Neslimiz insan ırkının bugüne kadar karşılaştığı en büyük felaketin eşiğinde. Yaşayan dünyaya her taraftan ölüm tehditleri geliyor. Su, güneş ışığı, hava ve toprak tehdit altında. En kuzeydeki Eskimolar atomik radyasyondan kan kanseri olmaya başladı. Eskimo annelerinin sütünde bile tehlikeli seviyelerde zehirli kimyasallar bulunuyor. Kabul etmeliyiz ki gezegen üzerindeki tüm canlı varlıklar tehdit altında.
Bu krizi daha da çözülmez kılan gerçek ise, asıl etkeninin, yani uygar insanın, bu sorunu anlayabilme konusunda tamamen yetersiz oluşu. Bu sorun bilinçlilik eşiğinin de ötesinde; çünkü uygarlık dâhilindeki insanların (uygarlık kelimesi Latince “şehir, kasaba köylerde yaşayan” anlamına gelen “civis”den gelir.) artık canlı dünyayla bir bağlantıları kalmadı. Uygarlaşmış insanların yaşamları toplumsal sistemin bizzat kendisine odaklı. Erozyona uğrayan toprakları ve yok olan ormanları algılayamıyorlar. Bunların maaşlara hâlihazırda bir katkısı yok. Bu krizde uygarlığın etkisi ise, aslında her daim yapmakta olduğunu kendini zor durumdan kurtarmak için daha şiddetli biçimde yapmak. Örneğin; eğer nüfus patlaması ve kıtlık tehdidi söz konusuysa, bu etki tarım yapılan topraklara daha fazla yüklenmek ve ağaçları daha hızlı keserek ormanları daha çabuk yok etmek olur.
Gezegen ölçeğinde bir felaketle karşı karşıyayız. Gezegendeki canlı yaşamın tahribatı binlerce yıldır devam ediyor ve şimdilerde bir kısmımızın ömrünün görmeye yetebileceği nihai bir felakete doğru gidiyor. Bu durum meşakkatli ve karmaşık olmanın ötesinde. Eğer birkaç temel ve basit mesele anlaşılıp kabul edilirse aslında oldukça sade ve basit.
Bu felaket tek bir temel unsura dayanır. Uygarlık gezegensel enerjinin akışıyla tamamen uyumsuzluk içinde. Uygarlığın üzerinde fikir birliğine vardığı sanrı, hammadde kaynaklarını giderek daha fazla tüketen ve katlanarak artan bir insan popülasyonunun, giderek küçülen kaynaklar ve ölmekte olan bir ekosistem üzerine kurulu yaşamına devam edebileceğidir. Bu açıkça saçmalıktır. Buna rağmen uygarlık geçmişinden hiç ders çıkarmadan ve geleceğe dair bir vizyon geliştirmeden yoluna bu şekilde devam eder.
Bu gezegendeki muhtemel en önemli yaşam kaynağı ince yüzey toprağıdır. Bir gezegenin yaşamı, esasında, temel elementler olarak güneş, su, toprak ve havayı içeren kapalı ve dengeli bir sistemdir. Bu elementler canlılık üretmek için bütünlük içinde çalışır ve işlevlerini Doğa Kanunu olarak adlandırdığımız fizik kuralları üzerine kurulu bir örüntü izleyerek yerine getirir.
Toprak derinliği ve zenginliği canlı gezegenin iyi durumda olması için temel koşuldur. Genel olarak diyebiliriz ki; toprak yok olduğunda gezegenin canlılığında dengesizlik ve hasar meydana gelir. Bu, jeolojik süreler açısından düşünürsek, ölüme doğru hızlı bir ilerleyiştir. Toprak her bin yılda sadece yüzde birini kaybediyor olsa bile, gezegen eninde sonunda ölür. Eğer toprak her bin yılda bu yüzde biri kaybetmek yerine kazanırsa, gezegenin canlılık refahı ve zenginliği artar. Akılda tutulması gereken asıl gerçek, toprağın ne kadar yavaş oluştuğudur. Toprak bilimcilerin hesaplarına göre dört milimetre toprağın oluşması için 300 ila 1000 yıl arasında zaman gerekmektedir.
