emekçi mücadelelerinin asıl ortaya çıktığı ve emekçileri sermaye sınıfıyla karşı karşıya getiren çelişkilerin en dolaysız yaşandığı işyerleri ve alanlardan kopmadan ve en yakınındaki, en kolay birleşebileceği işçi ve emekçilerle birleşerek ilerletmeyi gözetmek; miting, yürüyüş vb. eylemleri, asıl yerellerden ve işyerlerinden başlayarak, istikrarlı bir şekilde emekçilerin birliğini yükseltecek şekilde ele almayı gözetmek yerine, göstericiliği öne çıkaran, eylemi, mücadelenin taleplerini öne çıkarmak ve bu talepler için mücadelenin bir adım ileriye taşınmasının aracı olarak ele almak yerine eylemin kendisini amaç haline getiren, yapılan eylem ya da gösterinin bir adım sonrasında nereye bağlanacağı konusunda hiçte tutarlı bir programa sahip olmayan bir anlayış…
Özellikle işçi sendikaları için -hem Türk-İş hem de DİSK’e bağlı mücadeleci sendika merkezlerini dışta tutarak- söylersek; bir tarafta altta ekonomik ve sendikal taleplerle işyerlerinde gelişen mücadeleleri sahiplenmek için tüm güçlerini seferber etmek yerine tabandaki işçilerin inisiyatifini kırarak, adeta yüzüstü bırakan bir sendikacılık; diğer tarafta üstlerde, medya ve kamuoyu önünde Taksim’e çıkmakta ısrar, demokratik anayasa vb. konularda alabildiğine keskin söylemlerle altlardaki pratikleriyle hiçte bağdaşmayan bir solculuk gösterisi…
Tabi bu durum sadece sendikal merkezlerle sınırlı değil. Aynı şekilde bu anlayışlara hem yedeklenen hem de çanak tutan irili ufaklı pek çok sol-sosyalist parti ve grupların, gücünü ve enerjisini yerellerde işçi ve emekçilerin birliğini ve mücadelesini ilerletmek için seferber etmek yerine kolayına kaçarak ülkenin her yerinden bir merkeze toplanıp güçlü ve kitlesel görünmeyi neredeyse tek amaç haline getiren sınıf dışı göstericilik anlayışı…
***
Her şeye rağmen son bir yıldır giderek yükselen işçi ve emekçi hareketi ve 2010 1 Mayıs’ında ülkenin her yerinde alanlara çıkan yüz binler, “artık öldü”, “devrimci niteliğini yitirdi” denen işçi sınıfı ve emekçilerin, “insanlığın ulaştığı ve ulaşabileceği en ileri ve alternatifsiz sistem” denen “küresel” kapitalizmi alaşağı edecek ve yerine sömürüsüz ve baskısız bir dünyayı, yani sosyalizmi inşa edecek olan sınıf olduğunu göstermiştir.