On yedinci yazı…
Her olgu ve olayın, ‘kahramanlar, hainler ve mucizeler’ sarmalı dışına çıkıp anlaşılması gerekiyor. 1920’ler Türkiye’sinde ‘laiklik’ düşünmek, doğrusu hayli devrimci bir tavırdı, fakat ülkeyi 1920’lere taşıyan koşullar, insanlar ve bir düşünce hayatı da söz konusuydu. O gün bugündür, ne tek bir din yorumu, ne tek bir dindar tipi, ne de tek bir laiklik savunusu var oldu. Ancak Osmanlı’dan bugüne bir şey hep vardı, belirleyiciydi ve bugün de canlılığını olduğu gibi koruyor: Yönetici ve okumuşların ‘devlet bekası’ kaygısı.
Önce ‘Sünni’ devletin, Balkan Savaşları ardından ‘Sünni-Türk’ ideolojik temelinde yükselen yeni devletin bekası. Daha sonra da (anayasalarımızda etnik köken tartışmaları bağlamında) değineceğim, Barış Ünlü’nün ‘Türklük Sözleşmesi’ (Dipnot, 2018) çalışması ezeli ebedi bir beka ‘ideolojisi’ ile hareket eden Osmanlı-Türk devlet geleneğinin Sünni-Türk kökenini ve bu kökenin oluşumu ile yaygın toplumsal kabulü, gayet güzel anlatıyor.
Düşünce yaşamına da aynı kaygı, ‘devlet bekası’ yön vermiştir ve halen veriyor. Dünya ekonomisiyle/kapitalizmle eklemlenmeyi hedefleyen Osmanlı-Türk modernleşmesinin başladığı (ya da çok hızlandığı!) 19. yüzyılla birlikte, Tanzimatçı, Yeni Osmanlıcı ve İttihat ve Terakki mensubu okumuşların, bürokratların derdi tasası ‘devletin belini doğrultmak’ oldu.
Geçtiğimiz bir küsur asır boyunca ‘din’ olgusu da, hedefe ‘uygun’ yorumlandı. Dinin yozlaştırıldığını iddia eden Osmanlı münevveri, sürekli olarak ‘gerçek İslam’dan, yani batılılaşma çabası ile çelişmeyen, ‘hurafelerden arınmış’ din düşüncesinden dem vuruyordu. Onlara göre, İslam’ın özünde zaten meşveret (danışma-tartışma) ve biat (sözleşme) vardı ve böyle yorumlanan İslam’ın ‘Batılı’ kavramların anlaşılıp kabul edilmesindeki işlevselliği gerekliydi. Hatta, örneğin Celal Nuri (İleri), kitabında (Tarih-i İstikbal) İslami ilkelerin zaten ‘doğa yasalarının’ kabulünü gerektirdiğini anlatıyor ki o ‘doğa yasalarının’ keşfi, Batı’da ‘Aydınlanma’ düşüncesinin, yani Batı düşüncesinin Hıristiyan skolastiğinden arınmasının en etkili aracı oldu.
Batılılaşma sürecinde, Namık Kemal, Ali Suavi, sonrasında Mizancı Murat gibi daha dindar/muhafazakâr insanlar olduğu gibi, Ahmet Rıza ve Abdullah Cevdet gibi çok daha Batıcı/pozitivist olanlar da var. Ancak, örneğin en Batılı Abdullah Cevdet dahi ikna için İslam’a başvurmak zorunda hissetmişti! Mesele bu. Tabii sürekli biçimde İslam’a vurgu yapılan bu dönemde, nüfusun azımsanamayacak bir kısmının gayrimüslim tebaadan oluştuğunu ve çoğu ‘yorumda’ bunun ‘unutulduğunu’ hatırda tutmakta yarar var.
Adı geçen ‘gerçek İslam’ idealine, 1910’lardan itibaren ‘keşfedilen Türklük’ eklenirken, Cumhuriyet’in ve Cumhuriyet anayasacılığının üzerine inşa edileceği ‘etnik-dini’ kökenin temeli de o yıllarda atılmış oluyordu.
Gerek geleceğe miras kalacak köken arayışı, gerekse yeni devleti kuracak olanların düşünsel birikimini oluşturması bakımından çok önemli bir tarih, herhalde ‘burjuva karakterli’ 1908 II. Meşrutiyet’tir.
