Hiç şüphesiz üsttekilerle alttakiler arasında cereyan eden bu mücadelenin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, “Günümüz Müslümanı”nın “otorite” olarak nitelendirdiği ve düşünce dünyasının merkezine oturttuğu “sözde ulema”, “çakma aydınlar”, “sahte üstatlar ve ağabeyler”, bizim Murat Ercan’ın ifadesiyle “sahte kurtarıcılar”dır.
“Mahalle”deki oligarşik ve despotik sistem gerçekten çok ilginç. Vakıfların, derneklerin, dergilerin, yardım kuruluşlarının vs başında fi tarihinden beri hep aynı adamlar var. Köşe başları tutulmuş. Devamlı surette onlar konuşuyor, onlar edip eyliyorlar. İstişare hak getire; hoca efendi, üstat, ağabey herhangi bir konuda bir şey söyledi mi iş bitiyor. Kararları bunlar alıyor, ilişkileri bunlar belirliyorlar. Her şey üç-beş kişinin kendi arasında. İstemedikleri adama ambargo uyguluyorlar, kapıdan içeri sokmuyorlar. Bu bakımdan “mahalle”deki durum mevcut sistemden daha beter. Adam geliyor, iki sene Genelkurmay Başkanlığı yapıyor, sonra da çekip gidiyor. Üstelik Şurâ’sı var. Zat-ı muhterem ise 20 senedir aynı koltukta. Ölünce bırakacak bu işleri. Ardından onunla yakın ilişkisi olan bir başkası gelecek, ömrü vefa ederse bir 20 sene de o oturacak koltukta. Tam bir veraset sistemi… İşte “Politbüro” bu!
Temelde sorun, bu beyefendiler açısından İslam’ın ne anlam ifade ediyor olduğu. “Simon üretim merkezleri”nin tezgâhından geçmiş olanları bir kenara bırakırsak, yurdum insanı toplum içerisinde mülkle olan ilişkisi ve ezilen kitlelerden yana ortaya koymuş olduğu tavırla apaçık bir biçimde müşahede edebileceği canlı bir örneklik arıyor ve bulamıyorsa, söz konusu zat-ı muhteremler açısından İslam’ın ne anlam ifade ettiği bellidir. Bundan ötesi Andersen’den masallar… Zira hangi kesimden olursa olsun insanlar bilinç, erdem, cesaret ve eylem arıyorlar. Bütün bunlar Kur’an’ın her satırında ve Resul’ün hayatının her karesinde mündemiç. Lakin pratikte yansıması yok. Dolayısıyla bugün, bütün bu değerleri temsil noktasında vitrine baktığımızda tam bir fiyaskoyla karşılaşıyoruz. Her şeyden önce bu beyefendilerin halkla aralarında fersah fersah uçurumlar var. Bu zihniyet, halkla yan yana, iç içe yaşamak yerine halka minberlerden, kürsülerden ve TV ekranlarından hitap ediyor. Bunun adı “dikey ilişki biçimi”. Bir başka ifadeyle yukarıdan aşağıya bir sesleniş ve buna mukabil aşağıdan yukarıya bir izleyiş söz konusu. Muhterem! Lütfedip yukarıdan aşağıya inseniz! Maalesef bu hiçbir zaman gerçekleşmiyor ve gerçekleşmeyecek.
Hâlbuki peygamberin hayatı ortadadır; o, fildişi kulelerden konuşmanın aksine daima çarşıda-pazarda insanlarla iç içedir ve bu, onun sıradan bir insan oluşunun doğal neticesidir. Bu nedenledir ki, muhalifleri şöyle demektedirler: “Bu nasıl elçi ki, yemek yemekte ve çarşı-pazar dolaşmaktadır…” (25/7). O, mescit inşa edilirken ashabı ile birlikte harç karmış, savaş hazırlığı yapılırken eline kazma kürek alarak hendek kazmış, seferde nöbet tutmuştur. Savaş öncesi ashabıyla istişare etmiş, kendisi aksi yönde görüş bildirmesine karşın çoğunluğun aldığı karara uymuştur. Bugün onun “varisleri” olduklarını iddia edenler ise, üst perdeden konuşmakta, piyasayı kutsamakta, iktidara yalakalık yapmakta, dinden söz etmekle birlikte dinden geçinmekteler.
