Tehdit tanımlamaları, adil bir barışın önündeki en önemli yapısal engeldir. Tehdit tanımlamaları değişiyor ama barış gelişmiyorsa bazı konuları yeniden ele alıp değerlendirmek zorundayız.
Önce iktidar ekseninden yaklaşalım. İktidarın el değiştirmesi ile birlikte iki önemli tehdit tanımlamasından birisi olan “irtica” önce fiilen sonra resmen bu kategoriden çıkarıldı. Çıkarılması yada yeniden tanımlanması gerektiğine tümüyle katılıyorum. Ancak diğer iç tehdit gündemini oluşturan “bölücü terör” konusunda hiçbir değişiklik tartışmaya bile açılmıyor.
İktidar erkini elinde tutan, devletin egemenliğine ortak olan çevrenin kendini akredite edip, diğer “düşman odaklarını” olduğu yerde bırakması oldukça tehlikeli bir tablonun yansımasıdır. Türkiye’de 28 Şubat döneminde muhafazakâr çevrelere devlet eliyle uygulanan baskı ve dışlamanın “intikamını alma” çabaları anlaşılır olmakla birlikte endişe verici bir durumdur. Hesap sormak ve intikam almak “adaletin tecellisi” için farklı anlamlar ifade eder. Ezilen olmaktan çıkmak, mutlaka adaletten yana olmak anlamına gelmez. Ezen olmayı başarmak, ya da bazılarının ezilmesine seyirci olmak, adaletin değil zulmün yanında saf tutmak anlamına gelir.
Dış tehdit kategorisini bile daraltan ama “bölücülüğe dayalı” iç tehdit tanımlamalarına dokunmaya yanaşmayan yönetim anlayışı ahlaki olarak masaya yatırılmalıdır. Yunanistan’ın, İran’ın, Rusya’nın değiştiğine inanıyor ama kendi içinizden çıkan bir tehdit dinamiğinin değişebileceğine inanmak istemiyor, ya da değişmesini kabullenmek istemiyorsanız, bir yerde ciddi bir yanlış yapıyorsunuz demektir. Demokratik haklarını, eşitliği, özgürlüğü isteyenleri bile“bölücülük” ile suçlamak elbette bir korku imparatorluğunu yönetme biçimidir. Bu alışkanlık hepimizin malumudur. Ancak kaygı verici olan, daha önce kendisi tehdit kategorisinde olanların, şimdi bu korku ile kontrol yönteminin devamına hizmet ediyor olmalarıdır.
Konunun ikinci boyutu, barış mücadelesi verdiğini iddia edenler ekseninde ele alınmalıdır. Barışın tesisi konusunda neden mesafe alınamadığı konusunda son dönemde yaşadıklarımız, bizim için öğretici olmalıdır. Barışın toplumsal ayağını örmekle, devlete dair kısmın sınırlarını çizmek asla bir birine karıştırılmamalıdır. Elbette çatışmaların durması bir hukuk inşası ile mümkündür. Bu hukuk da diyalog ve müzakere ile mümkün olabilir. Ancak barışı sadece devletle diyaloga endekslemek ciddi bir yanılgıdır. Sağlıklı bir diyalog ortamının bir türlü kurulamıyor olması, bazı hesap ve planlamaların yeniden yapılmasını gerektirir. Diyalog, barış mücadelesinde başka kapıları da açan bir anahtar olabilir. Ancak bu anahtarı kullanamadığımızda barışın inşasından vazgeçemeyeceğimize göre yani bir yol haritasını tartışmaya açmalıyız. Bu yeni yol haritası barışı toplumsal zeminde fiilen inşadır. Birilerinden barışı istemeden, barışa dair toplumsal alt yapı kurma çabalarına yoğunlaşmaktır. Bu yolda azıcık mesafe alındığında bile diyalog kapısının kendiliğinden açılması söz konusu olabilir. Dahası geri dönüşü olmayan böyle bir sürecin, inandırıcı biçimde hayata geçirilmesi, devleti diyalog isteyen taraf konumuna getirebilir.
Diyalog isteyen taraf olmakla, diyalog için koşulları oluşturmak birbirinden farklı sonuçlar doğurabilir. Devlet, “burnundan kıl aldırmaz” diyenler başka alternatif kalmadığında bunun pekala mümkün ve hatta zorunlu olduğunu görecektir. Barışa mecbur etme politikası, ancak ve ancak toplumsal zeminde inşa edilebilir. Türk ve Kürtlerin birlikte yaşayabilmesinin kabul edilebilir kuralları, bu durumda yeniden yazılmaya başlanacaktır.