Toprağın beslenmesi, üzerinde taşıdığı bitki katmanının fotosentetik üretimine bağlıdır. Birçok bitki katmanının Net Fotosentetik Üretimleri arasında büyük farklar vardır. Kurala göre, güneş enerjisini, bitkilerin büyümesi ve ileriki süreçte toprağa canlılık kazandıracak organik kalıntıların oluşması için en üretken biçimde kullanabilen bitki katmanları, dünyanın belli yerlerinde klimaks ekosistemleri oluşturur.
Bu ekosistemler, dünyanın “bedeninin” en dengeli halidir. Ciddi bir orman yangınının ardından veya aşırı ağaç kesiminden kaynaklanan bir hasarı iyileştirmek için orman yapısı bölgeye birbirini izleyen bir dizi bitki toplulukları yerleştirir. Her bitki topluluğu, kendisini izleyecek bir diğer bitki topluluğu için bölgeyi hazırlar. Yapraklarını dökmeyen ağaçlardan oluşan bir ormanda meydana gelen hasar, genel koşullarda önce “yabani ot” dediğimiz küçük bitkilerle, ardından toprağa tutunup diğer türlerde bitkilerin ve ağaçların da oluşmasına zemin hazırlayacak olan çimenlerin oluşumuyla giderilir. (“Yabani otlar” bir açık alanın “ilk yardım ekibidir”.) Genel bir kural olarak, “ilk yardım ekipleri” – çıplak toprağı kaplayıp onu tutacak ilk bitki toplulukları – en az sayıda bitki, hayvan, mikroorganizma, böcek, vb. içeren basit bitki topluluğudur. Bu süksesyon devam ettikçe, Net Fotosentetik Üretimle (NFÜ) birlikte çeşitlilik ve tür sayısı klimax sistemine yeniden ulaşılıp denge sağlanıncaya kadar artmaya devam eder. Sistem yapı karmaşıklığına, topladığı enerjiyi dönüştürebileceği maksimum kapasiteye (NFÜ) ve sahip olabileceği en fazla enerji geçişine (bitki ve hayvanların birbirleri için yaptıkları işler ve besin zincirleri) doğru ilerler. Bitkiler, kaybolmasını engellemek için toprağı tutacak, oksitlenmekten korunması için onu gölgeleyecek (toprağın ısınıp soğuması verimsizliğe yol açan kimyasal değişimlere neden olur) ve nemi koruyacaktır. Her bitki topraktan değişik besin bileşikleri alır ki bu şekilde belirli bir bitki topluluğunun yerine gelen diğer belirli bitki topluluğu kendinden sonra gelecek olan belirli bitki topluluğu için belirli toprak bileşenlerinden oluşan besinleri hazırlayabilir. Alanın bu bitkiler tarafından hazır hale getirilmesinden sonra daha büyük bitkiler, akçaağaçlar ve diğer geniş yapraklı ağaçlar gelir ve bunların yaşam ve ölüm döngüleri de yapraklarını dökmeyen bitkileri yaşatacak toprak için gerekli olan mikro iklimi sağlar. Bu ağaçlar klimaks ekosisteminin nihai bitki topluluğu olacak kozalaklı ağaçlar için “hemşire” görevini üstlenir. Örneğin, köknar ağacı güneşte büyüyemez ve selefi olan bu ağaçlar tarafından sağlanacak gölgeye ihtiyacı vardır.
Bu dünya ekosistemleri, tornadolarda, yangınlarda ve diğer olaylarda hasar görür ve ardından dengeli duruma, klimaks sisteme geri döner. Bu, bir insanın kolundaki yaranın önce kanamasına, ardından kabuk bağlamasına ve eski sabit durumuna geri dönmek için yeni bir deri oluşumuna başlaması gibidir. Bu nedenle klimaks sistemi canlı hayatın sağlıklı olma koşulu, dinamik kararlılık halidir. Klimaks sistemi en iyi fotosentetik üretime olanak sağlayan sistemdir. Bunu zedeleyen herhangi bir şey ekosistemin sağlığını da zedeler. Klimaks ekosistemlerinin en verimli ekosistemler olmalarının sebebi içlerinde barındırdıkları çeşitliliğin fazla olmasıdır. Her organizma enerjisinin bir kısmını kendisini ayakta tutan enerjiyi üretenlere geri gönderir (diğer enerji geçişlerine de gönderdiği gibi). Bu destek sistemi genişledikçe hayvanların ve yeşil bitkilerin çeşitliliği ve kütlesi her muhtemel hücreden maksimum fayda sağlayarak artar. Bütün olarak bakılabilecek nokta, gezegenin canlı bünyesinin tüm bir parçası, bir orman ya da yeşil alanın sağlığı barındırdığı çeşitlilik sayesinde artar.
