İnsanlığın en büyük düşmanı etik değerlerle kaynaşmamış ahlaksız bir özgürlüktür. Etik değerlerden koparılmış, soyut ya da bencil bir özgürlük, insanlığı kendisi olmaktan çıkarır ve onu yerden yere vurup paramparça eder. Özgürlüklerin her biri ayrı değerdeki kum ve çakıl taneleri ise, onları birleştirip bir arada tutan ve sağlamlaştıran çimento da tarihsel bilinçten süzülüp gelen etik değerlerdir.
İnsanla, toplum arasındaki özgürlükçü ilişkinin değişken, dinamik bir doğası/varoluş biçimi vardır. Çünkü bu doğal döngüsel ilişkiyi; yapaylaştıran, kurgulayan, olumlu veya olumsuz şu ya da bu oranda etkileyen, farklılaştıran dayatan ve saptıran, eğrilten ve doğrultan birçok karmaşık unsur vardır.
Birey/insan ile evren/doğa arasındaki ilişkinin varoluşsal köklerindeki özgürlükçü maya araştırıldıkça, insanı hayrete düşüren merak daha da artar. Öyle ki bireyden topluma, toplumdan doğa ve evrene; evren/doğadan topluma ve insana ulaşan sarmal döngü, evrenden bireye tekrar nasıl dönüp, döngüsünü tamamlamaktadır? Bu döngüsel/sarmal ilişkilerdeki amaçlar ve araçlar nelerdir ve tarih boyunca nasıl kurgulanmıştır?
Birey ve toplum arasında uzlaşmaz bir karşıtlık ve derin bir çelişki oluşturulması, tarih boyunca bütün acı dolu sorunların kaynağıdır. Toplumun ayrışarak bireyi baskılaması, toplumsal bütünleşme/dayanışma ve paylaşımın yitirilmesi, bireyin toplumdan uzaklaşıp kaçmak istemesi gibi sorunların oluşması; ilk doğal, barışçıl toplumun parçalanıp, kastlara ve katmanlara bölünmesiyle başlamıştır.
Ahlaki/vicdani değerlerle sarmalanmış canlı, dinamik bir akla sahip olan ilk doğal toplumlarda, bireyin ihtiyaçlarıyla toplumun ihtiyaçlarını, kusursuz ve mükemmel bir şekilde uzlaştırmak mümkün olmuştur. Çünkü bireyin, mutlak bireysel özgürlük ihtiyacı ile toplumun, toplumsal adalet ihtiyacı ortak bir yerde çakışmıştır. Sorun, ahlaki boyutun ekonomiden hayal dünyasına kadar, bireyden topluma, toplumdan bireye, karşılıklı olarak ortaklaştırılması gereken bütün doğal ihtiyaçların uzlaştırılmamasıdır. İnsanın ve toplumun doğal beklentilerinin karşılanmaması ve gelecek güvencelerinin kırılganlığının sürekliliği, toplumsal bunalımın ve incinmenin esas nedenidir.
Öldürmek ve çalmak, yalan ve riya toplumsal bir ihtiyaç değildir. Bireylerin içinden çıkarcı/bencil bir azınlığın kendi varoluş çizgilerini, tarihsel bir zorunluluk kılması ve topluma; onuru değil çürümeyi dayatması, derin bir ahlaksızlığın ve haydutluğun kaynağıdır. Kendini seçilmiş bir azınlık olarak kabul eden ve ettiren bu zorbalar, toplumsal yaşamdaki anlam bütünlüğünü ve anlam sağlığını yok eden ve toplumun bir anlam incinmesi/yarılması yaşamasına neden olan en önemli unsurlardır. Ayrıca insanların, özgürlükle olan ilişkilerini sorgulamaktan gittikçe uzaklaştırılmaları ve mevcut durumu olduğu gibi kabullenmeleri için koşullandırılmaları, iktidarların her zaman en temel hedefi olmuştur. Vicdani, insani ve tarihi özgürleşmenin, bin bir yolla sınırlandırılması ve bireylerin buna rıza göstermeleri için kurgulanan ikna mekanizmalarının sürekli geliştirilmesi süreci, acımasızca sürdürülen tabular, yasaklar ve baskıların derinleştirildiği süreçle at başı gitmiştir. Dolayısıyla toplumdaki bilinç yarılmaları ve sürekli kanayan yaralar kapanmamış aksine daha da artmıştır.
