Müslümanların gündelik hayattaki davranışlarının örnekliği ile Allah’ı hatırladıkları ve gene düşünce plânında zikri en güzel biçimde gerçekleştirdiklerini bütün açıklığı ile şu ayet göstermektedir. “Ki onlar ayakta ve oturarak ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: “Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru.” (Ali İmran, 3: 191). Şu ayet de sözlü zikir eyleminde Müslümanların izleyeceği yöntemi bildiriyor. “Rabbini nefsinde zikret: yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle, sabah ve akşam. Gafillerden olma!” (Araf, 7: 205). Ayrıca bu ayet, zikir eyleminin kendini kontrol ve kendini eleştirme yanlarını da açıklıyor. İnsan nefsinde, yani kendisi de sürekli Allah’ı hatırlayacak, O’nu hiç aklından çıkarmayacak. Başkalarına zikrederken(tebliğde bulunurken, öğütlerken) kendisi de sürekli yaptığı eylemin bilincinde olacak. Kendisinde bu yönde eksiklik, gevşeklik hissettiği an suçluluk psikolojisine düşmeli, kalben huzursuzluk duymalıdır. Bir görevi yerine getirmemenin insana verdiği eziklik, gerçekten çok acıklı bir durumdur. Bu eziklikten, mutsuzluktan, cezalandırılma korkusunun meydana getireceği sıkıntıdan ancak eksik kalan ya da aksatılan görevi yerine getirmekle kurtulmak mümkündür. Bunun başka yolu yoktur. Aslında Allah’ın yarattığı insan, nankörlüğü bırakıp tamamen kendini Allah’a teslim etmediği sürece kalben huzurlu/mutmain olması mümkün değildir. Allah’a teslim olmak; O’nun emirlerine uymak ve bu durumunu diğer insanlar arasında yaygınlaştırmaktır. Böyle bir hayat süreci içinde olan insan her bakımdan huzurludur. “Onlar ki, inanmışlardır ve kalpleri Allah’ı zikretmekle mutmain olur. İyi bilin ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Rad, 13: 28).
Allah’ı zikretmekten yüz çevirmek, bu noktada gaflet etmek, gerçekten büyük bir suçtur. Allah(c.c.) da bu suçu işleyenleri cezasız bırakmıyor. Şimdi meâlini vereceğimiz ayetteki Allah’ı zikretmekten kasıt, tamamen Allah’ın ayetleri doğrultusunda hayatı yönlendirmektir. Burada bunu yapmayanın cezalandırılmasından söz ediliyor. “Ama kim beni zikretmekten kaçınır ve zikre muarızlık ederse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak ortaya çıkarırız. “Rabbim der: niçin beni kör olarak ortaya çıkardın, oysa ben görür idim?” Buyurur: “İşte böyle, sana bizim ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bu gün de sen öyle unutulursun.” (Taha, 20: 124-126).
Zikir kavramı Kur’an’da sürekli eylem, iş, oluş bildirme anlamında değil; kimi kez de isim ya da sıfat olarak kullanılır. Bu durumlarda genellikle zikir kavramı ile Kur’an’ı Kerim’e işaret edilir. Bu anlamda Kur’an’ı Kerim’de şu ayetleri örnek olarak görebiliriz. “Dediler ki: “Ey kendisine Zikir(Kur’an) indirilmiş olan, sen mutlaka cinlenmişsin.” (Hicr, 15: 6). “Zikr’i (Kur’an’ı) okuyanlara!” (Saffat, 37: 3). “Açık delillerle ve kitaplarla sana da bu Zikir’i(Kur’an’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp, öğüt alsınlar.” (Nahl, 16: 44). “Böylece sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir Zikir verdik.” (Taha, 20: 99).
Zikir ve sabır kavramları üzerine Kur’an bütünlüğü ve ilgili ayetler ışığında görüşlerimizi böylece paylaştıktan sonra tesbih kavramına bakalım. (“tesbih” kelimesinin anlamını özellikle yazının sonuna yerleştirdim)“Rabbinin yüce adını tesbih et!” (Âlâ, 87: 1). “Sabret Allah’ın vaadi mutlaka gerçektir. Günahına da istiğfar et ve akşam sabah Rabbini hamd ile tesbih et.” (Mümin, 40: 55). “Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve gecenin uzun bir bölümünde O’nu tesbih et.” (İnsan, 76: 26). “Rabbini hamd ile tesbih et. O’ndan mağfiret dile. Çünkü O tövbeleri çok kabul edendir.” (Nasr, 110: 3). “Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki; Allah’a ve Resul’üne inanasınız. O’nu destekleyesiniz. O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O’nu tesbih edesiniz.” (Fetih, 48: 8, 9).
Yukarıdaki ayetlerde tesbih olayının sadece insan ile ilgili olduğu ortada. Buradaki ayetlerde muhatap olan insanlar tamamen Müslümanlardır. Allah’a teslim olmuş, İslâm’ı bütün olarak kabul etmiş Müslüman’ın İslâm’ı yaşaması biçiminde algılanabilir. Kimi ayetlerde tesbih ibadeti/eylemi “hamd” kavramı ile birlikte kullanılmaktadır. Şöyle de diyebiliriz: Tesbih kavramı hamd kavramı ile desteklenerek/beslenerek etkisi arttırılıyor. O halde “hamd” ne demek? Hamd: Allah’a söz vermedir. Allah’ı övüp, yüceltmektir. Hamd eylemi her ne kadar soyut, değişik bir deyişle; söze dayalı bir yüceltme, övme olarak görünüyorsa da, bununla birlikte somut, pratik yanı ağır basmaktadır. Yani Allah’ın övülmesi, ancak; Kur’an’ın yaşayan Kitap haline gelmesi ve İslâm dininin insanlar arasında yayılması durumunda anlam kazanır. Yoksa insanların toplumsal hayatında hiçbir yeri olmayan Din’in sahibi, lafla ne kadar övülürse övülsün, gereğini yerine getirmeyen övücünün bu övgüsü pek bir anlam taşımaz. Burada Fatiha sûresinin meali ile konuya daha bir açılık kazandırmak istiyorum. Bu konunun en somut ve açık biçimde gözler önüne serildiği mesajlardan Fatiha sûresidir: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun. Rahmandır, Rahimdir. Din gününün sahibidir. Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmişlerin yoluna değil.” (Fatiha, 1: 1-7).
