Sıla, uzakta olanın özlemi. Bu sıra içim hep bir sıla.
En yakınlarımdakiler bile uzak, sanki bir devinimdeyim…
Ev, benim evim. Odama çekilip demlendiğim, sevdiğim kadınla başbaşa kaldığım ve yatağım… Terlediğim, dinlendiğim… Dağınık bırakırken de, terk ederken de beni bırakıp gitmeyen yatağım.
Ruhumu ve bedenimi sonraki güne hazırlayan evim!
Çıkınca az girdiğim ve içine girerken birilerini dışarda bıraktığım, yalnızlaştırdığını bildiğim… Odama çekilince geçmişin resimlerine bakıp sonraki günü düşünmüşümdür. Evin eski eşyalarıyla haşır neşirliğim de bundan.
Kapanmayı öğrendim, kapanırken açılmayı da…
Her insan bir zenginlik! Adımladığım her şehir ve sokak beni çoğaltır. Anılar genişler, yemekler çeşitlenir ve aşk… Paris’in Bastil Meydanı’nda yürürken Cizre’nin o eski evinin avlusunda annemle yoğurt yerim.
Ve o evin küçük kireçli duvarlarına kapanırken İspanyol merdivenlerinde seyrelerim…
Çoğalır insan, demlenir, güçlenir.
Mesela falaka sonrası Filistin askısında beklerken Besta’nın derinlerindeki dağlardayım, göğsümü kabartmışken, başım yukarda, nefesim meşe altlarındaki nergizler. Yalnız değilim. Mesela hiç gitmediysen oraya o an yalnız ve güçsüzsün.
Seni yoksullaştıran duvarlar bir an abajurlarını açar. Başka şehirler, başka aşklar ve evler… Yeniden tazelenirsin.
Açıldıkça evimin sınırları genişler, sevdiklerim sevenlerim çoğalır. Eskiden ürkek yürüdüğüm sokaklar evimin sokağıdır artık ve orada kendi kokumu bulurum.
Bak merdivenlerini tırmandığın binanın odalarında Cizre’deki kireçli odan gibi terli bedenler uzanmış. Bak kadın ve erkek fısıltıyla konuşuyor.
Galata Kulesi’nin altı sana ait ve köşe başındaki evde saçlarına fön çekmiş kadının elinde likör seni bekliyor.
Paris’in 13’üncü bölgesindeki poaçanın tadı bilindik.
Tolstoy’un savaş muharebesi… Cudi-Sur’un küflü bodrumlarında yangın kokusu, çığlık, barut…
Resimler elinde yürürsün!
Strazburg caddelerinde adaletin sesi olursun ve bir sessizlik olur. Yeni duvarlar örülüdür.
Kapanırsın.
Zayıf düşersin, halsiz… Düşlerin azalır ve ten soğur.
Ayak izlerinin Halep’i ayakkabımda, çıkarıp atsam topuklarıma ilişir öylece. Afrin’den kaçıyorum. Cerablus… Kara yüzler, gözler fellik fellik, kan…
İsmimi sayıklar gibi söylüyorum. Şak, biri deklanşöre basıyor. Hz. İbrahim’in yandığı topraklarda bedenim kavruluyor. Bir esinti… Ne çok tanıdık, sanki evimin panjuru. Başka bir sınır!
Dalgalar, çığlık… Kocaman bir dağ, ben bir taşına düşmüşüm.
Dublin! Kocaman bir salonda benim için bir kürsü… İngiliz sömürgeciliğinin işkencehane ve savaş kışlasında bir yüzleşme müzesi kurulmuş. Herkes pür dikkat, 400 insan. Tümü hak savunucusu, adalet yolcuları. Herkes yorgun yine de umutlular, gözlerinin kenarları parlıyor. Başka hayatlara temas etmenin şevki var ve ayrı yollarda yaşanmışlıkların benzerliğinin verdiği güç.
Zincir sesleri, halkalar tek tek düşüyor. Zeytin fideleri yeşerip çoğalıyor.
Bak tam orada önünde iki kanat çırpıyor.
Gel sen, birlikte giyelim… Yüzün esmer, yüzüm kumral, ufak gözlerin bende kocaman, yumuşak tenin, memelerin bedenimde…
Dicle akıyor! Mehmet Uzun’un içinden aktığı sular öyle sakin…
Bak kireçli odan orada. Pencereden gizlice kestiğin kadın…
Rüzgar hep başka eser, dönüp durur ve yine gelir kirpiklerine yerleşir…