“Tebaa ve İtizalciler” (İtaat edenler ve karşı çıkanlar)
Bir önceki yazıda Aliya’nın “Doğu Batı Arasında İslâm” kitabından bol alıntılı bir yazı paylaşacağımı söylemiştim. Şimdi Aliya’nın kullandığı önemli bir başlığı bu yazıya da başlık ederek alıntı ve yorumlarımı siz değerli okuyucularıma sunuyorum.
“Başkaları uğrunda veya hakikat için, adalet ve iyilik için yapılan mücadele, her zaman hayatın sınırlı ve nihai olduğunun inkârıdır. Ahlak prensiplerine riayet ederek hayat, hürriyet ve rahatını feda eden kimselerin feragati, bu prensipler ne olursa olsun, insan hayatının ebediliğini ve onun daha yüksek olan öbür manasını en iyi şekilde açıklar.” 15
“Kur’an’ın alelade bir okuyucu veya bir tahlilciye sistemsiz göründüğü ve birbirine zıt unsurları bir araya getirdiği intibaını uyandırdığı malumdur. Ne var ki Kur’an edebiyat değil hayattır. Ona bir düşünce tarzı değil bir yaşama tarzı olarak bakmaya başlanır başlanmaz güçlük ortadan kalkar ve bu yanlış intibalar da değerini kaybeder. Kur’an’ın yegâne hakiki tefsiri hayat olabilir. Ve bildiğimiz gibi, Hz. Muhammed’in hayatı tam olarak buydu.” 23
“ Nietsche dinin güçlü olanları aldatmak üzere güçsüzlerce uydurulduğunu; Marx ise bunun tersini iddia etmiştir. Dinin “uydurulmuş” olduğu farz edildiği takdirde Nietsche’nin görüşü Marx’ınkinden daha ikna edici görünüyor. Çünkü güçsüzler, ezilmişler, kabiliyetleri daha az olanlar eşitlik, hürriyet ve aynı değerde olma isteklerini ancak ve ancak dini esaslara istinad ettirebilmişlerdir. Dinden başka her şey ve hatta ilim, insanların eşitsizliğini ısrarla teyit ediyordu.”80
“Kültürün hamili insandır; uygarlığın hamili ise toplumdur. Kültürün gayesi terbiye sayesinde kendi kendine hâkim olmaktır. İnsan, felsefe, sanat, şiir, ahlak, inanç kültüre aittir. Devlet, ilim, şehirler, teknik uygarlığın hususiyetleridir. Kullandığı cihazlar düşünce, konuşma ve yazıdır.”89
“Zaman içinde birbirine girmiş inançlar, haça karşı haç, hilale karşı hilal …” 120
Not:1- 120’nci sayfadan yaptığım alıntı, Ali Şeriati’nin “Dine karşı din!” söz ve kitabını çağrıştırdı. Aliya ile Ali aynı zamanlarda yaşadılar, hangisi önce söyledi bilmiyorum, ama aynı kaynaklardan beslendikleri belli. Aliya’nın kitabında yürürken Ali Şeriati ile karşılaşmadım.
“Din ruhtan, sanat ise karakterden bahseder. Fakat bunlar aynı fikri ifade etmek için sadece iki tarzdır. Din ruha hitap ediyor, sanat ise ona ulaşmaya, onu gözlerimizin önüne getirmeye çalışıyor.”150
“Din bilgi ve tasdik; ahlak ise bu bilgi ile ahenk içinde bulunan tatbikat, hayat demektir. Her yerde olduğu gibi bilgi ve tatbikat arasında ayrılık ve tutarsızlık olabilir. Din, nasıl düşünmeliyiz ve nasıl inanmalıyız; ahlak ise neye meyletmeli, nasıl yaşamalı, nasıl hareket etmeliyiz sorusuna cevap teşkil etmektedir.”183
“Ahlak, bugünkü müşkülat ve meseleleri iki bin seneden fazla bir zamandan beri tanımaktadır. Konfiçyüs, Sokrates, Hz. İsa, Hz. Muhammed, Kant, Tolstoy, Gandhi, Martin Buber; MÖ 6. Yüzyıldan bugüne adar (Martin Buber 1965’te ölmüştür) gelen insanlığın bu büyük simaları, esas itibarıyla hep aynı ahlakı öğretmişlerdir.” 214
Not:2- 214’ncü sayfadan yaptığım alıntıda Hz. İs ve Hz. Muhammed, diğer isimlerle birlikte anılmış. Asya, Afrika ve özellikle Ortadoğulu Müslümanlar buna alışkın değiliz. Aliya ise, Batılı bir Müslüman, kendisine katılıyorum!