Hiçbir insan, yaşam sürecinde basit bir araç ve nesne olmak istemez. Her insanın yaşamı bir amaçtır. İnsan, yaşama amacıyla bağlıdır. Toplumsal yaşamın farklılaşan, çok yönlü işleyişi ise insanın kendini sınırsız geliştirerek daha iyi ve mükemmel olabilmesine yönelik bir araçtır. Araç olan insan değil, toplumdur. Toplum, asıl hedef olan bireyin/insanın gelişimi ve özgürleşmesinin üzerinde, tahakkümcü/belirleyici daraltıcı, dogmatik bir içerikle bireyi sıkıştırıp ona hâkim olmamalıdır. Bireye zor ve hile ile ne kadar egemen olursa, bireyin yaşamında o kadar derin bir kırılma, yarılma, güvensizlik ve bunalım başlatır.
Toplumsallaşmanın tarihsel başlangıcında gönüllü hiyerarşiye dayanan doğal/organik/canlı toplum vardır. Daha sonra zora dayalı hiyerarşinin, sınıfları ve devleti doğurduğu, iki farklı dönemi, doğal toplumla hiyerarşik/devletçi toplumu birbirine bağlayan ara halka dönemi/geçiş dönemi başlamıştır. Toplumsallaşmanın ikinci aşaması, uzlaşmaz sınıflara bölünmüş hiyerarşik/devletçi toplumsallaşma aşamasıdır. En son aşama ise, doğaya ve kendine yabancılaşmanın bütünüyle yok edilebildiği ve tüm insanlığın özgürlük ve adaletinin korunabildiği, Barış ve Hakikat Toplumu aşaması olacaktır. ( Darüsselam Toplumu )
İktidarlaşmaya karşı direniş yolunun ana kurtuluş/ana çıkış yolu olduğu açıktır. Direnişin ilk tarihsel başlangıcında, insanlığın öncelikle anti-hiyerarşik özgürlükçü bir bilinçle tutum aldığı ve öncelikle gönüllü hiyerarşinin toplumsal hafızadaki köklerini savunmak için direndiği unutulmamalıdır. Anti-hiyerarşik özgürlük bilincinin tarihsel kökleriyle buluşarak, toplumda yeniden, daha güçlü, daha dayanıklı filizlenmesi sağlanmalıdır. Direnişçi ana yolun, daha sonra çatallanan farklılaşmalarla ayrışıp devam etmesi de doğal karşılanmalıdır.
Bireyin özgürlük alanı, toplumun sanal özgürlük alanı tarafından sınırlanıp daraltıldıkça, birey özgürlükleri, kurgusal/sanal toplumsal özgürlüklere mahkûm edildikçe bunalım derinleşir. Birey ve toplum için var olan sınırları sürekli olarak ortak iyilikten/ortak adaletten yana geliştirebilecek ve ortak iyilik ve adaleti, kısmen “mutlak” kılabilecek olan sadece özgürlüktür. Özgürlüğe kısmi sınırlar getirilmesinin tek nedeni, toplum halinde ortaklaşa yaşayabilmeyi mümkün kılabilmek içindir. Bu kısmi ve haklı sınırlar, toplumun ortak iyiliği için gereklidir. Ortak vicdan ve ahlak yani erdem, “mutlak” bireysel özgürlüğün, en ihtiyatlı biçimde kullanılmasıdır. İnsanlar birbirlerine karşı kusurları gittikçe azalan bir saygı inşa edebilmek ve bu saygıyı, içten gelen kendi iç dinamikleriyle hissedebilmek için, iç dünyalarında gönüllü bir denetim geliştirebilirler. Bu sayededir ki, hem kendilerini erdemli ve özgür kılarlar hem de yaşadıkları toplumu güvenli kılarlar.