İttihatçılık, Makedonya’da kurulan (ve daha çok devrimci askerlerden oluşan) ‘Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ ile birleştikten ve o kadroların hâkimiyetine girdikten sonra köktenci şekilde dönüştü tabii ve dönüşümün meyvesi acı oldu. Ancak şu aşamada bizleri ilgilendiren II. Meşrutiyet’in laikleşme bakımından önemi.
Burada önereceğim kitap klasikleşmiş bir eser: Tarık Zafer Tunaya’nın ‘İslâmcılık Akımı’. (Bilgi Üniversitesi, 2003). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslâmcılık düşüncesinin, hem kendi içindeki hem de Batılı düşünceyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu anlatıyor Tunaya.
II. Meşrutiyet’e varan yıllarda, İslâmcılar, Garpçılar, İslamcı-Türkçüler ve Garpçı-İslâmcılar arasında hararetli polemikler var. Tümü, Osmanlı’nın geri kalmışlığının farkında ve ‘Batı’nın teknolojisinin’ mutlaka alınması gerektiğini savunuyor. Sorun, ‘kültür’ ve ‘kurumlar’ konularında çıkıyor. Özellikle İslamcılar için Batı, manevi olarak geri kalmış, ahlak düşkünlüğü ve zulümden mustarip bir medeniyet. İslam toplumları ise pek çok açıdan üstün ve Batı’nın yalnızca tekniğine muhtaç. Diğer konuların ‘taklit’ edilmesi ancak felaket getirir.
Muhtemelen çok tanıdık geldi bu düşünceler! ‘Batı’ dendiğinde başta ‘Hıristiyanlık’ ve ‘ahlak düşkünlüğü’ olmak üzere diğer ‘nahoş’ niteliklerin, günümüz İslamcılarının terminolojisindeki ağırlığını da görünce, düşünce akımlarının geleceğe nasıl güçlü etkiler bırakabildiğini fark ediyoruz. Tam burada, geçen haftaki yazıda andığım Taner Timur’un ‘Osmanlı Kimliği’ kitabındaki bir saptamasını hatırlayalım: Türkçü-İslamcıların Batı düşüncesini ‘evrensel’, yani herkese/kendilerine de ait düşüncenin parçası kabul edemediğini ve bunun komplekse neden olduğu kanısını…
Burada hepsini tek tek anmak mümkün olmadığı için, laikleşmenin seyri açısından asıl önemli gördüğüm akımların altını bir kez daha çizmek istiyorum. ‘İslamcı-Garpçılığın’ ve birbiriyle hiç bağdaşmaz görünen (çünkü İslâmi düşünce kavmiyetçiliği kabul etmez!) iki akımı birleştiren ‘İslamcı-Türkçülerin’ mirası, Türkiye laikleşmesi ve günümüz muhafazakârlığı bakımından diğerlerine göre daha inşa edici bir rol oynamış gibi.
Tarık Zafer Tunaya, İslamcı-Garpçılık düşüncesine örnek olarak M. Şemseddin’in ‘Zulmetten Sonra’ adlı eserinden örnek verir. M. Şemseddin, 1934’te ‘Günaltay’ soyadını alır ve çok partili yaşama geçmeden önceki yıl CHP’nin son başbakanıdır. Günaltay’ın 1949-50 arasında CHP’nin katı laiklik anlayışını yumuşatan (ya da bir başka bakışla İslamcılığa ödün veren!) bazı uygulamaların mimarı olması, rastlantı değil demek ki!
Tunaya, M. Şemseddin ve Kılıçzade Hakkı gibi yazarların eserlerinden hareketle Garpçı-İslamcı programı özetlemiş: “Asabiyet-i milliyeyi (milli enerjiyi) uyandıralım. Sanayi-i dahiliyeyi ihya edelim. Ticaret evleri açalım. Avrupa’yı ancak ilim ve fende takip edelim. Sanat ve ticaret, usûl-ı ticarette taklit edelim.”
Birbiriyle bağdaşmaz görünen akımları ortaklaştıran İslamcı-Türkçüler ise ‘milliyetin’ İslâmiyete aykırı olmadığını savunuyordu. Tarık Zafer Tunaya, kitabında, Şeyh Muhsini Fâni, Mehmed Akif, Ömer Rıza gibi isimlere atıf yapıyor. İslamcı-Türkçüler, yaşanan çağın engel olunamaz bir ‘milliyetler asrı’ olduğunu, buna karşı çıkılamayacağını savunuyor.