“ Ahlak ölçülerinin tarihi ve diğer hallere bağımlılığını göstermek üzere ortaya konulan örnekler ahlakın ana prensipleriyle değil, sadece şekil veya davranış tarzıyla alakalıdır. En önemli hususlarda ise, bilakis fevkalâde bir uyum ve değişmezlik göze çarpar.” 215
Not:3- 215’nci sayfadan yaptığın alıntı pasajı ile ilgili 11’nci not: “ Burada birkaç misal verelim: Hakikati söyle, nefreti bastır; sade ve mütevazı ol; başka insanları kendine eşit gör; beraberliği gözet; hürriyet uğrunda çaba göster; kendi hakkını ve başkalarının hakkını müdafaa et; ekmeğini kendin kazan;; başkalarının ekmeğini takdir et; anne babaya ve büyüklere; başka kişilerin belâ başarısızlığına sevinme; saadet ve muvaffakiyetleri yüzünden onları kıskanma; kibirli olma ve mağrurane dolaşma; acıya karşı sabırlı ol; kuvvetli olanlara dalkavukluk etme; güçsüzleri ezme; insanları ren, zenginlik ve menşelerine göre tefrik etme; müstakil görüşlü ol, zevklerde ölçülü ol, egoist olma, vs. Şimdi bu tutumların nisbi olduğu ve hallere veya iktisadi yapıya göre değiştiği ileri sürülebilir mi?”215
“Tebaa ve İtizalciler / (İtaat edenler ve karşı çıkanlar); İnsanlar var ki güçlü iktidarlara hayrandır; disiplini ve ordularda görülen, amiri ve memuru belli olan düzeni severler. Yeni kurulan şehir semtleri sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı olan evleriyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formaları, gösterileri, resmigeçitleri ve bunlar gibi hayatı “güzelleştiren” ve kolaylaştıran şeyleri beğenirler. Bilhassa her şey “kanuna uygun” olsun isterler. Bunlar tebaa zihniyetli insanlardır ve tabi olmayı; emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince methedilmeyi, onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst vatandaşlardır. Tebaa iktidarı, iktidar da tebaayı sever. Onlar beraberdir, bir bütünün parçaları gibi. Otorite yoksa bile tebaa onu icat eder. Öbür tarafta mutsuz, lanetlenmiş veya lanetli ve daima gayri memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni bir şey ister; ekmek yerine daha ziyade hürriyetten, intizam ve barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler. Geçimlerini hükümdara borçlu olduklarını kabul etmeyip, bilakis, hükümdarı da kendilerinin beslediklerini iddia ederler. Bu daimi itizalciler umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa, insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve isyancılar ise tek bir tanrıya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa hakiki din de hürriyete mani değildir. Bu iki gruptan hangisine mensup olduğunuza kendiniz karar verin.”
“Hz. İsa’nın zuhuru dünya tarihinin sınır taşını teşkil etmektedir. Onun vizyon ve ümitleri insanların sonraki bütün çabalarına girmiştir. Batı uygarlığı tümü ile sapmalara, aldanmalara ve şüphelere rağmen Hz. İsa öğretisinin damgasını taşımaktadır. Toplum veya insan, ekmek veya hürriyet, uygarlık veya kültür gibi karşılaştırmalarda ifadesini bulan umumi ve ezeli çatışmada Batı, Hıristiyan ananesine bağlı olarak ikinci şıkkın tarafında kalmıştır.”255, 256
Not:4- Ben de yıllardır aynı tezi savunuyorum; gerçekten de Avrupa Uygarlığı ve Kültürünün oluşmasında Hz. İsa ve İncil’in katkısı çok olmuştur. Hatta özellikle Uygarlık konusunda Tevrat ve Hz. Musa’nın da hatırı sayılı bir rolünün bulunduğu söylenebilir. Bu katkılar Avrupa tarihinde her dönemde az ve çok olmuştur, fakat özellikle 20 ve 21’nci asırda daha çok görülmektedir. Bu anlamda ikinci şık tespiti önemlidir: insan, hürriyet ve kültür… Avrupa Uygarlığı ve Kültüründe Hz. İsa ve İncil’in büyük bir payı olması, Avrupalının her iyi ve doğru hareketinde kendisini göstermiştir. Bu da az değildir.
