Bu yazıda, Sabahattin Ali’nin,” Sırça Köşk” kitabındaki “Çirkince” adlı öyküsünden yapacağım alıntı ve notlarımı paylaşacağım. Sırça Köşk’te her biri çok anlamlı ve keyifle okunacak dokuz öykü var. Acılı ve zorlu günlerde sanat ve edebiyat, insan yaşamının değerini anlamada katkı yapar diye düşünüyorum. Çirkince, günümüz günceliyle ilgili bir öyküdür. Sırça Köşk, otuz baskı ile değerini ortaya koymuş; yetmez, daha yoğun gündem alması dileğiyle;
“Selçuk’a gelince, çantamı, önünü kebapçılarla üzümcüleri doldurduğu, istasyon kahvesine emanet ederek, hemen yola düzüldüm. Güneş iyice yakmaya başlamadan bu kırk beş dakikalık yolu almak, ölü şehrin harabelerini akşama kadar dolaşmak istiyordum. Fakat daha erkekler Gymnasium’un kapısındayken içime bir gariplik çöktü. Her İzmir’e gelişimde muhakkak bir kere uğradığım bu harabeler, sanki seneden seneye daha harap oluyor, binlerce yıl önce aralarında bazı insanların insanlar gibi yaşadığı mermerler bile, kendilerini asırlarca örtüp koruyan anlayışlı toprağın altından çıkarıldıklarına küsmüşçesine, kararıp kirleniyordu. İçinde vücutları ve ruhları güzel insanların yetiştirildiği Gymnasium’un mozaikleri, şimdi birbirini kovalayan keçilerin tırnakları altında dağılmaktaydı.”93 (Kitaptaki sayfa numaralarıdır).
“Raflarındaki on binlerce papirüsle kafalara aydınlık düşünceler dolduran kütüphanenin pek bozulmamış merdivenlerinden çıkıp, kurucusunun çıra isleriyle kararmış mezarına girmek isteyince, karanlık uykulardan uyandırılan yarasalar hırsla yüzüne çarpıyorlardı. Daha yapıldığı günlerde bir zelzele ile yıkılan mabedin kalın sütunları, insafsız bir tanrının hışmından korkup secdeye kapanmış gibi, hep aynı istikamete uzanmış ve parçalanmışlardı. Küçük ve zarif Odeon tiyatrosunu örten sararmış otların arasında kertenkeleler dolaşıyor, Kızlar Gymnasium’undan tek ayakta kalan şey, yarı yıkılmış büyük bir kapı, “Girmeyin, ağlarsınız” der gibi dudaklarını büküyordu. Harabelerin bulunduğu tepeyi, gittikçe hızlanan adımlarla dolaştım, Eshabıkehf mağaralarının önünde bir an durup düşündüm. Bembeyaz bir şehrin arka yamacındaki bu kapkara dağ içi mezarlarında yüzlerce yıl uyudukları rivayet edilen Yedi Hıristiyan’ın hikâyesi, bana bu anda, dünyanın bir daha eşini görmediği aydınlık eski Yunan medeniyeti üzerine çekilen karanlık örtünün bir timsali gibi geldi.” 94
Not:1- 94’ncü sayfadan yaptığım az önceki alıntıya 2 maddelik eleştiri: 1- Birçok konuda isabetli tespit ve yaklaşımlar sergilerken konu din olunca yazar biraz farklı yaklaşımı tercih etmiş. Metindeki “yıkılan mabedin kalın sütunları, insafsız bir tanrının hışmından korkup secdeye kapanmış gibi, hep aynı istikamete uzanmış” ifadesi İslâm dinine göndermeler içermektedir; “secdeye kapanmak”, salâtın bir rüknüdür, “aynı istikamet”, de Kıble ve Kâbe’yi çağrıştırıyor. Bu yaklaşım objektif olmaktan uzaktır. Yunan tanrılarını kastetmeden kullandığı “insafsız tanrı” ifadesi de sorunludur…
2-“Eshabıkehf mağaralarının önünde bir an durup düşündüm. Bembeyaz bir şehrin arka yamacındaki bu kapkara dağ içi mezarlarında yüzlerce yıl uyudukları rivayet edilen Yedi Hıristiyan’ın hikâyesi, bana bu anda, dünyanın bir daha eşini görmediği aydınlık eski Yunan medeniyeti üzerine çekilen karanlık örtünün bir timsali gibi geldi.” Söz konusu gençler Hıristiyan değil, Hz. İsa’yı, Allah’ın Resulü / elçisi kabul eden ve İncil’e inanan Müslümanlardır. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din Hıristiyanlık değil, Müslümanlıktır. Hıristiyanlık Hz. İsa’nın ölümünden sonra Pavlus ve papazların uydurduğu bir dindir ve Hz. İsa ile bir ilgisi de yoktur. Yunan medeniyetini inkâr eden, onu hafife alan ciddi bir Müslüman yazar, düşünür, filozof yoktur. Hatta Grek Medeniyeti denen sistemin her şeyinden yararlanılmıştır. Endülüs Filozofları buna örnektir. Yazar’ın, ülkenin siyasi, ekonomik, eğitim ve diğer işlerinin doğru ve iyi gitmiyor olmasına getirdiği eleştiri ve yorumlar doğrudur. Dine bakışı toplumun çoğunluğundaki gibi sorunlu görünüyor. Zaten öykülerinde olumsuz tipleri hep “dindar” kimlikli ama sahtekâr insanlardan seçmesi de bu konudaki yaklaşımını ortaya koyuyor. 105’nci sayfada Müslüman Kahveciye şunu söyletmesi, söz konusu anlamdaki çelişkiyi değiştirmez: “Gâvurda keramet, Müslüman’da kabahat arama!…”
