- 14. İbnu’l-Arabî Değerlendirmesi
Pek çok konuda kendine katılmadığım İbn-i Teymiye’nin Muhyiddîn ibnu’l-Arabî eleştirileri meşhurdur. İbn-i Teymiye’ye “Muhyiddin, Tanrı’ya olan aşk sarhoşluğuyla bunları söylüyor.” dediklerinde “Peki ayıktığında sözlerini değiştirmiş midir, hayır; öyleyse onunla mücadelem sürecektir.” diyerek mücadele içine girmiştir.[1]
Muhyiddîn ibnu’l-Arabî Tanrı gerçeğini reddetmekle suçlanmıştır. Ancak ben bu yaklaşıma katılmıyorum. Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi “Tekfiri tekfir ediyorum.” Muhyiddîn ibnu’l-Arabî, “Âdem çamur ve su iken kendisinin hâtemü’l-evliyâ olarak var olduğunu” belirterek Hz. Muhammed ile en azından yaratılışta eşdeğer olduğunu söyler. Muhyiddîn ibnu’l-Arabî, kendini överken sınır tanımaz bir dile sahiptir. Meselâ Mekke’deyken yazdığı Futuhât-ı Mekkiye’nin ön sözünde Fusûsu’l-Hikem’i rüyada Peygamber’i görüp ondan aldığı emir gereği yazdığını söylemiş olmakla kendinin elçiden üstün olduğu tezini açığa düşürdüğünü farkına varmadan itiraf etmiş olur. Ayrıca “Peygamberlik makamının konumu elçinin üstünde velînin altında bir yerdir.”[2] derken kendi makamının Muhammed’den üstün olduğunu beyan etmiştir. İbnu’l-Arabî’ye Hanefî âlimlerden Ali el-Kâri de İbn-i Teymiye’yi destekleyerek karşı çıkmıştır.
- 15. Muhyiddin ve Tasavvuf
Şeyh Bedreddin, Pir Sultan, Nesîmî ve Hallâc gibi sûfîler öldürülmelerine rağmen Muhyiddin neden öldürülmedi? Sebebi çok açık. Çünkü saray, saltanat ve muktedirlerin yanında, yakınında olan herkes istediği gibi saçmalama ve sallama hakkına sahipken muktedirin karşısında duranlar en gerçeği en saf şekliyle söylese de suçlu kabul edilir. Muktedirin hâman ve ruhbânı olmayan asla yaşatılmaz. Machiavelli’in “Din devletin üstünde ve karşısında olamaz, yanında ve emrinde olur.” iddiasıyla örtüşen bir uygulamayı benimseyenler, daima devletin nimetlerine ulaşmış, güç sahiplerinin ulûfelerine kavuşmuş ve tüm mânevî rütbeleri (eren, evliyâ, asfiyâ…gibi) üstüne almıştır.
Muktedir emrindeki tasavvufun siyasal projesi iktidârları rahatsız etmeyen sürü tipi bir toplum üretmedir. İktidâr sistemine entegre olmuş bir tasavvuf hareketi, ruhçu dindâr tipi yaratarak onun üzerinden toplum mühendisliği yürütme eylemidir. Ancak yandaş veya muhâlif olsun tasavvufçuların “Kur’an’ı doğrudan doğruya anlama, dinler ve inançlar tarihi sürecini kavrama, akıl ve bilimi dikkate alarak yorum yapma, dinler ve dinsel yorumlar üzerinde eleştirel ve analizci bir yaklaşım sergileme” tavırlarından kaçınmaları Kur’an-tasavvuf arasındaki çelişkinin ana nedenidir. İbn-i Arabî’nin devrimci önderler olan peygamberler hakkındaki saçmalıklarının nedeni de budur. Muktedirlere karşı en yüksek itiraz sesini çıkaran bir şeyh bile Kur’anla uyuşmayan onlarca yorum ortaya koyar. Heterodoks[3] tarîkât[4] türlerinin Tanrı-evren-insan konularında ortodoks tarîkât[5] mensupları gibi düşünceler ortaya koymalarının ana nedeni de budur.