“İncil’de Allah sevilir, Kur’an’da ise Allah’a her şeyden evvel tapınılır, ondan korkulur.” 258
Eleştirel not:2- “İncil’de Allah sevilir, Kur’an’da ise Allah’a her şeyden evvel tapınılır, ondan korkulur.” 258’nci sayfadaki bu ifadeler isabetli değildir. Mümin için, İncil ile Kur’an hakkında farklı bir şey yoktur. Mümin Allah’ı sever; Allah da mümini.
“İncil insana, Kur’an insanlara hitap ediyor;” 260
Eleştirel not:3- “İncil insana, Kur’an insanlara hitap ediyor;” Böyle bir ayırım olamaz, İncil de Kur’an da hem insana hem insanlara hitap ediyor.
“Üstelik Kur’an, Hz. İsa’nın tamamen reddettiği akrabalık ve kan bağlarını teyit ediyor ( Nisa, 4/1 ve Ahzab, 33/6).” 261
Eleştirel not:4- Hz. İsa, akrabalık bağlarını reddeder mi? Böyle bir şey olabilir mi? (Matta 12 / 47-49)’da anlatılanların gerçek ayetler olup olmadığını bilmiyoruz. Orada Hz. İsa, inananlar ve inanmayanları ayırmak için, elini kendisine tabi olanlara, yani Müminlere/Müslümanlara uzatarak “İşte benim anam ve kardeşlerim” diyor. Buna benzer olaylar bütün peygamberlerde yaşanmıştır ve Kur’an’da bunun örnekleri çoktur; Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed, …”
“Prensip itibarıyla yazı dine yabancıdır” 262
Eleştirel not:5- Allah Âdem’e, İbrahim’e sahifeler verdiğini söylerken; müşrikler peygamberlere verilen satırlardan söz ediyor. Allah Kur’an’da kalemden, kırtasiyeden söz etmiyor mu? Kalem ve kitap, yani yazı dine yabancı değildir… Tam tersine ilk surelerde (Alâk, Kalem) bunlara önemle vurgu yapılıyor.
{“Hz. Muhammed savaşçı bir peygamberdi. Titiz bir siyercinin tespitine göre onun 9 kılıç, 3 mızrak, 3 yay, 7 cebe ve 3 kalkan vardı. Ayrıca bu hususta Hz. Muhammed keza “savaşçı bir peygamber” olan Hz. Musa’ya çok benziyor.” (Bu pasajla ilgili 10’nuncu nottan): “Hz. Musa ile Hz. Muhammed ve Yahudilik ile İslâm arasında pek çok paralellik vardır ”} 262, 263
Eleştirel not:5- Kim o “Titiz bir siyerci”? Keşke kaynak gösterilseydi! Böyle bir şey yok. Arap toplumunda herkesin evinde burada sayıldığı kadar ya da çok veya az silahı bulunabilir. Dünyanın her yerinde birçok insanın evinde değişik silahlar vardır, bu onun/onların savaşçı olduğunu göstermez. Esenlik ve Barış dininin Peygamber’ini “savaşçı” olarak ilân etmeyi, “Titiz bir siyerci” yapmaz/yapamaz. Aliya da aynı görüşe katılmamalıydı.
“Tarihi sebeplerden dolayı ve siyasi mücadeleler yüzünden Hıristiyanlık ile İslâm arasındaki benzerlik ve hatta yakınlıktan sarfınazar edilmektedir. İslâm’ın İncil’i mukaddes kitap ve Hz. İsa’yı peygamber olarak tanımakta olduğu gerçeği görmezlikten geliniyor. Bundan gereken bütün neticeler çıkarıldığı takdirde bu gerçek, bu iki büyük din arasındaki münasebetlere bambaşka bir istikamet verilebilir (Ankebut, 29/46; Nisa, 3/64).”