İnsanın özgürleşmesi süreci, insanın kendini toplum bütününden kısmen ayırabilmesi, bazen toplumun dışına çıkıp kendini dinleyebilmesi, kendisiyle baş başa kalarak, kendini tanıma ve kendi bilgi ve bilincine sahip olabilmesi sayesinde devam eder. Kendisi olabilen insan, giderek özgürleşir. Kendi kararlarını kendisi verebilir. Kendi ölçütlerini, doğrularını kendisi belirleyip, bu ölçütlere önce kendisi uyarak, toplumda geçici de olsa yeni bir “denge ve uyum” unsuru, bir ışık, yeni bir yönelim, çıkış ve dinamik haline gelebilir. Toplumun özgürleşmesi, bireylerin kendi renklerini, melodilerini, düşünlerini, yaratıcı düşlerini, faklı katkılarını topluma güvenle sunabilmesi sayesinde mümkün olur. Bireylerin çok renkliliği, mozaikten öte geçerek, ebrulaşan toplumun muazzam zenginliği sayılmalıdır.
Bilimsel çalışmalarla maddi yaşam olanaklarını geliştirip kalkındığı kadar; bireysel özgürlüklerini de diğer insanların özgürlüklerine zarar vermekten sakınarak kullanan ve ahlaki/moral değerlerini sınırsızca geliştiren insanlardan oluşan bir toplum, gerçek manada uygar ve erdemli bir toplumdur.
Dayanışma, adalet, eşitlik, özgürlük içinde yaşayan, şiddetten uzak ve erdemli olmak gibi temel ahlaki/vicdani ve akli kavramların ekseninde biçimlenen toplum, daha özgür yaşamayı öğrenmiş bir toplumdur. Ancak hayatlarımıza bin bir şekilde müdahale eden tahakkümcü/hiyerarşik devlet, bizim adımıza birçok kararlar alır ve bu kararları sözde bizim adımıza uygulamaya koyar. Bizleri tüketiciliğin ve rekabetin etkisi altına sokar. Böylece yaşama ve topluma eleştirel bakışımızı ve özerkliğimizi yitirmemize yol açar. İnsanların, kişisel, bölgesel ve toplumsal çatışmaların çözümüne ilişkin devletçi hiyerarşinin zorlaması/baskısı olmadan ortaklaşa olarak karar verebilme hakları vardır. Yaşamın nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda birlikte yaşayan insanlar, birlikte karar verebilir. İşte tam burada özgürlükler sorununa bakış devreye girer.
Aslında özgürlük, sorumluluk almak ve birlikte olduğu toplulukla sorunsuz bir şekilde ortak çalışabilmek demektir. Bunun için her insanın özgürce, öncelik ve inisiyatif alarak hareket etme yeteneğinin, rahatça açığa çıkabildiği ve korunabildiği bir zihniyetin güçlenmesi; böylesi bir toplumsal iklimin yaratılması zorunludur. İnsanlara ne yapacağını söyleyen katı bir hiyerarşinin varlığına boyun eğmek, özgürlüğü alışkanlık ve erdemli bir töre gibi korumaktan daha kolay olsa da, daha ahlaksız ve bencil bir tutumdur. Size söyleneni yapmadığınız zaman yanlışlık ve korku içine düşeceğinize inandırılırsınız. Hâlbuki tam tersine yapmanız gerekenin, söylenmesini beklerseniz en büyük yanlışı yapmış olursunuz. Öyleyse özgür ve özerk olabilmek için, aklımızda ve yaşamımızda, boynumuza bir ip gibi dolanmış olan ve ilk anda göremediğimiz bu dayatmalardan, kötülük üreten alışkanlıklardan ve erdemsizliklerden kurtulmak zorundayız.