Örneğin “Yaratıcının varlığı ile yaratıkların varlığı arasında fark yoktur. Kul Allah’tır, Allah da kuldur.”[6] tezine göre Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ı Tanrı indirmiştir. Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ı indiren Tanrı sapkınlaşan Tanrıları uyarmak için indirmiştir. Hem uyaran hem de uyarılan aynı Tanrıdır. Miras hükümleri kimedir? Tanrı kendisiyle nikâhlanıp kendisiyle cinsel ilişkiye girip kendisiyle boşanarak kendine kendinin yazdığı Kur’an’da boşanacaksan üç talakla boşan, diye hüküm mü veriyor? Tuhaflık üstüne tuhaflık, hayret verici şaşkınlık; ama tüm bunlara rağmen herkesin anlayamayacağı bir evliyâlık. Ne âlâ memleket.
- Avesta
Mecûsîliğin kutsal kitabı Avesta’ya göre Tanrı’nın adlarını tekrar ederek, aç kalarak; yani Müslüman dünyaya girmiş tabirleriyle zikir,[7] çile[8] ve riyâzet[9] içinde bir yaşam sürerek yaşayan birinin bedenine Tanrı girer. Kişisel gelişim sürecini tamamlayan[10] biri için Tanrı-insan ayrımı kalkar. Yani insan Tanrı olur, Tanrı da insan olur.
- Mevlânâ Celâleddîn
4.1. Cansızlıktan Tanrılığa
Mevlânâ’nın “Cansızdım, bu suretten ölüp kurtuldum, yetişip gelişen biri haline geldim, bitki oldum. Bitkiden öldüm, hayvan suretinde dirildim. Hayvanlıktan da öldüm, insan oldum. Artık ölüp yok olmaktan niye korkayım? Bir hamle daha edeyim de insanken öleyim, melekler âlemine geçip kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını terk etmek gerek.“[11] cümleleri ölüp bir üst yaşamda yeniden yaratılmayı, en sonunda Tanrı’ya karışıp Tanrı olmayı, yani özle buluşmayı anlatır. Mevlânâ’nın bu yaklaşımı reenkarnasyon,[12] tenâsûh[13] anlayışını taşır ve insanın Tanrılaşması fikrini içerir. Ayrıva bedenin evrim sürecini de ele alır.
Mevlânâ varlığın birliği tezini destekler mahiyette “Ecel gelince can bedenden ayrılır. Ten, eski bir hırka gibi bir yana atılır. Topraktan gelen ten toprağa, ezelî nurdan gelmiş olan ruh da kendi yerine gider.”[14] diyerek rûhu ezeli nûr’la yani varlığının bir başlangıcı olmayan Tanrı’yla birleştirir. Çünkü ezelî ve ebedî olmak sadece Tanrı’nın niteliğidir. Ona göre ölmek bedeni terk edip Tanrılaşmaktır. Bu durumda ölmüş bir tecâvüzcü ve tecâvüze uğrayan ile ezen ve ezilen de aynı biçimde Tanrı’ya dönüşüyor. Peki âdil Tanrı, intikam alan Tanrı nerede duruyor?