Peki bu durumda ‘İslâm birliği’ nasıl kurulacak, Kuran’ın emri olan ‘uhuvvete’ (kardeşlik) dayanan ‘cemaate’ nasıl ulaşılacak? Yanıt şöyle (Tunaya): “Öyleyse yapılacak iş, milliyetlerden mürekkep bir çeşit federasyon, bir ‘Aile-i İslâmiye’ (İslâm Ailesi), bir İtihad-ı İslâm (İslâm Birliği) kurmaktır.”
Onlara göre tüm Müslüman milletlerin ‘Türk milletiyle’ birleşmesinde ‘menfaatleri’ vardı. İttihad-ı İslâm, cemaat halinde ancak böyle yaşanabilirdi. Örneğin Ubeydullah Efganî’ye göre, Arap kavmine duyulan hayranlık, yerini Türklere bırakmalıydı; Türkler şanları ve yücelikleriyle Arapları da Hıristiyan istilasının şerrinden kurtarmıştı. Afganî’nin görüşünü Tunaya’dan aktararak: “Her şeyin maddi kuvvete bağlı olduğu bir devirde, İttihad-ı İslâm manevi kuvvetle kurulamaz. Realist bir sonuca varalım: Türkler bir millet halinde birleşmelidir. Türkçülük ‘Farz-ı ayındır’ (her Müslüman’ın kayıtsız şartsız yerine getireceği ödevdir.)”
Yukarıda ‘milat’ olarak tanımladığım 1908 devrimine gelelim.
II. Abdülhamit Makedonya’da patlak veren isyanı bastıramayınca, tam ’30 yıldır’ toplama gereği duymadığı (!) parlamentoyu, 23 Temmuz 1908’de toplantıya çağırdı ve II. Meşrutiyet devri böylece başladı. Bu ilan, ilana giden yıllarda meşrutiyet yanlısı münevverin ‘anayasa’ hevesi ve düşünce yaşamına yaptıkları özgürlükçü katkılar, laikleşme aşamasında başlı başına önemli adımlar.
1908’in ‘burjuva karaktere’ sahip bir hareket olduğunun altını çizme gereği duydum. Burada, laikleşme bakımından kritik kavşaklardan olan II. Meşrutiyet’e, söz konusu ‘karakteri’ hangi tabakanın kazandırdığının, laik Cumhuriyet tarihinin seyri bakımından önemli olduğu kanısındayım. Bu çerçevede önereceğim bir başka kitap, Korkut Boratav’ın ‘Türkiye İktisat Tarihi’ (Gerçek Yayınevi, 1988) adlı eseri.
Korkut Hoca, çalışmasının başında, 1908-1922 yılları arasını ‘Devrim ve Savaş Yılları’ başlığı altında inceler. Osmanlı’nın bu devri için şu tanımı yapar: “…bu yıllara iktisadi bir perspektifle bakacak olursak, dönemi, ‘eksik kalmış bir burjuva demokratik devrimi’ veya ‘ulusal bir kapitalizm doğrultusunda atılan ilk ve çekingen adımlar’ ifadeleriyle nitelendirmek uygun olacaktır.”
Hoca, birkaç sayfa sonra Türk burjuvazisinin cılızlığına değinip ardından şöyle devam ediyor: “Bir Osmanlı burjuvazisi şüphesiz ki vardı; ancak bu sınıfın üç belirgin niteliği, sanayide değil ticarette… gelişmiş olması, buna bağlı olarak komprador bir özellik taşıması ve büyük ölçüde gayrimüslim (Rum, Yahudi, Levanten, Ermeni) unsurlardan oluşması idi. Bu özellikleri taşıyan bir sınıfın, ulusal nitelikli bir burjuva devrimini sürüklemesi elbette beklenemezdi. Buna karşılık iç ticarette küçük ve orta sermayeli (dolayısıyla esnaf özellikleri ağır basan) Türk ve Müslüman burjuvazi zayıf, dağınık, örgütsüz ve büyük ölçüde birincilere bağımlı durumda idi. Bu durumda, eğer gerçekleşecekse, burjuva devriminin burjuva dışındaki sosyal gruplarca yapılması zorunlu oluyordu. Türkiye koşullarında bu tarihi misyonu küçük burjuva aydınları üstlenecektir.”
