Kânûn-u Esâsî’nin (23 Aralık 1876) 5. maddesinde “Zat-ı Hazret-i Pâdişâhî’nin nefs-i hümayûnu[1] mukaddes ve gayri mesuldür.” denilmiştir. Bu cümleye göre sultanın şahsı kutsaldır, yani sultan dokunulmaz, eleştirilmez ve ulaşılmaz bir mevkidedir; sultan yaptığı hiçbir şeyden sorumlu değildir. Bu maddeye göre pâdişah yönetimde tüm yetkileri kullanıyor, fakat sorumluluk almıyor, suçlanamıyor, makamından indirilemiyor. İlgili maddeyi 3. ve 4. maddelerle birleştirdiğimizde sultan halîfeliği temsil eden, İslâm dînini koruyan ve tüm Osmanlı yurttaşına hükmeden biri olarak olağanüstü yetki kullanırken hiçbir icraatından sorumlu tutulmayacak, kimseye hesap vermeyecek, hiçbir hukuk tarafından yargılanmayacaktır. Bu anlayıştan ne demokrasi ne hukuk devleti ne laiklik çıkar. Olsa olsa zorbalık, keyfîlik, tek adamlık, diktatörlük çıkar. I. Meşrûtiyet Anayasası yapılırken bile geçmişten gelen sultan kutsamasının devam ettirilmesi politik oyunların dip akıntısını yansıtır.
Osmanlıda zımmîler[2]haraç ödemelerine rağmen çanlarını çalamaz, onarım isteyen tapınaklarını genelde onaramazdı. Yanan bir kilisenin yerine yenisinin yapılması için izin isteyenlere Ebu’s-Suûd Efendi “Kilise yapımı caiz değildir.” diye fetva vermiş ve Hıristiyan cemaatin talebini yok saymıştır.[3]
Osmanlıda Yahûdî ve Hıristiyanlar Müslümanlar ile aynı elbiseleri giyemez, bir Müslüman selam vermeden ilk selam veren bir Yahûdî ve Hıristiyan olamaz, Müslüman olmayan ölü biri için merhum denilemezdi. Gayr-ı Müslimlerin başlığı, palanı, bineği ve elbisesi Müslümandan farklı olmak zorunda olduğu gibi şehir içinde silah taşıyamaz ve ata binemezdi.
Osmanlıda gayr-ı Müslimkadınların hamam elbiseleri bile farklı olmak zorundaydı, evleri de Müslümanların evleriyle karıştırılmasın diye işaretler konurdu, Müslümanların evlerinden yüksek ev yapamazlardı. Bir Yahûdî ve Hıristiyan Müslüman kadınla evlenemez, Müslümanların aleyhinde tanıklık yapamazdı. Yahûdîlerin ayakkabı ve şapkaları mavi, Ermenilerin kırmızı ve Rumlarınki siyahtı.[4]
Osmanlı tarihinde her aykırı düşünce, tımar sistemine karşı olan her başkaldırı, ağır vergilere karşı yapılan her itiraz sonu ölümle biten bir dramdı. Osmanlı devleti yaptığı katliamları meşrulaştırmak için şeriattan hükümler çıkarır ve yaptığının dine uygun olduğunu savunurdu. Devrin resmî tarihçileri de zulümleri sarayı haklı çıkaracak gerekçelere uygun biçimde aktarırdı. Ancak tüm göz boyamalara rağmen verilen hükümler ve aktarılan olaylar kararların saray ve saltanat çıkarı için alındığını ele vermekten uzak kalamamıştır.
- Hurûfîler ve Nesîmî
Hurûfîler, harflere kutsallık veren ve sembolik anlamlar yükleyen bâtınî/tasavvufî bir ekoldür. Onlar tüm harflerin insan yüzünde Tanrı’yı yansıttığına inanır ve insanı Tanrılaştırırlar. Yeri gelmişken söyleyeyim, Hurûfîlerin insan yüzünü Tanrılaştırması ile Muhyiddin Arabî ekolünün vahdet-i vucûd felsefesinin tüm evreni Tanrı’nın bizzat yansıması görmesi arasında ne fark var ki? Biri meşrû, öteki tu-kaka ilan edilmiştir. Bunlara farklı davranışın temelinde Sünnîliğin statüko sadakati yatar. Muhyiddin Arabî de Emevî ve Abbâsî gibi saray-saltanat düzenlerine laf atsaydı Hurûfîler gibi kötü adam muamelesi görür ve sapkın ilan edililirdi.