“Hele Çirkince… Hele bu yedi, sekiz yüz hanelik dağ köyü… Daha uzaktan, çamların ve zeytinliklerin arkasından, hafif çivit beyaz evlerinin camları parıldayan, meydanlarını iri çınarların gölgelediği küçük Rum kasabası… Bu kadar güzel bir yere nasıl olur da “Çirkince” adını verdiklerine çocukluğumdan beri şaşar dururdum. Muntazam kaldırımlı tertemiz sokaklarında, bizi misafir eden yüzbaşının kızları ve mahallenin Rum çocukları ile nasıl koşuşmuş, iğde ve ayva dallarından yaptığımız kağnıları katırtırnaklarıyla nasıl süslemiş, çam kabuğundan kayıkları her köşe başında şarıl şarıl akan çeşmelerin yalaklarında nasıl yüzdürmüş, karaağaçlara tırmanıp kopardığımız yaprakları kuzulara nasıl yedirmiş ve sık çalılar arasında topladığımız kuzukulaklarını dişlerimiz kamaşıncaya kadar nasıl yemiş ve doymamıştık. Selçuk’un sıcağından ve sıtmasından kaçmak birkaç subay ve memur ailesiyle senelerden beri buraya yerleşmiş Giritli bir kahveciden başka, köyün bütün halkı Rum’du. Hepsinin ovada incir bahçeleri, dağın sırtlarında zeytinlikleri vardı. Yazın sabahın erkeninde, kadınlı erkekli, bütün köy halkı atlara binip ovaya iniyor, incirlerini işliyor, akşam serinliğinde tekrar uzun bir süvari kolu halinde güle oynaşa köye dönüyorlardı. Kışa doğru zeytin mahsulünü de böyle kaldırırlarmış. Ova köylerindeki sarı benizli, şiş karınlı insanları burada görmek mümkün değildi. Gündüzleri köy boşalınca geride kalan iki büklüm ihtiyarların bile yanakları al aldı.”96, 97
Not: 2- Asırlardır diğer topluluklarla birlikte yaşayan Rum ve Ermenilerin 20’nci asrın başlarında tehcire zorlanmaları hiç iyi olmamış. Bütün halklar birlikte yaşayabilirlerdi. Bunu sağlamak yerine onların başka yerlere gönderilmeleri, Anadolu’nun medeniyet dokusunu bozmuş ve ülke için her bakımdan zararlı olmuştur. Az önceki alıntıda sözü edilen köyün 30 sene sonraki hali de kitapta anlatılıyor. Keşke Rumlar ve Ermeniler köylerinde kalsalardı/kalabilselerdi.
“Mamafih Çirkince’ye gitmenizi tavsiye etmem. Şimdi orda birkaç muhacir ailesinden başka kimse yok. Sıcakta boşuna yorulacaksınız!”
“Ehemmiyeti yok!”
“Gene de siz bilirsiniz… Mademki bir kere azmettiniz… Kendiniz görüp hükmünüzü veriniz!” 98
“Hafifçe güldü, kaşlarını kaldırdı: “Biz harabı tahripte bile üstadız, mamuru tahripte neyiz? Kıyas buyurun!” Sol eliyle bıyıkları yana, sakalını aşağıya doğru sıvazladı: “Hele Çekince’ye gidin gelin de, görüşürüz. Ben ajans vaktine kadar bu kahvedeyim. Hatıralarınızın mezarını ziyaretiniz uzun sürmeyecektir, tebşir edebilirim(müjdelerim). “99
“İçime, Efesos’un perişan hali karşısında duyduğum acıya benzer bir gariplik çöktü. Kim bilir Çirkince’yi de ne halde bulacaktım. Hatta bir aralık atı çevirip gerisingeriye dönmeyi bile düşündüm. Fakat tam bu sırada, bir dönemeci kıvrılır kıvrılmaz, çivit beyaz evleri, iri çınarlarıyla köyü karşımda buldum. … Dizginleri o kadar şiddetle çekmişim ki, hayvan başını hıza geriye attı ve göğsüme çarptı. Bunun acısıyla mı, yoksa gördüğüm manzaranın tesiriyle mi bilmiyorum, birdenbire başım döndü, sersemledim, aşağı yuvarlanmamak için hemen indim ve alnımı eyere dayayarak, bir müddet bekledim. Biraz kendime gelince, dizginleri dirseğime geçirerek yavaş yavaş köyün içine girdim.