Not:5- Hz. İsa’ya bağlı olduğunu iddia edenler ile aynı şekilde Hz. Muhammed’in ümmeti olduğunu iddia edenler bu paragrafa göre çok iyi geçinmeleri gerekiyor. Ah! Siyaset, iktidar, imparatorluk, hanedanlık, vs, vs… Aliya, muhteşem bir tespit yapmış… “Benzerlik ve yakınlık”; işte bu aşamadan bir adım daha ileri gidilip aramızda “ortak” olanı bir kavrayabilsek, dünyanın büyük bir kısmına esenlik ve barış gelecektir. Bir de “bu iki büyük din” ifadesi, o zaman tek “Hak Din” sözüne dönüşecek, inşallah…
“İlim, insanların ufuklarını genişletmek veya dinin etrafında tabii olarak örülen hurafeleri bertaraf etmek suretiyle dine destek olabilir. Birbirinden ayrıldığı takdirde din insanları geri kafalılığa, ilim ise ateizme sürükler.” 336
Not:6- Kitabın on birinci bölümünün başlığı {İslâm’ın Dışında “Üçüncü Yol”} olarak sunulmuş ve “Anglosakson Dünyası” alt başlığı ile konu işlenerek kitap sonlandırılmış. Başlık ilginç; Aliya’ya göre İslâm, bir “Dünya Görüşü” olarak değerlendirilmelidir, bu bağlamda her yönüyle “İngiliz Tarzı (İngiliz düşünme, yönetme, yaşama, v. s. tarzı …)” gerçeği ve farkına dikkat çekiyor. Bölümü okumadan önce çok merak etmiştim! Bölümü okuyunca, çok “değerli bir çalışma” olduğunu ve birçok konuda Aliya ile aynı görüşleri paylaştığımızı gördüm. …
“ İngiltere Avrupa tarihinin ayrı bir safhasını teşkil etmektedir ve dolayısıyla ayrı olarak incelenmesi icap eder. İngiltere nazari itibara alınmadan Avrupa’nın ancak iki devri vardır: Kilise devri ile devlet devri. Avrupa tarihinde orta yolu izleyen devir, ancak “İngiltere devri” olarak mevcuttur. Seküler ve metafizik prensipleri bir karışımı olan demokrasi Avrupa’da İngiliz icadıdır. Bu sebeple İngiltere tarihi aynı zamanda Avrupa’da Demokrasinin tarihidir. Nietsche –ki onun kadar Avrupalı birisi nadiren bulunur- İngiliz ile Avrupa zihniyetleri arasında mevcut olan bu farkı fevkalade bir şekilde hissediyordu. “Avrupa’yı İngiltere’den ve İngiltere’yi demokrasiden kim kurtaracak!” sözü buna delildir. Tarih felsefesi açısından Batı’nın tarihinde İngiltere’nin ve umumi olarak Anglo-Amerikan zihniyetinin sahneye çıkması, Şark tarihinde İslâm’ın zuhuruna tekabül etmektedir. Spengler’in ifade ettiği Hz. Muhammed-Cromwell paralelinin manası da budur (Propast zabada [Batının Çöküşü]). Bu iki şahsiyet onun evrensel tarih görüşünde “muasır” dır. Cromwell’le beraber birleşik İngiliz Kilise ve devletinin tarihi ve İngiliz imparatorluğu; Hz. Muhammed’le ise birleşik İslâm dini ile devleti ve İslâm’ın dünya hâkimiyeti başlamıştır. İslâmi ve Anglosakson zihniyetleri için bu tabii bir şeydir. Kıta Avrupası zihniyeti içinse böyle bir şey mümkün değildir.
“Dindar” Ludwig, Frenk devletini yıkmıştır; İslâm’da ise her siyasi ve sosyal ilerleme dini ilerleme ile başlamıştır. Avrupa devleti kuvvet kazanır kazanmaz, aynen kilisenin birkaç asır önce yaptığı gibi, kendisi için üstünlük talebinde bulundu. Avrupa’da bu ikinci Canossa’ydı (birinci Canossa 1077 senesinde IV. Henrik’in Papa VI. Gregor’un önünde boyun eğmesiydi.) Avrupa’da acımasızca hüküm süren engizisyon İngiltere’ye hiçbir zaman girememiştir. İngiltere ne Canossa tanır, ne de engizisyon. İslâm da öyle. İngiliz reformasyonuyla –dâhili bir mantığın icabına göre- iki aşırılık bertaraf edilmişti, Papanın üstünlüğü ve hükümdarın üstünlüğü. 15. Ve 16. Yüz yıl Avrupa’sı için İngiltere inkılâpçıydı; bugünkü Avrupa için İngiltere muhafazakârdır. İngiltere’de muhafazakârlığın, Avrupa’dan farklı olarak müspet bir tali manası vardır. Burada bu tabir hakiki İngiliz zihniyetini muhafaza (conserve) etme talebidir. Bu zihniyet ise kelimenin en geniş manasında orta pozisyon demektir. Daha Kitab-ı Mukaddes’in ilk resmi İngiliz tercümesinde önsözü şöyle başlıyor: “Anglikan Kilisesi’nin hikmeti, resmi ayin törenlerinde daha başlangıcından beri iki aşırılık arasında orta yolu tutmasıdır.” Ve öyle görünüyor ki bu husus İngilizlerin ikinci tabiatı olmuştur.