- 2. Tanrı Sözleri Mesnevî
Mevlânâ, Mesnevî’nin ön sözünde Mesnevî hakkında “Bu mesnevi kitabıdır. O Tanrı’ya ulaşma ve kesin bilme sırlarını açıklamada dinin asıllarının asıllarının asıllarıdır. O Allah’ın en büyük fıkhıdır, Allah’ın en aydınlık yoludur ve Allah’ın en açık delilidir…Kerem sahibi ve salih yazıcıların elleriyle yazılmıştır.[15] Temiz kişilerden başkasının ona dokunmasını men ederler.[16] Âlemlerin Rabbi’nden indirilmedir.[17]”[18] biçiminde cümleler kurarak Mesnevî’ye Kur’an’ın niteliklerini yükler. Mevlânâ’nın diyalektiğine göre dinin aslı Kur’an, Kur’an’ın aslı levh-i mahfuz,[19] levh-i mahfuzun aslı da Tanrı’dır; şu halde Mesnevî doğrudan Tanrı sözüdür. Peki, bunu Mevlânâ yazdığına ve Mesnevî de Tanrı sözü olduğuna göre Mevlânâ kimdir? Mevlânâ Tanrı’nın kendisidir bu çıkarıma göre. İşte Tanrı’nın Mevlânâ bedenine girip Mevlânâ suretinde ete kemiğe büründüğüne inanmak hulûlîliktir.[20] Mesnevî’ye Kur’an’ın niteliklerin verilmesi Mesnevî’nin yeni bir Kur’an olduğunu ve eskisinin hükümsüz bırakıldığını da vurgular. Mesnevî hakkında Mevlânâ’nın “Allah tarafından indirilmiş kitap” demesi zaten arkasından gelen açıklamaların sonucudur. Mevlânâ, sözü dolandırarak “Mesnevî Tanrı sözüdür, ben de Tanrı’yım.” demektedir.
Mevlânâ, Mesnevî için “Mesnevi âlemlerin rabbinden inmedir, bâtıl ne önünden gelebilir ne ardından. Tanrı onu korur gözetir.” der. Böylece Mesnevî’nin asla yanlış söz söylemeyeceği anlatılmaya çalışılır. Garip olan durum bu sözleri söyleyen Mevlânâ zırvalamıyor ve evliyânın kralı sayılıyor; onu Kur’an penceresinden eleştiren sapkın ilan ediliyor.
- 3. İnsan mı Tanrı, Tanrı mı İnsan?
Mevlânâ, “Şeyhi olmayanın dini olmadığını”[21] iddia eder. Mevlânâ ve tasavvufun piri olan Muhyiddîn ibnu’l-Arabî “Sen Tanrı’nın görüntüsü olduğun ve Tanrı da senin ruhun olduğu için sen Tanrı’nın bedenlenmiş bir görüntüsü gibisin. Tanrı da senin beden görüntünü yöneten ruh gibidir.“[22] diyerek karmaşık cümleler içinde insanı Tanrı’nın görüntüsü sayar ve insan biçimli Tanrı fikrini savunur. Hâlbuki teizme göre ruh ve beden Tanrı’nın sanat, ilim ve kudreti gibi niteliklerinin sonucu olarak oluşmuş varlıklardır, asla Tanrı değillerdir. Heme ez-ost[23] ile heme ost[24] arasında fark vardır. İnsan bir şey ürettiğinde o şeyin insan olmasıyla insandan olması aynı şey değildir.
Mevlânâ, bir gün bir işin yapılmasını emreder. Şeyh Muhammed Hâdim de “inşallah” deyince Mevlânâ ona bağırarak “A aptal, ya söyleyen kim!” diyerek kendi Tanrılığına vurgu yapar.[25]
Ahmet Eflâkî, Menâkibu’l-Arifîn’de şunu anlatır: “Dostlarından biri babama şikâyette bulundu ve ‘Bilginler Mesnevî’ye neden Kur’an diyorlar?’ diye benimle tartışmaya girişti. Ben de ‘Kur’an’ın tefsiridir.’ deyince babam bir lahza susup ‘A sersem niçin olmasın! A eşek niçin olmasın! A kahpenin kardeşi niçin olmasın?!’ dedi.”[26] Mevlânâ’nın bu çıkışı onun Mesnevî ile Kur’ân’ı eşitlemesinin yansımasıdır.