Bu satırlar, bana kalırsa Osmanlı-Türk laikleşmesi konusunda da bir şeyler söylüyor. Eksik de olsa (1920’lerde tamamlanmaya çalışılacak) ‘burjuva devriminin’ sahiplenicisinin ‘küçük burjuva aydınları’ oluşu ve 1915 Ermeni Tehciri ile başlayarak Cumhuriyet tarihi boyunca ‘yok edilen’ gayrimüslimler (Osmanlı burjuvazisi).
‘Laik’ Cumhuriyet’in Sünni-Türklük üzerine inşa edilip Müslüman-Türk burjuvazi yaratma çaba ve telaşı içinde Türkiye’ye özgü bir ‘laiklik’ icat etmesinin önemli bir nedeni de, gayrimüslim nüfusun ortadan kaldırılması olmalı. Memleket tarihine ilişkin, laikleşme dahil, herhangi bir çözümlemenin ‘yok edilen’ insanlar göz önünde bulundurulmadan yapılamayacağını düşünüyorum.
II. Meşrutiyet’in ilanının ardından;
1909 anayasa değişiklikleri sultanın gücünü azaltırken parlamentoyu güçlendirmiş, ilk kez parlamenter sistemin ana ilkesi (hükümetin meclise sorumluluğu) kabul edilmişti. Meclisin, ‘halife hükümdar’ karşısında güçlenmesi, iktidarın gökyüzünden yeryüzüne indirilmesi sürecinde bir adım olarak da görülmeli.
Özellikle 1913’ten sonraki İT despotluğuna rağmen, II. Meşrutiyet ‘kabuğun kırıldığı’ yıllardır. İlk sol partiler, yaygın grevler (Donald Quartet’in ‘Osmanlı Devleti’nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Direniş, 1881-1908’ kitabını öneririm. İletişim, çeviren Sabri Tekay, 2017), 1908-12-14’te zar zor da olsa üç kez seçim yapılabilmiş olması, 1909’da bir hükümetin (Kamil Paşa) güvensizlik oyuyla düşürülmesi, ilk kez güçlü bir muhalefet partisinin İT karşısına çıkışı (Hürriyet ve İtilaf) vs. önemli gelişmeler.
Laikleşme bakımından çok önemli bir gelişme ise hiç kuşkusuz, özellikle ‘kadın haklarının’ yayın yoluyla cesaretle savunulmaya başlaması olmuştur.
Fakat 1909 değişiklikleriyle bir de, devletin şer’i niteliği günlendirilmiş ve tutuklama ve cezalandırmada ‘yasa’ dışında ‘Şeriat’a da dayanılabileceği hükme bağlanmıştı. Bu, hem İttihatçıların Alman dostluğuna uygun, hem de dağılan devletin Müslüman unsurlarını bir arada tutabilmek için düşünülmüş bir hamle olsa gerek. İslamcılara göre Şeriat, tüm hukuk kuralları ve anayasadan üstündü, anayasa koyucuyu da bağlıyordu.
Tarık Zafer Tunaya, 31 Mart 1325’e (1909) ilerledikçe İlmiye’nin, Şer’i hükümlerin ağırlığı konusunda Mebusan Meclisi üzerinde baskı yaptığını, İslamcıların icra organının kadınların örtünmesini sağlamakla mükellef olduğu yönünde ısrar ettiğini belirtiyor. Ayrıca II. Meşrutiyet’in sosyal hayatını en çok meşgul etmiş konulardan birinin de ‘çok kadınla evlenme’ (Taaddüd-i Zevcat) konusu olduğu unutulmamalı. İslamcılar hararetle savunurken, Türkçüler bunun ahkâm-ı şer’iyeden olmadığını savunuyordu.
Görüldüğü gibi, laikleşme sürecinde sürekli bir mücadele söz konusu. İslamcılar baskı yapmaya çalışırken, karşısında Türkçüleri ve ciddi bir değişim çabasını buluyor. Evet yukarıdaki konularda ısrar ediyorlar, ancak bu şer’i hevesler; örneğin Ekim 1917’de birden çok evliliğe sınırlama getirmeyi hedefleyen ‘Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin kabul edilmesini engellemiyor. Ya da şeriat mahkemelerinin Adliye Nezareti’nin denetimi altına sokulmasını, Şeyhülislamlıkla ile Adliye Nezareti arasında bir görev paylaşımı yapılmasını, camiler ve mescitlerin yeniden düzenlenmesini, tarikatları denetlemek üzere bir denetim kurumu (Meclis-i Meşayih) oluşturulmasını…
Burada, Türkçü-İslamcı tezler bakımından önemli iki ismi özellikle anmak gerekiyor: Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura.