İngiltere’de sonraki bütün fikri ilerlemenin öncüsünün Roger Bacon olduğunu hatırlarsak, İngiliz dişünme tarzının bu ikiciliğini daha iyi anlarız. Sonradan sadece ilaveleri yapılmış olan İngiliz Düşünme yapısını Bacon iki ayrı temel üzerinde kurmuştu: Birincisi mistik aydınlanmaya veya dine götüren iç tecrübe, ikincisi hakiki ilme (scentia experimentalis)” vardıran gözlem.” 340, 341
“19. Asırda İngiltere’nin ahlaken büyük sebat göstermesini ve kendine güvenini anlamak, ancak bu dini kanaati nazari itibara almakla mümkün olur… İncil’e dayanan gayretin bütün gücü böylece iyi amellerin teşvikine doğru yönelmiş bulunuyordu.”346
“İngiliz sosyalizminin de özelliği bulunmaktadır. Avrupa kıtasında sosyalizminin materyalist veya ateist felsefeyle sıkı ilişkisine karşılık, “İngiltere’de İncil’den iktibaslar kilise minberlerinden olduğu kadar sendika kürsülerinden de duyulmaktadır” Bunları ise Fransız gazetesinin hayretini gizleyemeyen bir muhabiri yazıyor.” 347
Not:7- 347’nci sayfadan yaptığım alıntının eski İngiltere başbakanlarından Tony Blair ile örneklenmesi: Tony, işçi partili (solcu/sosyalist/sosyal demokrat) olduğu için, devletin din ile ilişkisi konusunda halkın bir tereddüdü vardı. Ancak Tony, seçim propagandaları sırasında “seçimi kazanırsam ailece kiliseye gidip şükran duası edeceğiz” demişti. Seçimden sonra yağmurlu bir günde ailece kiliseye yürüyerek gittiler ve dualarını yaptılar (küçük çocuğunun çizmesi çamura batmıştı, babası ona yardımcı oldu). Avam ve Lordlar kamarasının birlikte yaptıkları ilk parlamento toplantısından Tony Blair, “İngiltere’nin yönetiminde ve kanun yapmada bu zamana kadar İncil’i dikkate alıyor, ondan yararlanıyorduk, bundan sonra da bu uygulama aynı şekilde devam edecektir” dedi. Bilindiği üzere İngiltere’nin ayrıca bir Anayasa’sı yoktur.
“İngiliz ve İslâmi zihniyetler arasında bu “paralelizm” daha bir sürü gerçeklerde müşahede edilebilir, fakat bunlar ayrı bir inceleme ister. İngiliz ihtilalı (1688) fazla radikal değildi ( “ihtilalların en itidalli ve başarılısı”- Russell) ve İngiliz siyasi tarihinde birçok hususlarda sonuna kadar gidilmeyip yolun ortasında durulmuştur. Monarşiye karşı isyan İngiltere’de monarşinin kaldırılmasına sebep olmamış; aristokrasi ise demokratik müesseseleriyle bir arada bulunmak üzere kalmıştır. İngiltere’de “minister” kelimesi “ruhani” manasını da ihtiva ediyor. Buna benzer mefhumlar düalizmine İslâmi ıstılahlarda da rastlanmaktadır. Birçok Avrupa devletlerinden farklı olarak İngiltere’de yoksulların menfaatine zekâta benzer bir vergi de vardı. Birbirine benzeyen zihniyetler tatbikatta birbirine benzeyen çözümler meydana getirdi. Gelecekte de Avrupa’dan, son derece gayri insani tezahürler dâhil olmak üzere ilmin bütün icaplarını kabul etmesi beklenebilir. İngiltere ve Amerika ise bu hususta da pek muhtemel orta pragmatik davranışlarda durup kalacaklardır. Çünkü Avrupa’da din dindir, ilim ilimdir (bu da Hıristiyan yaklaşımına uygundur); İngiltere’de ise bu hususta da en yüksek hakem tatbikat veya hayat olacaktır.” 349, 350
Not:8- Aliya, Avrupalı ciddi bir Müslüman’dır, bu nedenle o, genelde Avrupa özelde ise İngiltere hakkındaki gelecekle ilgili öngörülerinde isabetli olabilir. İslâm coğrafyası olarak anılan alanda İnsanların İslâm Dininden her gün biraz daha uzaklaştıkları açıkça görünmektedir. Buralarda İslâm Dini yerine çeşitli dinler, tarikatlar, mezhepler, ekoller, topluluklar, cemaatler, vesaire oluşmakta ve bir yapay din anlayışı gelişmektedir. Aynı şeyler Avrupa ve Amerika’da da oluşmaktadır. Ancak Aliya’nın da dediği gibi buralarda bilim ve hayata yönelik tatbikatlar insanların bir kısmını Hak Din İslam’a yöneltecektir, bunun işaretleri şimdiden görülebilir. Bunu anlayıp görebilmek tam anlamıyla özgür düşünceye sahip kafa/zihin ile mümkün olabilir.