Muhyiddin ve Mevlânâ’nın felsefesi olan vahdet-i vucûd bir aynaya görüntü verme veya Güneş’in tüm varlıklarda farklı etki ve nitelikte görülmesi gibi Tanrı’nın da bambaşka varlıklar biçiminde görülmesi anlayışıdır. Bu yansıma, tanrısal sıfatların yansıması olmayıp doğrudan ve bizzat Tanrı’nın yansımalarıdır. Sünnîler bunu bir orta yolculuk olarak zâtın değil sıfatın yansıması biçiminde söylerken bile bu hususta tam bir mutâbakat içinde olamamışlardır.
Egemen aktörler tarafından gerçekler ne kadar gizlenmeye çalışılsa da Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin vahdet-i vucûd anlayışı Tanrı’nın ontolojisi ile ilgilidir. Mevlânâ’nın ney alegorisi, esasında hulûl fikrini anlatır. Tasavvuf ile kelâm arasında orta yol bulma projesini yürütmüş olan Gazâlî, velînin nebîden üstünlüğü iddiasını taşıyan Muhyiddin’in fikrine itiraz etmekten kendini alamamıştır.[27]
- Ankaralı Hacı Bayram
Mevlânâ ve Muhyiddin çizgisinden olan Ankaralı Hacı Bayram “Kâmil insana ulaşmak Tanrı’ya ulaşmanın tamamen aynısıdır. Kâmil insanı gören Tanrı’yı görmüş olur ve kâmil insanı seven Tanrı’yı sevmiş olur. Kâmil insana itaat Tanrı’ya itaattir ve kâmil insanın reddettiği Tanrı’nın da reddettiğidir. Kâmil insana acı veren Tanrı’ya acı vermiş demektir. Kısacası onun varlığı Tanrının varlığı, onun ilmi Tanrı’nın ilmi, onun kişiliği Tanrı’nın kişiliğidir.”[28] diyerek şeyh, mutasavvıf gibi tarîkât pirlerini Tanrı ile eşdeğer görerek re-enkarnasyondan beter bir zihniyet ortaya koyuyor. Birinin kâmil insan olduğunun ve Tanrı ile eşdeğer kıymette bulunduğunun ölçüsü nedir? Özellikle kâmil kabul edilen kişi ile Tanrı’nın aynı memnuniyet ve acıyı hissettiğinin kanıt nedir? Kamil kişinin tuvalete gitmesi, evlenmesi, çocuk yapması, hastalanması, kusması, ölmesi, doğması, bebekken altına yapması, şehvet duyması, kirlenmesi ve hamamda yıkanmasına baktığımızda Tanrı’yı mı göreceğiz? Yani Tanrı da mı bu kişiliğe sahiptir, Tanrı da mı böyledir? Kuzum bu Tanrı kimdir, epey merak ettim?!
- Abdülkerim Cîlî
Abdülkerim Cîlî’nin[29] “Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği/özü/kendisi olduğuna göre Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak Tanrı’ya tapmış oldular.”[30] demesine göre Tanrı’ya tapanlar Tanrı olduğu gibi tapanların taptığı da Tanrı’dır. Abdülkerim Cîlî’ye göre ortada kul sanılan, emirler yağdırılan, yasaklarla tehdit edilen parçalar halinde bir Tanrı vardır.
- Şeyh Gâlip
Şeyh Galip bir şiirinde:
Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihân hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.[31] diyerek vahdet-i vucut çıkmazında boğulmuştur.