Daha geniş çapta bakıldığında, biyo-bölgeler ve karasal topraklar, organik verimliliğin aşınma yoluyla (doğal veya suni) su ve okyanus ortamına taşınmasıyla deniz hayatını besler. Bu bir ekosistemin bambaşka bir ekosistem için yaptığı ek hizmettir.
Evrendeki dünya yaşamının birkaç temel prensibi artık belirlenmiş durumda. Denge, evrensel yasadır. Dünya güneş etrafında çok ince bir dengede dönüyor. Gezegenin ısı sistemi de çok hassas bir dengeye sahip. Eğer gezegenin aldığı ısı miktarı düşerse donarak ölebiliriz veya gezegenin ısı kullanım dengesi bozulursa yanarak yok olabiliriz. Birbirinden farklı enerji akışları klimaks ekosistem içerisinde sürekli hareket edip devindiğinden, klimaks ekosistem yüzyıllar boyunca denge ve kararlılığını korur. Aynı şekilde insan vücudu da kendi içerisinde dolaşım, sindirim ve hücre üretimi devinimleri dönerken belli bir dengeyi korur.
Yaşamın canlılığı temel olarak toprağa dayanır. Toprak yoksa, bildiğimiz şekliyle hayat da yoktur. (Bu durumda bazı mikroorganizmalar ve diğer türler yine de var olabilir.) Toprak kendisini kaplayan bitki örtüsü tarafından muhafaza edilir ve bu en iyi, dengeli haliyle klimaks ekosistemdir.
Eğer az sayıdaki bu birkaç basit ilke kabul görürse, o zaman üzerinde ilerleme sağlayabileceğimiz bir iletişim esası oluşturmuşuz demektir. Bunları kabul etmeye yanaşmayanların ise dünyanın bir şekilde başka bir yolla işlevini yerine getirmekte olduğunu göstermeleri gerekir. Bunun için çabuk olunması gerekiyor çünkü gezegenin canlılığı sürüncemede kalıyor.
Dünyadaki yaşamla ilgili temel koşuldan bahsediyoruz. Bizi kurtuluşa götürecek birçok yolu dinledik. Ekonomik gelişmenin bizi kurtaracağını duyduk, güneşle ısıtmanın bizi kurtaracağını, teknolojinin, cennet ve dünyayı yeniden kuracak olan İsa Mesih’in dönüşünün, toprak reformunun ilan edilmesinin, geri dönüşümün, kapitalizmin, komünizmin, sosyalizmin, faşizmin, Müslümanlığın, vejetaryenliğin, çok partililiğin ve hatta yeni Kova Burcu Çağı’nın bizi kurtaracağı söylendi. Fakat toprak ilkesi, insanların gezegenlerinin topraklarını korumazlarsa orada yaşayamayacaklarını söylüyor. 1988’de erozyon yüzünden yıllık kaybedilen toprak miktarı 25 milyar tondu ve bu rakam sürekli artıyordu. Erozyon, toprağın yerin üzerinden kayması anlamına geliyor. Buna eş derecede ciddi bir hasar da toprak verimliliğinin tükenmesi. Uygarlığın kolunun uzandığı hemen her yerde toprak helak oluyor. Bu, biyolojik yaşam biçimlerini destekleyen organik verimliliğin kaynağını tüketerek gezegeni gerçek anlamıyla öldürmektir. Gerçek: Uygarlık, Kuzey Amerika’nın Büyük Ovaları’nı işgal ettiğinden bu yana, bölgedeki verimli toprağın neredeyse yarısı yok oldu.