Zat-ı muhteremler öyle müthiş bir tüccar kafasına sahipler ki, tüm peygamberlerin kendi ellerinin emeğiyle geçinmiş olmalarına, ifa ettikleri görev için “Ben bunun karşılığında sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim ücretim yalnızca Âlemlerin Rabbi’ne aittir” (26/ 109, 127, 145, 164, 180) demelerine ve dini yalnızca Allah’a has kılmalarına karşın, yıllarca “Allah’ın dinini anlatmak” adına irad ettikleri hutbelerden tutun da yapmış oldukları derslere, telif ettikleri kitaplara varıncaya kadar ortaya koymuş oldukları tüm söylemleri ticari meta haline getirip bu ülkenin mustaz’af insanlarına fahiş fiyatlarla satmayı ve böylece servetlerine servet katmayı başardılar. Literatürde buna “din ticareti” deniyor!
İlginç bir ticaret bu. Zira bu dinin peygamberi getirmiş olduğu kitap için telif ücreti talep etmek şöyle dursun, beş parasız ölmüştü. Din tüccarları ise kitabı etiyle, sütüyle, yünüyle komple satışa çıkararak malı götürdüler. Hiçbir kelimesini, tek bir satırını dahi zayi etmediler, Allah razı olsun(!). Bu arada bazı zat-ı muhteremlerin, TV programları için “bu kadara olmaz, şu kadar isterim” diyerek işi at pazarlığına çevirdiklerini de ek bir bilgi olarak burada zikretmiş olalım. Dolayısıyla bugün vitrinde yalan, riya ve aldatmaca teşhir ediliyor.
Peygamber, tamahkâr davranarak işi ticarete döken bu zihniyeti şöyle tavsif etmiş:
“Âlim vardır ki, ilmi ile yalnız Allah’ın rızasını kastetmiştir. Kimseye onu esirgememiş, onu hiçbir para ile değiştirmemiştir. Bir âlim de vardır ki, ilmi ile yalnız dünyayı kastetmiştir. Onu paraya değiştirmiştir. Tamahkâr davranıp onu Allah’ın kullarından esirgemiştir. İşte bu tip âlimi Allah, kıyamet gününde ateşten dizgine vuracaktır. Meleklerden bir melek üstünden şöyle bağıracaktır: ‘İşte bu falan oğlu falandır, Allah ona dünya hayatında ilim vermiştir de o bunu paraya değiştirmiştir, tamahkâr davranmıştır.’ Allah ona sevdiğini kaybettirip insanlardan ayırıncaya kadar o melek böyle bağırıp duracaktır.” (Hadisi Taberânî rivayet etmiştir)
Bunun yanı sıra bugün özellikle “mahalle”de “yarı ilah” haline gelmiş/getirilmiş birtakım ucubelerle karşı karşıyayız. Her şeyi bilen, asla yanılmayan, her söyledikleri doğru, her yaptıkları iyi olan birtakım eleştirilemez tipler… Öyle ki, bunlara karşı en ufak bir eleştiri dahi “dil uzatmak” şeklinde nitelendiriliyor. Dil uzatmak… Nasıl? Şöyle yapıyoruz; önce dilimizi ağzımızdan dışarı çıkarıyoruz, sonra da zat-ı muhteremlere doğru uzatıyoruz(!). Ve la havle… Bu, zat-ı muhteremlerin hipnoza soktuğu zavallı müritler tarafından geliştirilen çürük bir savunma mekanizması. Formül şu: Eleştiri = Dil uzatmak. Hoca yellenirse cemaat abdeste çıkar hesabı… Zira zat-ı muhteremlerin en ufak bir eleştiriye dahi tahammülleri yok.