Burası benin otuz sene önce gördüğüm, içinde en güzel günlerimi geçirdiğim yer değildi. Şu sağ, tarafımda kapısız, penceresiz, çatısız yükselen dört duvar, bir zamanlar bahçesinde yüzlerce çocuğun oynadığı mektep olamazdı. Şu önündeki ulu çınarın dibinde, böyle bataklık ortasında bir taş yığını değil, dört gözlü bir mermer çeşme olacaktı.
Köyü baştanbaşa dolaştım. Bu sekiz yüz evli küçük kasabada, şimdi belki elli aile bile oturmuyordu. Buraya mübadil (başkasının yerine getirilmiş) olarak yerleştirilen muhacirler, tütüncü oldukları için incirlerini, zeytinliklerini yok pahasına satmışlar, hatta birçok ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her biri bir tarafa dağılmışlardı.. Ortalıkta insan görünmüyordu. Belki yirmi senedir el sürülmemiş gübre ve süprüntü ile kaldırımları görünmez hale gelen sokaklarda, bazen gözlerinin rengi bile anlaşılmayacak kadar kirli bir çocuk peyda oluyor, bir yabancının geçtiğini fark eder etmez, arkasından çekmeye çalıştıkları keçinin ipini bıraktığı gibi kayboluyordu. Yıllardır boş duran evlerin kapıları, ne pencereleri, hatta ne de döşemeleri kalmıştı. Sekiz on odalı koskoca evlerin sahipleri bile, pencerelerine bir tahta çiviledikleri bir yer odasına dolmuşlar, öteki odaların dolap kapılarına ve çerçevelerine kadar bütün tahta kısımları kışın söküp yakmışlardı. Onları, karlı havada birkaç yüz metre ötedeki çam ormanlarına gitmekten alıkoyan mukaddes tembellik karşısında garip bir ürperti duyarak dolaşmama devam ettim.”100, 101
“Ne olmuş buralara? diye sordum? “Bizden evvel gelenler para aramışlar… Namussuz gâvurların paralarını nerelere sakladıkları bilinmez ki…” 102
“Sanki bütün bu günün yorgunluğu şu anda üzerime çöküvermişti. Dizlerim titriyor, sırtıma varıncaya kadar her tarafım sızlıyor, kafamın içi uğulduyordu. Dizginleri koluma geçirerek yürüdüm. Yollarda, tavuklar da dâhil olmak üzere, her türlü hayvan pisliğinden, karpuz kavun kabuğundan, çeşit çeşit süprüntüden adım atacak yer yoktu.” 103
“ “Bizim elimize geçen her yer böyle mi olacak?”
Karşımdaki bir hakarete uğramış gibi yüzüme sert bir bakış fırlatarak adeta bağırdı: “Bizim ne kabahatimiz var be?”
Eliyle kalktığım iskemleyi işaret etti, kabahatli bir çocuk gibi hemen oturdum. O, gözlerinin sert, fakat aynı zamanda dalgın bakışını hep üstümde tutarak, devam etti: “Buraya getirip oturttukları mübadillerin de kabahati yoktu. İskeçe’nin, Kavala’nın tütüncüleri… Zeytinden, incirden ne anlasınlar? Ağaç dediğin bakım ister, masraf ister… Kıymetini bilmeyene nimetini verir mi? Muhacirler iki sene üst üste mahsul alamayınca ya kestiler, ya sattılar… Cahillikle fakirlik bir olmuş, Sultan Süleyman’ın mülkü dağılmış. … ‘Malımı satmam!’ diye inat edenler de en sonunda boyun eğdi. Ne yapsın?.. Para da, devlet de ağaların elinde. Bunlarla baş olur mu? Patronlar istemedikçe, kimse ağacının meyvesini toplatacak işçi bulamaz. Çoluk çocuk kendisi toplasa, yağını çıkartacak fabrika bulamaz. Evvela dört senelik mahsulünü, sonra kökünü satar, alır başını gider. ”104
“Cennet gibi yerler virane oldu diye gâvurda keramet, Müslüman’da kabahat arama!.. Eskiden buraların sahibi burada yaşar, burada işlerdi. Sen sahipli memleketi sahipsiz eden beylerin yakasına yapış… Bir daha da öyle demin konuştuğun gibi konuşma. Bizim elimize geçen her yer neden böyle olsun? Burası bizim elimize geçti mi ki? Merak etme, milletin eline bir şey geçmedi; ovaları, dağlar üç beş fırsat düşkününün elinde toplandı… İşte o kadar.” 105
“””””””””””””””””””””””””””””””””””
(* )Sabahattin Ali, Sırça Köşk (öykü), Yapı Kredi Yayınları, 30’ncu baskı, İstanbul- 2015