Hiyerarşik devlet; tarihe yön vermeye başladığı aşamadan beri toplumun ilerlemesi için zorunlu bir organ sayılmaktadır. Öyle ki insanlık tarihi, devletler tarihi üzerinden kabul görmektedir. Ancak zalim devletler; histerik bir koşullanmayla, maddi güçleri elde etmek uğruna özgürlükleri sınırlayan temel mekanizmalardır. Sonuçta ne kadar maddi ve bilimsel ilerleme sağlanırsa sağlansın, uygar toplumlardan oluşan bir insanlığın özgürce oluşmasını engellerler. Dolayısıyla özgürlüklerin sınırlanması en büyük adaletsizlik ve adaletsizlik de en büyük ahlaksızlık olduğundan bunların kaynağı da korunmasını sağlayan da katı hiyerarşik bir mantıkla düzenlenen adaletsiz devletleşmelerdir.
Maddiyata, özgürlükten ve sevgiden daha çok önem verilemez. Sadece ekmeğin, maddiyatın adaletli bölüştürülmesi de yetmez. Bireyler arasında sevgi ve özgürlüklere saygının ruhu ve bunlara uygun bir doğa, iklim geliştirilmiyorsa ve bu kanallar sonuna kadar açık değilse, uygar ve etik bir toplum oluşturulamaz. Maddi gelişmeler yaşamda sadece ve sadece birer araçtır. Araçlarda ilerleme sağlayan ama esas amaç olarak toplumsal/bireysel adaleti ve toplumsal/bireysel ahlakı ilerletemeyen insan ya da toplumlar asla uygar sayılamazlar.
Öte yandan bir toplumun içinden çıkarak, kendini o topluma dayatan ve kendini ‘evrensel özgürlüğün önderi’ olarak kabul ettiren bir insanın; kendi görüşlerini nihai, yegâne ve tartışılmaz görüşlermiş gibi kabul ettirmesi ve bütün insanlığın bu “evrensel kanunlara” tabi olmasını savunması, açıkça dar-grupçu, zümreci, totaliter bir zorbalık sayılmalıdır.
Öte yandan bireyle/insanla toplum arasında, kadim çağlardan akıp gelen karşılıklı ve çok yönlü, temel bir sözleşme geleneği vardır. İnsan, yaşamı boyunca mutlak özgürlüğü, gittikçe mükemmelleşen bir uyumu ve sağlıklı bir dengeyi arar. Ahlaki, etik, moral değerlerle, maddi değerlerin bir uyum ve denge içinde olması insanın özgürlüğünü sınırsız kılar. İnsan yaşamı boyunca evrende/doğada süregiden mükemmellikle adaletli bir uyum ve denge kurmaya çalışır. İslam inancında, ötekileştirmeyi engelleyen bir bakışın hâkim olduğu toplumsal sözleşme pratiği; danışma ve şura ile sağlanırdı ve toplumdaki her insanın fikirlerini özgürce sunacağı ve tartışacağı platformlar her zaman koruma altında tutulurdu. Başlangıçtaki şura ve danışma ilkesini yitiren, ilk İslam toplumları otoriterleşerek, çürümeye mahkûm olmuşlardır.
Hayatın devinimi durmaz. “Değişen ne var ki?” Dediğinizde bile hayat, belirli bir değişim çizgisinde hareket etmektedir. Öte yandan tarihsel ve toplumsal süreç, asla kendini tekrar etmez. Hayat, kendiliğindenciliğini, farklı olasılıklara, şanslara açılabilme kanallarını yitirmeden ama özünde kusursuzluğa doğru bir akış içindedir.
Ve hayat, istesek de istemesek de sürekli kendi biçimini, mükemmelliğe daha yatkın hale getirmek ve geliştirmek yolundadır. Çünkü toplumsal yaşamın bağrında hiç tükenmeyen özgürlük arzusu, eşsiz cazibesiyle insanları/ yaşamları, daha iyiye ve güzele doğru sürükleyen ılık bir rüzgâr gibidir.