“Kardinal de Chardin şunları açıklamıştı: “Eğer Hıristiyanlık Arzın ümitlerine intibak ederse, dünya da Hıristiyanlığın ümitlerine ancak o zaman intibak edecek; bunlara ancak bu yolla ulûhiyet vermek mümkün olacaktır.” Bu söz, Hıristiyanlığın “İslâmizasyon’u demek değil midir?” 352
Not:9- 352’nci sayfadaki alıntıda Kardinal de Chardin’ sözleri ilginç: Çok ideal ve dünyanın tamamına yönelik bir mesaj içermektedir. Aliya, bu tezi iyi yakalamış, arza varis kılınanlar “halis Müslüman’lardır” (Enbiya 21: 105; Nur 24: 55). Kardinal da bunu söylüyor! Hz. İsa ve İncil’e gerçek anlamda inananlar bunu anlayabilirler… 352
“ Teslimiyet
Tabiatın determinizmi insanın ise kaderi vardır. Kaderin kabulü İslâm’ın en büyük ve en son çağrısıdır. Kader dediğimiz şey acaba var mı? Nasıl var oluyor? Kendi hayatımıza bir göz atalım ve en sevdiğimiz plânlarımızdan, gençliğimizin hayallerinden ne kaldığını inceleyelim. Bu dünyaya gelişimiz irademizin dışında olmamış mı? Şahsiyetimizle, yüksek veya düşük seviyeli zihnimizle, cüce ya da atletik boyumuzla, kralın sarayında veya fakirin kulübesinde, gürültülü patırtılı veya sakin zamanlarda, bir zalimin veya kadirşinas bir büyüğün hükmü altında ve umumi olarak ve üzerinde hiçbir tesirimizin olmadığı siyasi, coğrafi ve sosyal şartlar içinde dünyaya gelmedik mi? İrademizle olan şeyler ne kadar sınırlı, kaderimiz olanlar ise ne kadar hadsiz hesapsız. İnsan “dünyanın içine atılmış”tır ve hayatı, kendilerine hiçbir tesirde bulunamayacağı birçok gerçeğe bağlıdır. Bu gerçekler ona tesir etmektedir, ister en uzak ister en yakın olsunlar. … Dünya hakkındaki bilgilerimizin artmasıyla, kaderimize hiçbir zaman tamamen hâkim olamayacağımıza dair bilincimiz de artıyor.” 357, 358
“ Teslimiyet kötümserliğin ötesinden gelen bir nurdur. … Allah’a ve takdirine inanç bize öyle bir emniyet hissi verir ki başka hiçbir şey onun yerine geçemez. … Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir. … Kaderi kabul etmek kendini en büyük ölçüde hür hissetmektir. Bu öyle bir hürriyettir ki kaderi yerine getirmekle, onunla ahenk içinde olmakla kazanılır. Mücadelemizi insani ve makul kılan, ona sükûn ve huzur damgasını vuran, her şeyin akıbetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir. … Teslimiyet hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda alelade bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir.”” 360
“Ey teslimiyet! Senin adın İslâm’dır” 361