Her yerde ve her şeyde olan Tanrı, her şey ve her yer olan Tanrı, herkes olan Tanrı biçiminde bir tanrı düşüncesi kabul edildiğinde insan adlı Tanrı Allah adlı Tanrı tarafından cehennem ile tehdit mi ediliyor; Allah adlı Tanrı’nın şeytan adlı Tanrı ile Âdem adlı Tanrı arasındaki diyalog nasıl bir şeydir, Âdem Tanrısı ile Havvâ Tanrılarının cinsel birleşmesiyle doğan çocuk Tanrıları mı var? Her yer, her şey ve herkes tek tanrı ise Tanrı’nın bambaşka tanrılar kılığına girerek ve kendini sonsuz biçimde çoğaltarak oyunlar oynadığı anlamı çıkar; yok öyle değil denirse ortada pek çok Tanrı var demektir. Bu bakışa göre tüm varoluş sürecinde hep Tanrı vardı ve başka bir şey yoktu. Örneğin Osmanlılar ile Bizanslılar, Romalılar ile Persler, Mısırlılar ile Hititliler, Asurlular ile Babilliler savaşmadı; savaşan Tanrı’nın kopyalarıydı. Sünnîler bu Tanrı fikrini nasıl hazmediyor, şaşırmamak elde değil, hem de evliyâ dedikleri adamların dillerinden dökülen sözler karşısında. Sünnîlerin en büyük çıkmazı bir yandan tasavvufu Kur’an yolu saymaları öte yandan Kur’an ve dinler üzerinde tarihselci, analizci ve eleştirel düşünce getirememeleridir.
- Vahdet-i Mevcûd (Pan-teizm)
Vahdet-ü vucut’ta var olan bir Tanrı kendini kopyalamış ve çoğaltmıştır. Her yerde ve her şeyde bambaşka biçimlerde görülür. Ancak vahdet-i mevcûd’a göre böyle bir Tanrı yoktur, varlıkların toplamına Tanrı denir. Vahdet-i vucut ile vahdet-i mevcut farklı yerlerden hareket edip aynı sonuca ulaşıyor. Her ikisi de her yerde o vardır, onun dışında başka bir varlık yoktur anlamlarını destekler. Bu anlayışlar bir Tanrı olmadığını düşünen veya teizmin tanımladığı biçimdeki Tanrı fikrine karşı çıkan ateizme hangi kafa ile laf söylüyorlar? Bir de “Lâ-meşhûde illâ-hû” diyen vahdet-i şuhûd var. Buna göre Tanrı’dan başka görünen ve görülen yoktur, her ne görüyorsak o gördüklerimiz Tanrı’dır. Tanık olduğumuz her şeyin Tanrı olduğu iddiası, hem “Mevcudun toplamına Tanrı denir.” fikrini hem de “Her şey Tanrı’nın başka başka yansımasıdır.” düşüncesini destekler.
- Lehu’l-Mülk
“Mülk Tanrı’nındır.”[32] ayeti güç, iktidâr ve mal toplumundur; muktedir, bunları toplum adına emaneten kullanandır; güç, iktidâr ve mal herkes arasında eşit düzeyde paylaşılmalıdır; iktidâr ve mülkiyet ilişkileri kimsenin kimseye Tanrılık yapamadığı biçimde düzenlenmelidir, demektir.
Bir şeyin Tanrı’ya ait olması, o şeyin kimseye ait olmaması, kamunun/herkesin/canlı ve cansız tüm varlığa ait olması anlamına gelir. Tüm falsolarına rağmen tasavvuf içindeki züht ve irfân damarını tamamen silip atmak da yanlıştır, irfanın insan ruhunu yumuşatan, insanı kendi derinliğini düşünmeye davet eden yönlerini ihmal edemeyiz, Kurânî zühdün lehü’l-mülk ilkesini yaşatan tarafını asla reddemeyiz, tam aksine sonuna kadar destekleriz.
Bilgi felsefesi açısından lafız merkezli beyancılık, akıl merkezli burhan ve sezgi merkezli irfân ekollerini yenilenme ve süreklilik merkezli ontolojik yaklaşımla sentezlemek bilgi mirasını sağlıklı zemine oturtmanın yoludur. Bu nedenle öğrenme coşkusu ve aklın yöntemleriyle koşarak, metnin teolojik diline dayanan tahlilleri ihmal etmeyerek hakikatı yakalayabiliriz. İşte Müslümanın epistemolojisi böyle olmalıdır.