Birinci ayette söz veriliyor ve söz verme ile birlikte övgü sunuluyor. Ve bu övgü sözlü olarak ikinci ve üçüncü ayetlerde de sürdürülüyor. Dördüncü ayette ise, insan kendine dönüyor. Sözünü eylemleri ile doğruluyor. Bundan sonra da altıncı ve yedinci ayette isteklerini bildiriyor. Bu istek bildirme doğal olarak dua, yalvarma biçiminde oluyor. Hamd kavramı hakkındaki bu açıklamalardan sonra Tekrar “hamd ile tesbih etmek” konusuna dönersek; kısaca şunu söyleyebiliriz: Ey âlemlerin Rabbi Allah’ım! Sana söz verdiğim şekilde seni tesbih ederim. Sadece sözle değil; tam bir gönül yönelişi kıvamında düşünerek, söyleyerek ve yaşayarak…
Tesbihin sadece insanlarla ya da Müslümanlarla sınırlı olmadığını görüyoruz. Hatta tesbih eylemi evrende bulunan canlı, cansız her şeyi içine almaktadır. Başka bir söyleyişle: evrende bulunan her şey Allah’ı tesbih eder. Şimdi bu bağlamdaki ayetlere bakalım: “Yedi kat gök, arz ve bunların içinde bulunanlar; O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halimdir, çok bağışlayandır.” (Isra, 17: 44). “Gökte ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmiştir. O azizdir, hâkimdir.” (Hadid, 57: 1). “Görmedin mi? Göklerde ve yerde olan kimseler, kanatlarını uçan kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Her biri kendi duasını ve tesbihini bilmiştir. Allah da onların ne yaptıklarını bilmektedir.” (Nur, 24: 41). “Göklerde ve yerde olanların hepsi Malik, Kudüs, Aziz, Hakîm olan Allah’ı tesbih etmektedir.” (Cuma, 62: 1). “Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tesbih etmektedir. Mülk O’nundur. Hamd O’nundur. O her şeye kadirdir.” (Tegabün, 64: 1).
Az önceki ayetlere baktığımızda; evrende bulunan her türlü varlığın Allah’ı kendi kuralları içinde tesbih ettiğini anlıyoruz. Bu nasıl oluyor? Tabiatta bulunan her türlü canlı ve cansız varlık için Allah’ın koyduğu bir sünnet/yasa var. Örneğin; güneş doğudan doğar, doğduktan sonra ışık, ısı enerjisi yayar, sonra da batıdan batar. İşte bu güneş için konmuş yasadır. Güneşin kendisi için konmuş bu yasaya uyarak, görevini sürekli aksatmadan yerine getirmesi, onun Allah’ı tesbihidir. Aynı durum ay ve yıldızlar için de geçerlidir. Çıraya ateşlenmiş kibrit yaklaştırılırsa, tutuşur ve yanar… v.s. Bir de Müslüman olmayan insanlar var ve onlar da bu dünyada yaşıyorlar. Yani, yerde ve gökte yaşayan canlılar sınıfına giriyorlar. O halde bu insanların tesbihi nasıl oluyor? Müslüman olmayan insanın anatomisi de et, kemik, kan, su, kıkırdak gibi biyolojik maddelerden oluşmaktadır. İşte söz konusu insanda bu maddelerden meydana gelmiş organların görevlerini yerine getirmeleri o insan bedeninin Allah’ı tesbih etmesidir. Örneğin: gözün görmesi, elin tutması, kanın akması, ayağın yürümesi, …v.s. Ancak Müslüman olmayan insan inanç ve düşünce plânında inançsız olduğu için, kendi organlarının Yaratıcısına karşı suç işletmesi de söz konusudur. Dil, aslında yalancı şahitlik yapmak, kötü sözler söylemek için yaratılmamıştır. Ama onun işi merkezi düşünce sisteminde alınan kararları seslendirmek olduğu için, yalanı seslendirme, kötü düşünceyi seslendirme tamamen sahibinin tasarrufunda olan bir iştir. Bu anlamda dil aklın elçisidir. Zaten bu tür insanların organları, büyük hesap gününde sahipleri aleyhinde şahitlik edeceklerdir. “O gün ki; dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edeceklerdir.” (Nur, 24: 24). “O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şahitlik eder.” (Yasin, 36: 65). “Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik ederler.” (Fussılet, 41: 20). Tesbih, Se-be-he/Sbh kökünden gelir; yüzmek, hızlı ve çevik bir şekilde koşmak, işe gitmek demektir. Buradan hareketle Allah’ın yoluna/yolunda gitmek/koşmak, onun adını yüceltmek demek olduğunu da söyleyebiliriz. Hamd gibi: söz ve eylem birlikte…
””””””””””” 13.10. 2014 “””””””””””
AdilMedya