Aliya, “Doğu Batı Arasında İslâm” kitabında dördüncü bölümü “Ahlak” konusuna ayırmış ve ilk başlığı da “Vazife ve Menfaat” olarak koymuş. Sadece kurduğum bu cümle bile bilmem kaç tane kitap, makale, deneme ağırlığında ve düşünce noktasında da bir o kadar etki kuvvetindedir. Bundan cesaret alarak konunun başlangıcındaki bir buçuk kitap sayfasını okuyucu ile paylaşmak istiyorum. 2010 yılından beri Adil Medya internet sitesinde yazıyor ve yazılanları okuyorum. Bu sitede yazanlar ve yazılanları okuyanların Aliya’yı tanıyıp sevdiklerini söylememe gerek bile yok. “Güneş Doğudan Doğar” ya, işte Aliya da batıdan doğmuş bir Güneş’tir: beni ısıtıyor, aydınlatıyor ve vazifelerime dört elle sarılmamı, menfaatten de arkama bakmadan kaçınmamı hatırlatıyor…
Buyurun Batıdan Gelen Güneş’in aydınlık ve sıcaklığına;
Bütün hakikatin kendilerinden ibaret olduğu iki ayrı düzenin dış hatları tamamen aydınlanmış değildir. Bir tarafta hürriyeti, gayri ihtiyarîliği, şuuru ve şahsiliğiyle yaratma: öbür tarafta illiyet, entropi, atalet ve anonimlik (homojenlik) ile tekâmül vardır. Bu zincirlerin iki halkası daha vardır: Vazife ile Menfaat. Birincisi ahlakın, ikincisi ise siyasetin merkezî mefhumudur.
Birbirinin zıddı olan vazife ile menfaat her insani hareket tarzının iki değişik hareket ettirici gücünü teşkil etmektedir. Aralarında, kaide olarak hiçbir karşılaştırma yapılamaz. Vazife hiçbir zaman menfaatçi değildir, menfaatin ise ahlakla alâkası yoktur.
Ahlak ne fonksiyonel ne de rasyoneldir. Eğer hayatımı tehlikeye atmak suretiyle, komşumun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girip kucağımda ölü bir çocukla dönsem, neticesiz kalan hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız bu fedakârlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey işte ahlaktır, tıpkı “haberleri güzel kılan şey” in mimari oluşu gibi (A. Perret).
Yenilgiye uğramış adaletin manzarası –ki bu durumda bile kalplerimizi fethediyor- bu dünyaya ait olmayan bir gerçek halinde kendini gösterir. Adalet ve fazilet uğrunda hayatını veren bir kahramanın hareket tarzı; hangi dünyevi, tabii, mantıki, ilmi ve umumi olarak akli sebeplerle doğru gösterilebilir? Eğer sadece mekân ve zaman içine kapanmış bu dünya ile hak ve haksızlık karşısında ilgisiz kalan tabiat varsa, o zaman adaletin tarafını tuttuğu için bu dünyada kaybeden kahramanın fedakârlığı manasız olur. Ve tersine, onun bilhassa bu hareketi, -manasız olduğunu kabul etmeyi reddettiğimizden- kanun ve menfaatleriyle, bu tabiat dünyasının karşısında manası ve kanunları bambaşka bir dünyadan, Allah’ın vahyi gibi, bir haber olarak durmaktadır. İzahını bilmeden ve buna ihtiyaç da duymadan biz bu “manasız” hareketi tasvip ederek bütün varlığımızla onun tarafını tutuyoruz. Bu öyle bir şeydir ki ya hiç anlaşılmıyor yahut kendiliğinden anlaşılıyor.
Kahramanca bir hareketin büyüklüğü, onun ne faydalı olmasında –çünkü çok defa faydasızdır- , ne de makul olmasındadır. Çünkü o çok defa makul değildir. İnsanın başından geçen ve geçirilen dram, bu dünyada ilahi olanın en parlak işaretidir ve onun bütün insanlar için kalıcı ve evrensel olan kıymet ve manası buradadır.
Bu dünyada, mücadele vererek ıstırap çeken büyük trajik şahsiyetleri mağlup değil galip sayabildiğimiz için bir başka dünyanın hakikati daha aşikâr görünmez mi? Galip mi? Evet, fakat nerede, hangi dünyada galip geldiler? Rahatını, hürriyetini ve hatta hayatını kaybeden bir kimse nasıl galip olabilir? Bu dünyada olması gerek… Dolayısıyla bu ancak bu dünyadan her hususta bambaşka bir dünyada olabilir. Bütün peygamberler ve vaizlerden daha fazla bunlardır öbür dünyanın habercileri. Onların hayatı ve özellikle fedakârlıkları bizi tekrar, tekrar şu müşkül ile karşılaştırır: Ya insan varlığının zamanla mukayyet, nispi ve mahdut manasından apayrı bir manası vardır yahut da devamlı olarak hayranı bulunduğumuz bu büyük şahsiyetler birer beceriksizlik örneğidirler. Fakat bu ikinci faraziye ile bütün bir dünya çökmeye başlıyor.”
Hep dikkatimi çekmiştir ve üzerinde düşünmüşümdür; Aliya İzzetbegoviç, Muhammed Esed ile Ali Şeriati ve Muhammed İkbal; bunların dördü de hem Doğu hem Batı dünyasında etkili olmuşlardır. Özellikle Muhammed Esed; Kur’an’ı anlama ve yorumlamada büyük bir çığır açmış, bu anlamda büyük katkılar sağlamıştır. Muhammed İkbal; düşünür, filozof ve şairlik yanı ile az önce de dediğim gibi hem Batı hem de Doğuda Müslümanlık adına yenilikler ve katkılar sağlamıştır. Esed ve İkbal için bunları söyledikten sonra Aliya ile Ali’ye gelmek istiyorum. Aliya, kitabında şöyle bir cümle kurmuş: “Zaman içinde birbirine girmiş inançlar, haça karşı haç, hilale karşı hilal …” Bu söz, bende Ali Şeriati’nin “Dine karşı din!” söz ve kitabını çağrıştırdı. Aliya ile Ali aynı çağda yaşadılar, hangisi önce söyledi bilmiyorum. Aliya’nın kitabında yürürken, Ali Şeriati ile karşılaşmadım. Aliya kitabında Müslüman yazar, düşünür ve filozoflardan nerede ise hiç söz etmiyor… “Nerede ise” sözünü şu bilgiye dayanarak kullanıyorum: kitapta 320’den fazla kişinin adı ve “alıntıları” geçiyor, bunlardan dokuzu; Gazzali, Rumi, Firdevsi 92; İbni Rüşd 182; Seyyid Kutub, 258; İmam Şafi, Razi, Taberi 277, İbn Sina 342’nci sayfalarda adı geçen Müslüman isimleridir. Bu isimlerden sekizinin sadece konu bağlamında adı geçmektedir. Seyyid Kutub’tan ise çok değerli bir alıntısı var, onu ben de alıyorum: “Lâ ilahe illallah” akidesi her devrin iktidar sahiplerinin en fazla nefret ettikleri bir çağrıdır.” “(kısaltılarak) Bu çağrı İran’da İslâmi İnkılâp sırasında teyidini bulmuştur. Halkın yegâne silahı “Allahu Ekber” parolasıydı.” “Doğu ve Batı Arasında İslâm” kitabı ile ilgili bol alıntılı bir yazı yazmalıyım. Doğrusu bu kadarı az, onun kitaplarını daha çok (tekrar da olsa) okuyup konuşmalıyız; bekleyin inşallah!