Mübarek Ramazanın yaklaşması nedeniyle Allah kısmet ederse tutacağımız oruçlarımızı tebrik etmek niyet ve amacıyla gönderdiğin mektubunu büyük bir sevinç ve heyecanla okudum. Çok duygulandım, teşekkür ederim. Mektubumu aldığında mübarek Ramazan günlerini idrak ediyor olacağız, bayrama da ulaşır ve görüşürüz inşallah. Beni çok sevindiren ve bir o kadar da duygulandıran, dağdaki ayı ve domuzdan değil de çiğdem ve ceylandan, deredeki çakıl ve kıyısındaki kurbağalar ile içindeki balıklardan söz ettiğin mektubu defalarca okudum. Şunu anladım; her şeyde bir güzellik var; o güzelliği görmek ya da bulmak, insanın kendi içindeki öz güzelliğine bağlı; domuz değil de ceylan ya da Zorba değil de Muhlis misali… Mektubun beni o kadar duygulandırıp sardı ki, görüyorsun ya selâmını alıp selâmımı vermeyi bile unuttum. Özür dilerim canım kardeşim. Allah’ın selâmı, yardımı ve bereketi senin ve senin gibilerin üzerine olsun.
Bizim buralarda geceleri Davut’un örsünden gelen ses misali davul sesleri var. En azından bu gelenek devam ediyor, bu da iyi değil mi? Varsın birileri eleştirsinler, benim hoşuma gidiyor ve çocukluğumdaki ramazan gecelerini hayalimde yeniden yaşıyorum. Tabi, o gecelerle birlikte annemi, babamı, kardeşlerimi, akşamdan kalan çömlekteki lahanayı, şerbetli börekleri, daha tok tutar diye pişirilen makarna ve kuskusları da hatırlıyorum. Gecenin fecir vaktine yakın saatlerinde evlerde lambalar ışık yayar; insanlar sahura kalkıyor, Allah’ın rızıklarından bereket devşiriyorlar. Diğer taraftan akşamın yakın saatlerinde sokaklarda bir yöne, o merkeze doğru akan bir hareket var. Bu hareketliliğin içinde en hoş olanı da dedeler ve çocuklar. Cami yolları bazı gecelerde ay şavkı ile aydınlanıyor, ayın olmadığı gecelerde de karanlık oluyor. Dedelerin bir ellerinde baston ötekisinde içinde gazyağlı kandil bulunan camlı fenerler; yollarını görmeye çalışıyorlar. Bazı kimselerde de o günlerde çokça ve herkeste olmayan pilli el fenerleri bulunuyordu. Bu pilli fenerlilerin diğerlerinin yanından geçmeleri biraz forslu oluyordu; hani “bende var sende yok” anlamında!
Su, Allah’ın bütün canlılara ikram ettiği çok mübarek bir rızıktır, zeytin, hurma, kiraz, erik, elma, armut da öyle. Bir de çay var; Anadolu’da, Pakistan’da, Afganistan’da, İran’da ve daha birçok doğu ülkelerinde insanların en çok içtiği muhabbetler ortağı içecek. Bu rızıklar her zaman güzel ve lezzetlidir. Ama oruç günlerinde daha bir başka lezzet ve cazibe taşıyorlar. Sevgili arkadaşım, bu noktada oruç ile ilgili birkaç söz söylemek istiyorum. Başka bir deyişle orucun onu tutan üzerindeki etkilerinden hissettiğim bazılarını Sezai Karakoç’tan da esinlenerek seninle paylaşmak istiyorum. Oruç, zamanla kirlenen insanı temizleyen bir yıkanma olayı, çok özel bir arınmadır. Oruç, ruhu diriltir. Evet, oruç hep ruhu diriltmeğe çalışır. Oruç, salât ve Kur’an kuvvetleriyle de donanmış olarak insan ruhunu yeniden onarmağa girişince, düşünme yollarımızda tıkanmış geçitler açılır, hayallerimize karışan putlaştırıcı etkiler ve eğilimler kaybolur.