Hurûfîlere göre onlara göre belli olgunluk düzeyine ulaşan kimseler namaz kılmaz, oruç tutmaz, hac yapmaz; onlara göre cennet ve cehennem bu dünyanın yaşam biçimindedir, başka yerde aranmamalıdır. Hurûfîliğin tüm görüşleri Fazlu’l-lâh-ı Tebrizî’nin Câvidân kitabında yazılmıştır. Fazlu’l-lâh-ı Tebrizî, resmi din görüşü açısından sapkın olduğu iddiasıyla 1393’te öldürüldüğünde cesedi ayaklarından bağlanarak sokaklarda süründürülür. Sünnîliğin öteki fikirlere karşı merhametli olduğuna bu olay örneklerden bir örnektir. Fazlu’l-lah’ın öldürülmesinden sonra Hurûfîler Anadolu ve Balkanlara kaçar. Balkanlarda da Bektâşîlikle karışır. Hurûfîlerin büyük şâirlerinden Nesîmî 1418’de Halep’te derisi diri diri yüzülerek öldürülür. Sünnî ulemanın öldürme konusundaki deneyimine diyecek yoktur.Gerçekten de öldürmeyi iyi biliyorlar.
Hurûfîler, on iki yaşındaki II. Mehmet (Fâtih) ileiyi ilişkileri olan bir grup iken devrin saray-saltanat bürokrasisi onların padişahla arasının iyi olmasından rahatsız olur. Hurûfîlere hazırlanan düzmece oyun gereği Hurûfîler Vezir-i Azam Mahmut Paşa’nın evinde konuşmaya çağrılır ve sohbeti gizlice dinleyen Şeyhü’l-İslâm Fahreddin Acem sohbet ortamını adamlarıyla basar. Hurûfîler vezirin evinden kaçıp dostları olan padişaha sığınırlar, ancak on iki yaşındaki II. Mehmet bürokrasiye direnemez. Edirne Üç Şerefeli Câmii’nin avlusuna getirilen Hurûfîler orada dipdiri yakılır. Fahreddin Acemî’ye göre padişahın şeriat düşmanı bu gruptan etkilenmemesi için onların yakılması gerekiyordu. Şeyhü’l-İslâm’a göre Hurûfîler yakılınca şeriat ve saltanat bir beladan kurtulmuştur. Hurûfîlerin yakılması Osmanlı Sünnî engizisyonunun ilk plânlı katliamıdır.[5]
- Molla Lütfî[6]
Sultan II. Bayezid zamanında hakkındaki şikâyetler üzerine tutuklanmış, beş kişilik bir Sünnî ulema heyeti tarafından iki yüz (200) tanık dinlendikten sonra mülhid[7]ve zındık[8] olduğuna karar verilerek idam edilmiştir.[9] Beş kişilik Sünnî ulemâ heyeti arasında sadece Molla Efdal-zâde idama karşı çıkmıştır. Bu devirde iki Sünnî medrese arasında bile kıyasıya mücâdele vardı. Karamânî Mehmet Paşa’nın öncülüğünde kurulan tekke mensupları Molla Lütfi’nin içinde olduğu Şeyh Vefâ tekkesinidinsizlik ve zındıklıkla suçluyordu. Tarihin ünlü isimlerinden Zenbilli Ali Cemâlî, Hoca-zâde ve Sinan Paşa da özgür düşünceli ulemânın ilgi duyduğu Şeyh Vefâ tekkesindekiderslere katılıyordu. Molla Lütfi de bu tekkede fıkıh dersleri veriyordu.