Hal böyle olunca cemaat işi daha da ileriye götürüyor ve “dil uzatıyorsunuz” deyip işin içinden çıkıveriyor. Dolayısıyla bu, bir erdem meselesi aynı zamanda. Konu eleştiri olunca aklıma Montaigne gelir hep. Onun şu satırlarına büyük hayranlık duyarım: “Biri çıkıp bizim düşüncemizin tersini söyledi mi, onun doğru söyleyip söylemediğine değil, doğru-yanlış kendi düşüncemizi savunmaya bakarız. Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde, yumruklarımızı sıkıyoruz. Ama ben dostlarımın bana sert davranmasını istiyorum. ‘Sen bir budalasın, saçmalıyorsun’ desinler bana. Ben, dostlar arasında açık, yiğitçe konuşulmasını isterim; dostların düşünceleri neyse sözleri de o olmalı.” (Montaigne; Denemeler). Bu, bizim kültürümüzde “dost acı söyler” şeklinde ifade edilir. Bu açıdan bakıldığında “Simon üretim merkezleri”nin zavallı kurbanları, hocalarına, üstatlarına, ağabeylerine iyilik değil kötülük yapıyorlar. Keşke zat-ı muhteremler ve müritleri de en az Montaigne kadar erdemli olabilselerdi.
Yeri gelmişken bir başka çürük savunma mekanizmasını daha deşifre etmekte yarar var. Mürit vatandaş diyor ki, “Falan Eli, filan Işığı, feşmekan Hürriyetleri gibi dernekler dünya çapında yardım ve infak faaliyetleri gerçekleştiriyorlar. Hal böyle iken siz çıkıp İslamcıların kapitalist olduklarını söylüyorsunuz.” Sanki babalarının malını infak etmişler, çıkarıp kendi ceplerinden vermişler gibi anlatıyor mürit vatandaş. Halktan toplanan paralarla yapılan yardımları “alın işte infaksa infak, yardımsa yardım” diye başına kakıyor milletin. Şimdi biri çıkıp da “Dünyanın dört bir yanına gemiler gidiyor gitmesine de her ne hikmetse maden işçilerine iki kamyon gitmiyor” dese kıyamet kopar. Niye? “Burada kim, ne yapıyorsa iyidir, güzeldir, doğrudur; böyle şeyler eleştiri kaldırmaz” diye beyni yıkanmış da ondan.
Bu bakımdan mazisi eskilere dayanan “Simon üretim merkezleri” sayesinde kelle sayısını artıran “çok muhterem” hoca efendilerin, âlimlerin, üstatların ve ağabeylerin Kabile Büyücüleri’nden, Amon Tapınağı’nın rahiplerinden ve Süleyman Mabedi’nin hahamlarından aşağı kalır yanları yok. Tercihlerini “üsttekiler”den yana kullanan zat-ı muhteremler, yeni dönemin dini altyapısını inşa etmekle, bir başka ifadeyle servet ve iktidarı kutsayarak “yeşil kapitalizm”e ve “İslami faşizm”e abdest aldırmakla meşguller.
Aslında bu zihniyet hiçbir zaman “alttakiler”den yana olmadı. Aksine omuzlarına basıp yükselmek için “alttakiler”i kullandı. Zira zat-ı muhteremlerin sahip oldukları şan-şöhret, para-pul, mal-mülk, makam-mevkii ne varsa hepsinin temelinde “alttakiler”in emeği, alın teri ve teveccühü var. Vatandaş Garipov aybaşında maaşını alır, çoluk çocuğunun boğazından keser, parasını falan hoca efendinin, üstadın, ağabeyin kitaplarına, filan cemaatin gazetesine, dergisine, feşmekân oğlunun CD’lerine yatırır. Cemaat ona yardım edeceğine o, dişinden tırnağından artırdığı üç kuruşu da vakfa-derneğe bağışlar. Pazar gününü ailesiyle birlikte geçirmek yerine seminerlerde, sohbetlerde, derslerde heba eder. Okudukları ve dinledikleri aklını başından almış, itaat kültürü aşılayarak onu zombileştirmiştir. O, kâinatta eşi benzeri bulunmayan tek nüshalık bir kitap iken, sürüye dâhil olmuş, Simonlaşmıştır. Bedel ödemek istemeyen, üstüne üstlük kandırılmaktan hoşlanan, ikiyüzlü, zavallı bir tip olup çıkıvermiştir. Her hafta dersleri takip eder, edindiği bilgileri başkalarına satar, “dini sohbet” ortamlarında kendini uyuşturur. Vatandaş Garipov’un hali içler acısı…
Malum, bugün birtakım vakıf, dernek ve cemaatlerin eğitim programlarına baktığımızda ilkin okuma faaliyetleriyle karşılaşıyoruz. Falan zat-ı muhterem bir TV programında anlatıyor: “Ben şu, şu, şu okumaları yaptığımda gördüm ki…” Pis bir hikâyedir bu. Çünkü bu “okuma” denen şeyin hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Ne okursan oku, ne bilirsen bil, ne anlatırsan anlat kardeşim. Biz biliyoruz ki, yıllardır yapmakta olduğun derslere iştirak edip de kendi aralarında kapitalist ilişki biçimleri geliştiren, ahlaki yönden sıfırı tüketmiş yığınla takipçin var senin.