______________________________________
[1] Nebînin velîden küçük görülmesi meselesinde Tahavî şârihi İbn-i ebi’l-İzz’in Şerh-u Akideti’t-Tahaviyye (2/745) ile Dr. Abdulkadir Mahmut’un Felsefetu’s-Sûfiyye fi’l-İslâm (514-515) ve İbn-i Teymiyye’nin Hakikat-u Mezahibi’l-İttihâdiyyîn (64)’e bakılabilir.
[2] Şerhu Akideti’t-Tahaviyye, 2/743 f.
[3] Heterodoks: Farklı anlamına gelen Yunanca heteros ile öğreti, düşünce anlamındaki doxa sözcüklerinden oluşur. Ana akımdan sapmış olan. Bunun zıttına ortodoks denir. Yani dogmalara bağlı, katı kuralcı, dogmatik. Ayrıca resmi din düşüncesine doğru inanç anlamında ortodoks denir. Katolik, her şeyi kucaklayan demektir.
[4] Alevîlik, Bektâşîlik, Kızılbaşlık gibi.
[5] Nakşîlik, Kâdirîlik, Şâzelîlik, Halvetîlik, Rufâîlik, Mevlevîlik gibi.
[6] Mehmed Ali Ayni, Tasavvuf Tarihi, Büyüyenay Yayınları, İstanbul, 2017.
[7] Zikir: Anma, hatırlama, anarak değerini yükseltme, hatırlayarak şerefini yükseltme, tasavvufta Tanrı’nın bir adını belli sayıda tekrarlama.
[8] Çile: Kişinin kendini bir odaya kapatıp kırk gün boyunca yeme, içme ve uykusunu azaltarak kendisini tapınmaya verdiği zahmetli dönem.
[9] Riyâzet: Benliğin isteklerini dizginlemek amacıyla kişinin kendisine çeşitli şeyleri yasak etmesi veya onlardan kaçınması.
[10] Seyr-i sulûk
[11] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlanâ, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014; Yaşar Nuri Öztürk, Mevlana ve İnsan, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2000.
[12] Re-enkarnasyon: Yeniden bedenlenme.
[13] Tenâsûh: Ruhun bedenler arasında göç etmesi, ruhun bedenden bedene geçerek yaşaması.
[14] Yaşar Nuri Öztürk, Mevlana ve İnsan, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2000.
[15] Abese, 16.
[16] Vâkı’a, 79.
[17] Vâkı’a, 80.
[18] Mesnevi, Yeni Şafak Kültür Armağanı, Hazırlayan: Prof. Dr. Adem Karaismailoğlu, 2004.
[19] Levh-i mahfûz: Her türlü bilginin korunduğu ve hiçbir varlığın ulaşamadığı levha. (Tanrı’nın bilgi bankası/ kozmik odası gibi bir şey.)
[20] Hulûl: Sızma, sinme, içine girme. Tanrı’nın bir bedene girmesi. Tanrı’nın İsa bedenine girmesi de hulûlî anlayıştır.
[21] mikailbayram.tt.gg/mevlânâ
[22] Muhyiddin İbn-i Arabî, Çevirmen: Ekrem Demirli Fusûsu’l-Hikem, Alfa Yayıncılık, İstanbul, 2017; Mevlânâ ve İnsan, s. 49.
[23] Tanrı’dan olmak
[24] Tanrı olmak
[25] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlanâ, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014.
[26] Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergah Yayınları, İstanbul, 2013.
[27] Gazâlî, el-Munkiz mine’d-Dalâl
[28] Mevlana ve İnsan, s. 54.
[29] H. 767/M. 1365’te Bağdat yakınlarındaki Cîl kasabasında doğdu. Abdülkādir-i Geylânî’nin torununun oğludur.
[30] Ferit Aydın, Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Maruf Yayınları, İstanbul, 2017.
[31] Mahir İz, Tasavvuf, 2. Baskı, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2014.
[32] En’am, 73.