Türk milliyetçiliğinin büyük ideoloğu Ziya Gökalp de, ilerleme için zihniyette bir dönüşüm olması gerektiğini düşünenlerdendi. Daha sonra Türkçülük konusunda yeniden değineceğim ve gerek kurucu anayasacılık sürecinde, gerekse Sünni-Türk kimliğin oluşumunda yeri olan Gökalp’in, din üzerine düşünceleri önemli. Anayasacılıkta laikleşmeyi, din ve etnik köken konusunu merak edenlerin Ziya Gökalp’in iki temel çalışmasını okuması iyi olur: ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ ve ‘Türkçülüğün Esasları’.
‘Hars’ (bir milletin toplumsal yaşamı) ve ‘medeniyet’ (çeşitli milletlerin oluşturduğu medeniyet dairesi) ayrımı yapan Ziya Gökalp’e göre ‘milliyet’ harsî (kültür), ‘İslamiyet’ vicdani ve toplumsal, ‘medeniyet’ (muasırlaşma) ise teknik ve bilimsel yönü ağır basan konular. Muasırlaşmak, Batılılara şeklen benzemek değil, bilgi ve teknolojilerini almaktır. Manevi öz ise batılı değerler ile yozlaştırılmamalıdır. Bu bağlamda milliyetçilik ile İslamcılığın, Batı düşüncesiyle uyum sağlayabileceğini savunuyor Gökalp.
Bülent Daver’in ‘Türkiye Cumhuriyetinde Laiklik’ (1955) adlı eserinde, Ziya Gökalp’in 1916’da Tanin’de yayınlanan yazılarına atıf var. Daver’in aktardığına göre Gökalp: “Milletimiz ne mukaddes dininden vazgeçebilir, ne de hayati asriyenin icabatı zaruriyesinden tecerrüt edebilir. Muktezai hikmet bu iki nimetten birini diğerine feda etmek değil, belki onları birbirleriyle telife çalışmaktır.”
Demek ki, ‘Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmak’ arasında uyumsuzluk bir yana, tamamlayıcılık söz konusu. İslamlaşmak ile kastı, şaşırtıcı olmayacak biçimde, ‘hurafelerden arınmış bir gerçek İslâm’. ‘Millete’ hayat verecek olan, o ‘gerçek İslâm’ın batıl inanışların yerini almasıdır. Din, ancak ‘içtimai ruhu’ sağlamlaştırmak içindir.
Yeri gelmişken Fransızca laik kelimesinin Türkçe karşılığı olarak Ziya Gökalp’in ‘lâ-dînî’ (dînî olmayan) kavramını önerdiğini, İslamcılar tarafından tepkiyle karşılaşınca ‘laik’ sözcüğünün tercih edildiğini hatırlatmakta yarar var.
Bu kapsamda, Niyazi Berkes’in ifadesiyle, Ziya Gökalp’in yanında ‘unutulan adam’ konumundaki Yusuf Akçura’nın ‘İslâm’ yorumunu da ihmal etmemek iyi olur.
Meşhur ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ (Osmanlıcılık-Panislamizm-Türkçülük) makalesinin yazarı Akçura. ‘Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce’ serisi içindeki ‘Milliyetçilik’ cildinde (4) yer alan (İletişim 2002), François Georgeon’un ‘Yusuf Akçura’ makalesini (çeviren Alev Er) okumanızı öneririm.
Georgeon’a göre Yusuf Akçura, ‘en azından Kemalist döneme dek’ İslamiyet’i dışlayan tüm reform girişimlerine karşı çıktı. Akçura’nın da tasası, dinin ‘reforma’ tabi tutulmasıdır. Ona göre reformun temelinde medreseler vardır ve İslâmiyetin ilerleme düşüncesiyle uyum sağlaması o alanda yapılacak reformlara bağlıdır.