Oruç, ruh ve vücudun her türlü günah, çirkin düşünce ve eylemden arınmasında çok büyük katkısı bulunan bir inanç donanımıdır. Elbette orucun fert ve toplum üzerinde daha birçok etkileri var, bunu senin de bildiğini düşünüyorum. Sevgili kardeşim, mübarek ramazan ayına erişmek ve oruç günlerini diri, verimli ve bilinç yüklü yaşamak bize mutluluk veriyor. Mektubumun amaçlı ve mesajlı yanını güçlendirmek için tam bu noktada sizinle üç konuda görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Birincisi; “sahur vakti”, bu mesele üzerinde çok konuşulup yazılmış/yazılıyor. Bakara Suresi 187’nci ayetteki “… beyaz iplikten siyah ipliğin ayrıldığı Fecir vaktine kadar yiyin, için … ”, ifadesi çok açık; bir de Nur Suresi 58’nci ayette “ salâti el-fecr/ sabah namazı” ifadesi var, bu da çok açık ve nettir. Demek ki; Ramazan ayının başlangıcından bir önceki gün Sabah Namazını kıldığımız saate kadar yiyip içebiliriz. Bu vaktin aydınlığı akşam güneşi indikten az sonraki aydınlık gibidir. Yani imsak vakti ile iftar vakti aydınlığı yaklaşık olarak aynıdır. Buna göre imsak ve iftar yapılmalıdır…
İkincisi; Bakara Suresindeki 183’ncü ayette geçen “tettekuun” kavramı ile ilgilidir, ittika, takva, muttaki kelimeleri de aynı kökten gelir (vky). “Tettekuun”: ittika ediniz, korununuz, Allah bilinci içinde olunuz anlamlarına gelmektedir. Korunmak; yaşanacak olumsuz bir olaydan önce tedbir almak, yani koruyucu hekimlik gibi bir uygulamadır. Demek ki orucun, hem zihinsel(manevi) hem bedensel(fiziki) yapının korunmasına katkı yapma özelliği var. Bu noktada önemli olan; Ramazan ayında öğrendiğimiz ve uyguladığımız koruyucu hekimlik örneğini, ilke ve tarz olarak bütün hayatımız boyunca sürdürmeliyiz; ruhsal ve bedensel sağlığımız için, bunu kim istemez!
Üçüncüsü; Kur’an’da kendisinden söz edilen Kadir Gecesi ile ilgilidir. Bu gece hakkında yerleşik kültür ve algı sorgulanmalı diye düşünüyorum. En açık ve kestirmeden söylersek; bu gece sanki bir günah çıkartma anı gibi değerlendiriliyor. Müslümanlıkta günah çıkartma zamanı ve mekânı yoktur. Çünkü Müslüman her an Allah ile beraberdir ve Allah ona şah damarından daha yakındır. Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde olan muttaki bir Müslüman, bir günah işlediğinde, hiçbir zaman, mekân ve insan beklemeden bulunduğu yerde Rabbine tevbe eder. Surenin meali şöyledir: “Muhakkak biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu dirayetli olarak sana ne bildirdi? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve ruh Rablerinin izni ile bütün işler için onda iner de inerler. O gece, tan yeri ağarıncaya kadar güven, barış ve esenliktir!” (Kadir, 97/1-5).
O geceden medet umarak ya da onu vesile kılıp çeşitli beklentilere girmek ve umutlara kapılmak yerine, kendi kadirli gecemizi düşünsek, böyle bir gecemizin olup olmadığını araştırsak daha yerinde ve akıllıca bir hareket olmaz mı? Ne zamandır, hangi andır bin aydan daha hayırlı olan gecemiz? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Bize Kur’an indi mi? Ne zaman, hangi tarih, gün ve saatte ya da anda başladı inmeye? Bizim “Kalu belâ” diyeceğimiz/diyebileceğimiz ya da dediğimiz Kur’an’ı kabul saatimiz, onunla tanışıp onu benimseme vaktimiz/gecemiz var mı? Ömründe bir defa Kur’an ne diyor diye onu anlamıyla okumayan birinin, hele bir de sürdüğü onca ömrü boyunca başka birçok şeyi öğrendiği halde Kur’an’ı yüzünden bile okumayı öğrenmeyenin, onun hürmetine tarihsel bir geceyi vesile kılıp Allah’tan bir şeyler dilemeye kalkması yüzsüzlük değil midir? Bu noktada bin ayın yaklaşık 83 yıl ettiğini ve ortalama olarak çok yaşayan insanların da 85 yıl civarında yaşadığını belirtmek anlamlı olabilir. Çünkü burada şöyle bir mesajın olduğunu söyleyebiliriz: kişi için; Kur’an’ la tanışıp onun bilgisiyle Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde geçirilmeyen bir ömürden, daha hayırlıdır; kadirli ve kıymetlidir, Kur’an’ ı benimseyip Allah’a inanılan an, gece, gündüz, her ne zaman ise işte o vakit… Başka bir ifade ile kişinin “Kalu belâ” deyip “Müslüman oldum” dediği an, imansız, Kur’an’ sız ve Allah’ sız geçirilen bir ömürden daha hayırlıdır. En doğrusunu Allah bilir. Bu konuları ve daha başka şeyleri yüz yüze konuşmak için buluşup görüşmek umuduyla hoşça kal, kardeşim. Oruçlarımızın, Allah’a karşı sorumluluk bilincimizin artmasına katkı sağlamasını ve bütün gecelerimizin kadir-kıymetle dolu geçmesini diliyorum. Koruyucu hekimimiz oruç, mağdur ve mazlumlar için bir destek ve şifa kaynağı olur inşallah!
Arkadaş Kardeşin