İmparatorluğun Sicili
Uygarlığın doğaya karşı sekiz bin yıldır işlediği suçlar, bütün kara parçalarındaki toprakların fiili tecavüzünü içeriyor.
Verimli toprağın en etkili üreticisi olan ormanlar, uygarlık işgalinden önce dünyanın kabaca üçte birini kaplıyordu. Bu oran 1975’te dörtte bire, 1980’de ise beşte bire kadar düştü ki bu düşüş esnasında ormanların yok olma hızı da gittikçe artıyordu. Eğer şu andaki mevcut yönelim kesintiye uğramadan devam ederse, 2040 yılına gelindiğinde bitki örtüsünün yüzde sekseni dünya yüzeyinden silinmiş olacak.
Uygarlığın toprağı koruyamayacağı çok basit bir gerçektir. Sekiz bin yıllık geçmişi bunu açıkça gösteriyor. Uygarlık dünyayı katlediyor. Yüzey toprağı bin yıllar boyunca zahmetli bir şekilde döngüyü sağlanan bir enerji deposu. Çoğu şimdiden tükendi ve geriye kalanlar da son derece hızlı bir şekilde tükeniyor.
Toprağın uygar “gelişimi” başladığından bu yana klimaks sistem kazıldı, bitki tabakası ya çok büyük ölçüde basitleştirildi ya da tamamen yok edildi, net fotosentetik üretim aniden düştü. Tropikal kuşakta ormanlar kesilerek çayırlık alan yaratıldığında başlangıçta var olan net fotosentetik üretimin üçte ikisi yok oldu. Orta kuşakta daha önce orman olan bir alan tarım alanına çevrildiğinde net fotosentetik üretimin yarısı yok oldu. Bundan bir sonraki adım da, toprağın bu koşullarda üretebildiği bu hasarlı ürünlerin çoğunu zirai ürünler olarak topraktan almak ve toprağın ürettiği hastalıklı ürünlerin bile kendisine kalmamasına sebep olmaktır.
Bu durum bir esas ilkeye işaret eder: İnsanlar, temel bir değer olarak toprağı koruma sorumluluğunu üstlenmelidir. Eğer toprağı koruyacak sistemi oluşturabilirsek, insan yaşamının da dünyanın yaşamıyla birlikte dengesini yeniden kazanma olasılığını ortaya çıkarabiliriz.
Esas sorun uygarlık ve dünyanın yaşamı arasında bir denge olmayışıdır.
Bu sorunun çözümü de insan toplumunun dünya ile olan dengesini yeniden kazanabilmesinde yatar.
Şimdi herkesin bu gezegensel krizi nasıl karşılayacağımızla ilgili kişisel cevabına geri dönüyoruz. Öne sürülen kurtuluş yollarının çok azı toprağı korumakla ilgili. Hepsi mevcut toplumun yapısında veya temel unsurlarında rahatsızlık verici bir değişiklik yapmak zorunda kalmadan bu durumun ciddiyetini hafifletmenin yollarını arıyor. Sadece semptomları hafifletmek yoluna gidiyorlar. Eğer en temel değeri dünyayı korumak ve daha iyi hale getirmek olan bir toplumumuz olsaydı, toplumun diğer bütün değerleri de bu temel etrafında dönerdi.
Birçok önemli noktada, uygarlık işlevini bağımlılık yaratıcı eğilimler üzerinden yerine getirir. Uygarlık mekanizması, tıpkı alkole, esrara veya tütüne bağımlı bir insanmış gibi, kendi kendini yıkıcı ve intihara meyilli bir şekilde işler. Bağımlı insan bir sorunun varlığını inkar eder. Bağımlı, gerçeğin inkarıyla iştigal eder. Uygarlık da aynı biçimde bağımlıdır.
Uygar insanlar, ilkel ve gelişmemiş insanları kendi seviyelerine çıkarmak gibi bir zorunlulukları olduğuna dair bir inanca sahiptir. Kendi sonunu getirme eğiliminde olan uygarlık, kendisinin üstün kültür olduğunu ve dünyadaki bütün insanların aradığı cevapların kendisinde olduğunu düşünür.