Üç Tarz-ı Siyaset’te, Türk milliyetçiliğine dinden üstün bir yer vermiş ve ‘İslâmiyet’in bu temel ilkeye hizmet etmesi gerektiğini’ vurgulamıştır. Akçura kendisinden önceki Türk milliyetçisi yazarlardan farklı olarak (milliyetçiliğin İslâm’da yeri olduğunu kanıtlamaya çalışan) ‘ulemayı kendi alanında’ sorguladı. Dinler tarihin akışına uyum sağlamak, demek ki İslamiyet de milliyetçiliği kabullenmek zorundaydı. Hatta din, Türk milliyetçiliğinin hizmetine girmeliydi.
İslamiyet’in birlikten doğan gücünün, milliyetçiliğin hizmetine verilmesi gerektiğini savunan Akçura’nın din-milliyetçilik ilişkisine dair görüşlerinin, Kemalizm’in ‘laiklik’ anlayışı ve uygulamalarına daha yakın olduğunu düşünülebilir.
Uzayan yazıyı, dönemin çok önemli bir ‘ânıyla’, 31 Mart olayıyla bitirmek istiyorum.
Etkileri çok uzun yıllar süren bu olayın neden ve sonuçları üzerinde durmak, mümkün ve gerekli değil. İslamcılarca ‘Şeytanlar Meşrutiyeti’ olarak adlandırılan İT idaresine karşıtlıktan beslenen bir tepkinin sonucunda, dinin siyasete alet edilmesinin en bilinen ve çarpıcı örneklerinden biri. Açılış töreni büyük görkemle Ayasofya’da yapan ‘İttihad- Muhammedî Fırkası’ ve ‘Volkan’ gazetesinin şeriat savunuları bir yanda, İT’nin muhafazakâr çevreleri tahrik eden otoriterliği diğer yanda. Sonuç olarak isyan, “Şeriat isteriz” sloganıyla başladı, on bir gün sürdü ve Hareket Ordusu’nun Selanik’e yürümesi sonunda bastırıldı.
Acaba 31 Mart’ın Cumhuriyet laikleşmesini asıl etkileyen yanı, kurucular bakımından ‘geçmeyen’ bir kabus oluşu muydu? Tarık Zafer Tunaya’nın şu satırlarına bakalım:
“…Hareket Ordusu… şehre girmiştir. Türk devriminin müstakbel liderleri bu hareketin bastırılması olayında birbirlerini tanımışlardır. Peyk-i Şevket gemisi kumandanı Hüseyin Rauf Bey (Orbay) Ayastafonos (Yeşilköy) telgrafhanesinde Mahmut Şevket Paşa’nın yanına girdiği vakit, Paşa, İstanbul’a yürüyen kıta kumandanlarından Ali Fethi Bey’in (Okyar) telgrafını okuyor ve ve karşısında duran Hareket Ordusu Erkânıharbiye Reisi Mustafa Kemal Bey’e (Atatürk) bu telgrafın karşılığını yazdırıyordu. Aynı gün İsmet Bey’in (İnönü) birliği de Yıldız Sarayını kuşatmış bulunuyordu.”
Hal böyleyken bu kalkışma, laik Cumhuriyet’i kuracak kadronun zihninde büyük bir travma olmalı. İnönü 1959’daki bir söyleşide dahi (Akis, 7 Mart 1959, Umut Azak ‘Türkiye’de laiklik ve İslâm’ içinde) 31 Mart’ı bir büyük binanın yıkılmasına benzetiyor:
“İç idaremize bir vehim ve emniyetsizlik havası girmiş, bu havayı tasfiye etmek bir daha mümkün olmamıştır.”
Cumhuriyet dönemi laikleşmesi bakımından bu etmenleri hesaba katmakta yarar var…
Yazı önerisi:
Sinan Birdal’ın, Ali Yaycıoğlu’nun kitabını anlattığı yazı dizisi devam ediyor. Sonunda, Sened-i İttifak’a geldi. Son yazısını buraya bırakıyorum.
Seyretmeniz dileğiyle: İslamcıların, elbette kendilerine yaraşır biçimde üniversiteden ayrılmaya zorladıkları ilahiyatçı Mustafa Öztürk’ün, Ruşen Çakır ile söyleşisini buraya bırakıyorum. Mustafa Bey’in ‘İlahiyat’ dediğini, siz ‘akademi’ olarak dinleyin.