Peki, neden böyle oluyor? Böyle oluyor, çünkü bunlar hayatın can damarlarına, sokaktaki yangına, toplumdaki eşitsizliğe dokunan gerçekçi okumalar değil. Garip teorilerden ibaret… İnsanlar uyguladıkları mevcut okuma programları ve takip ettikleri bu dersler neticesinde ancak salt bilgi sahibi oluyorlar ki, sahip oldukları bilginin ne derece doğru olduğu da bir hayli şüpheli. Dolayısıyla “Simon üretim merkezleri”nde bilinç, ahlak ve eylem üretimi sıfırdır.
Bunun yanı sıra siz ne anlatırsanız anlatın, anlattığınız muhataplarınızın anladığı kadardır. Dolayısıyla “avam” olarak nitelendirdiğiniz insanların seviyesine inmeden, onlarla hemhal olarak hayatın içerisinde canlı bir örneklik oluşturmadan başarılı olamazsınız. Bu nedenle “çok muhterem” hoca efendinin anlattıkları aslında yüzeyseldir. Zira o, pratiğe değil teoriye oynamış ve kaybetmiştir. Kaldı ki, onun zenginden yana olan teorisi de beş para etmez. Bunun yanı sıra malum zihniyetin eğitimden, eğitimin kutsallığından, Dâru’l-Erkam’dan ve Suffe’den söz etmesi de abesle iştigaldir. Zira Dâru’l-Erkam’da ve Suffe’de teoriye değil pratiğe dayalı eğitim metodu söz konusudur. Dolayısıyla eğitim, hayata yansıdığı ölçüde eğitimdir ve aynı ölçüde kutsaldır.
Dikkat çekici olan bir başka nokta ise, açlar, yoksullar, işsizler, asgari ücret köleleri, bordro mahkûmları, hulâsa sömürülenler bin bir türlü çile çekmeye devam ederlerken, sözünü ettiğimiz beyefendilerin mevcut iktidar ve onun ikame ettiği kapitalist sistem karşısında adeta lal kesilmeleridir. Malum, böyle davrananlara da “dilsiz şeytanlar” deniyor. Siz hiç bugün vitrinde görücüye çıkmış zat-ı muhteremlerden bu konuda herhangi bir eleştirinin sadır olduğunu gördünüz mü? Göremezsiniz, zira bu zihniyet önce “alttakiler”in sırtına basarak yükselmiş, daha sonra onu sırtında taşıyanlara kazık atarak servet ve iktidarın uşaklığını yapmak üzere sermayenin ve siyasetin emri altına girmiştir. Bunlar genel olarak mülk sahipleriyle birlikte oturup kalkarlar, diyalog içerisinde oldukları kimseler piyasada belli bir itibara sahip olan fabrikatörler, işadamları, tüccarlar, hulâsa zenginlerdir. Dolayısıyla zat-ı muhteremlerden mustaz’afların sesi-soluğu olmalarını, anti-kapitalist duruş sergilemelerini ve ekonomi-politik açıdan iktidarı eleştirmelerini bekleyemezsiniz.