Bir bağımlı, gerçek anlamda, duygusal olarak “şeylere” bağlanan insandır. Televizyona, maddelere, kişilik alışkanlıklarına, başka insanlara, zihinsel ideolojilere, bir nedene yahut işe kendini tamamen adamaya. Eğer bağımlılık nesnesi ortadan kaldırılırsa, bağımlı insan kendini güvensiz, rahatsız, baskılanmış hisseder ve içe kapanma eğilimi gösterir.
Uygarlık, güvenliğin baskı aygıtları üzerinden sağlanabileceğini savunan kültürel/zihinsel bir görüştür. Bu hezeyanın boyutları o kadar büyüktür ki 1987 yılında bütün ülke hükümetlerinin askeri harcamalarının toplamı Birleşmiş Milletler’in bütün toplumsal programlarını üç yüz yıl boyunca finanse edebilecek miktardaydı.
Toprağı koruyamadığı müddetçe insanın dünya üzerinde yaşayamayacağı ilkesine tekrar bakmak bu hezeyanı görünür kılar. Toprağı korumak gerektiği konusundaki aciliyetin “uygarca inkarı” da bu hezeyanı gözler önüne serer. Gerçek şudur ki askeri güç güvenliği değil ölümü sağlar. Toprağın verimliliğini korumak gerektiğinin inkarı ve güvenliğin ölüm silahlarıyla sağlanabileceği sanrısına karşı tutku seviyesinde bağlılık, alkol krizine giren bir alkoliğin halüsinasyonlarına benzer.
Bağımlılık tedavisindeki ilk adım, bağımlının inandığı şeyin bir hezeyan olduğunun farkına varmasını sağlamaktır. Alkolik “bir bardak daha”nın cevap olmadığını, işkolik biraz daha çabadan daha değerli ve düzgün bir hayat gelmeyeceğini anlamalıdır. Blumia hastası bir tabak daha yemenin ruhsal bütünlük getirmeyeceğini görmelidir. Uygarlık, bu gerçeklik tablosunun kendisini intihara sürüklediğinin farkına varmalıdır.
Bize ne gerekiyorsa elimizde var. Sorunumuz dengesizlik ve çözümümüz dengemizi yeniden kazanmak. Eğer insanların yaptıkları toprağın durumuyla belirlenen dengeyi korumaya yönelik olursa, dünyayı iyileştirme yoluna girebiliriz. Ama eğer teorimiz, planımız, projemiz, neyimiz bu standarda uymazsa hezeyanımıza geri döneriz.
Hepimiz bağımlıyız. Uygarlık yüzünden yolumuzu kaybettik. Bir kargaşa ve belirsizlik ortamında işlevimizi yürütüyoruz. Uygarlık hezeyanının, kitlesel kurumsallaşmanın, kendi özel hayatlarımızın kendini yok etmeye meyilli bir temelde şekillendiğini görmeliyiz. Dünyayı sürekli ölüme yaklaştıran bir kültürde yaşayıp, bir de onun için uzun vadeli kişisel planlar yapıp kariyerler geliştiriyoruz. Olmayacak duaya amin diyoruz.
Gözümüzü açıp yeni bir gerçeklik vizyonu kazanmalıyız. Kendi yaşamımızın ve toprağın canlılığının sorumluluğunu almalıyız. İnsanlar daha önce hiç böyle bir şeyle başa çıkmaya çalışmadı. Bu nesil kendi boyutlarında evrensel bir meydan okumayla karşı karşıya. Evrensel soru şu: oluşması ve gelişmesi on milyonlarca yıl süren canlı yaşamı mikroplara mı yenilecek? Bu durum karşımıza radikal bir başarının radikal trajedisini getiriyor.
Ütopik bir cennet, yeni bir Cennet Bahçesi yaratmak tek umudumuz. Başka hiçbir şey bizi kurtaramaz. Hayata verdiğimiz hasarı telafiyi amaçlayan iş birlikçi ve olumlu bir kültür oluşturmalı, bunu sonsuza dek sürdürmeliyiz. Aksi takdirde bu dünyada var olamayacağız.
William H. Koetke
(aynı adlı kitabından, sf:914)