Bu bakımdan hoca efendilerin, âlimlerin, üstatların ve ağabeylerin nasıl düşündüklerini öğrenmek için soru sormanıza hiç gerek yok; beslendikleri yere bakın yeter. Ali Şeriati’nin yerinde tespitiyle “Bir insana ‘Nasıl düşünüyorsun?’ sorusunu sormanın yerine ona kimden yediğini sormak gerekir… Bir insanın nasıl düşündüğünü öğrenmek için önce onun nereden finanse edildiğine bakma gerek. Zira maddi olarak beslendiği yerden fikri olarak da beslenmektedir. Başka şekilde düşünmesi -dolayısıyla hareket etmesi- beklenemez.” (Ali Şeriati; İslam Ekonomisi, Ekonomi Fıkhı, s. 94-123)
Bu noktada sorulması gereken birtakım sorular var: Bu nasıl bir hikâyedir ki, zat-ı muhteremler süreç içerisinde han-hamam, villa-köşk, arsa-tarla sahibi olup ticaret erbabı haline gelirlerken, vatandaş Garipov’un borçları katlanmış, evine giren ekmek günden güne kuşa dönüvermiştir? Bu nasıl bir utanmazlıktır ki, ihtiyaç fazlasını vermek “affetme”ye, emirler “tavsiye”ye dönüşmüş, başından sonuna kadar paraya-pula, mala-mülke, yığmaya-biriktirmeye küfreden bir kitap zengine arka çıkar hale gelmiş, “altına ve gümüşe lanet olsun” diyen bir peygamber “zenginin iyisi”nden bahseder olmuş, dahası hoca efendiler derse girdiklerinde öğrenciler ayağa kalkar duruma gelmişlerdir? Bu nasıl bir ikiyüzlülüktür ki, zat-ı muhteremler bir yandan “eleştiri değil işbirliği” demekte, “kırgınız” diyerek ağlayıp sızlamakta, öte yandan Ebu Zer’i bir kez daha çöle sürmektedirler?
Zat-ı muhteremlerin servet ve iktidarı esas alan muharref gelenekten beslendikleri ve zihinlerini Yeşil Kuşak Projesi’nin şekillendirdiği düşünüldüğünde mevcut durumun pek fazla yadırganacak bir yanı yok. Ancak vatandaş Garipov’un kendine gelmesi gerekiyor, hem de acilen. Zira Ka’bu’l-Ahbarları anlayabiliriz, ama vatandaş Garipov’un fakir-fukarayı, garip-gurabayı savunan Ebu Zer’i “zombi psikolojisi”yle arkadan hançerlemesini anlayabilmek mümkün değil. Oğlum Garipov, sen ne zaman aklını başına toplayacaksın bu ülkede? Aklını kiraya vermekten ne zaman vazgeçeceksin? Şu “Simon gömleği”ni üzerinden ne zaman çıkarıp atacaksın? Ne zaman tanıyacaksın dostunu, düşmanını? Ne zaman kurtulacaksın seni sürüleştirip söğüşleyenlerden? Senin hakkını savunan Ebu Zer’i ne zaman anlayacaksın? Ne zaman başkaldıracaksın Süleyman Mabedi’nin hahamlarına? Ne zaman yıkacaksın senin sırtında yükselen şu lanet olasıca Babil Kulesi’ni? Mezara girince mi?
Yaşananlar bir kez daha göstermiş oldu ki, bugün toplumu besleyen damarlar kirli. Kur’an ve sünnette mündemiç olan o temiz kanı topluma aktaracak damarlarda problem var. Dolayısıyla İslam’ın tıpkı ilk dönemdeki gibi arı-duru şekliyle toplumun önüne konulabilmesi için dünyayı elinin tersiyle bir kenara iten, bedel ödemeye hazır, samimi, temiz Müslüman aydınlara ihtiyaç var. Aksi halde minberlere, kürsülere ve ekranlara kurulup “kapitalizm yarenliği” yapan beyefendilerin topluma pompaladıkları servet ve iktidar odaklı din anlayışı, ezilen kitlelerin kurtuluşu için engel teşkil etmeye devam edecek.
Son olarak şunu söylemek icap eder ki, malum zihniyet düne kadar memleketi “salaklar diyarı” sanıyordu. Gazete ve dergi köşelerinde, radyolarda, TV ekranlarında ve internet sitelerinde körler sağırlar birbirini ağırlıyor, zat-ı muhteremler desteksiz atarak, baştan aşağı çelişkili söylemlerle kapitalizme abdest aldırıyorlardı. Ancak son tartışmayla birlikte “mahallede ne söylesek, ne yapsak gider, nasıl olsa burası salaklar diyarı” dönemi bitti. Herkes kendine çekidüzen verecek biraz. Aksi halde gemi batmak üzere. Üstelik bu sefer “aynı gemideyiz” türünden verdiğiniz beleş öğütler de kâr etmez, çünkü o gemide biz yokuz. “Ulu” hocalara, “âlim” şahsiyetlere, “saygıdeğer” müfessirlere, “muhterem” üstatlara ve “mahalle”nin “İslamcı” ağabeylerine duyurulur…
Esenlikle…