Molla Lütfi, sözünü esirgemeden konuştuğu için taassup[10] sahipleri arasından çok düşman edinmişti. Molla Lütfi hakkında hasım Sünnî medreseliler tarafından saraya şikâyet mektupları yazılıyordu.[11] Mektuplarda onun dinsiz, itikadı bozuk ve hîlekâr olduğu tezi işleniyor ve bunu destekleyecek epey kurgusal senaryo üretiliyordu. Onun hakkında saraya yazılan mektuplarda geçen “Felsefecilerin safsatalarına yapışmış, şeriatın prensiplerine tarruz etmiş, dinden çıkmış.” cümleleri işin aslını göstermeye yeter. Molla Lütfi ile ilgili olarak “Para yedi, saraydan mal kaçırdı, hıyaneti nedeniyle kazaskerlikten atıldı.” gibi suçlamalar konusunda Sehî Bey Tezkire’sinde “Kimileri onun hakkında ağızbirliği ederek onun küfre varan sözler söylediğine dair tanıklık ettiler.” denilerek iftiracılar eleştirilir. Buradaki “kimileri” dönemin Sünnîmedrese öğrencileri ile onların Sünnîhocaları olan Sünnîulemâ sınıfıdır. Suçlamalar ve tanıklar bir araya getirildiğinde Müslümanların selâmeti ve dînin kurtarılması için Molla Lütfi at meydanında başı kesilerek idam edilir.
Tokatlı Molla Lütfi’nin idam edilmesiyle Sünnî beşik ulemasının sarayda makam elde etme imkânı genişlemiştir. Şakâyık-ı Nûmâniye yazarı Taşköprü-zâde ondan “rakipsiz bir âlim, üstün kişilikli biri” diye bahseder. Yavuz Sultan Selim, Kemal Paşa-zâde’ye Molla Lütfi meselesini sorduğunda “Çağdaşlarının hasedine uğradı.” diyerek olayı özetler.[12] Molla Lütfi olayı Sünnîlerin sadece Kızılbaşlar gibi farklı mezhep veya tarîkât mensuplarına karşı değil, kendi aralarında da hoşgörüden yoksun olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Bugünkü Türkiye’de de Sünnî tarîkât ve cemaatlerin birbirlerine olan düşmanlık ve rekâbetleri Sünnî dinciliğin hiçkimseye hayat hakkı tanımadığının tanığıdır. Geçmişte Mâverdî, İbn-i Ceme’a, İbn-i Teymiye gibi Sünnî ulema saltanat mensuplarının sofrasından beslendiği ve sultanların ömrünü uzattığı gibi günümüzde de benzer damar devam etmektedir. “…iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikâyetle doğruları söylemek caizdir diyemem.”[13]diyen günümüz Sünnî fıkıhçısı Hayrettin Karaman’ın geleneksel Sünnî-statükocu ulemâdan hiçbir farkı yoktur. Bu sözleri söyleyen fetvacı “Ey güvenli kişilerin ve güvenlikli toplumunun oluşması için yola çıkmış güven yoldaşları! Hak edene hak ettiği neyse onu verme konusunda asla tereddüt yaşamayın, haksızlığa karşı gözünüzü dört açın, iletişim ve ilişkinizi hakkın gerektirdiği ölçüde sürdürün; vicdân, akıl ve sağduyunun hem örnek bir modeli hem de gözetleyicisi olun. Hak edilen neyse onu verme konusunda kendinizi, anne-babanızı ve yakınlık kurduklarınızı istisna tutmayın; herkese eşit davranın.”[14]âyetini bile isteye çiğneyip geçmiştir. Bu fetvacının takip ettiği selefleri dekendi devirlerinin muktediri için aynısını yapmıştır. Zaten Sünnî saltanat teolojisinin devlet felsefesi sultana veya statükoyamutlak itaat temeli üzerine inşa edilmiştir.[15]
3.Dağ Pâdişahları
Vak’anüvîsler[16]tarafındanOsmanlının kurulu düzenine isyan eden Türkmen boylarının başkaldırısı mezhepselmiş gibi yansıtılarak gerçekler çarpıtılmıştır. Bunlardan biri de Sakaryalı Şeyh vakâsıdır. Onun mehdîlik iddiasıyla çapulcuları[17] etrafına topladığı ve devlete isyan ettiği anlatılır. Saray tarihçilerinin mehdîlik uydurması tüm zamanların suçlayıcı gerekçelerindendir. Sakaryalı Şeyh’in kadın tuzağıyla(!) ele geçirildiği, parmaklarının boğum boğum kesildiği, çıplak biçimde bir eşeğe bindirilip gezdirildiği, IV. Murat’a getirilirken atın arkasında sürüklenerek ve koşturularak getirildiği keyifle uzun uzadıya anlatılır. Ancak isyanın ekonomik ve sınıfsal gerekçesinin üstünü örten tarihçiler IV. Murat’ın ona “Sen Hz. İsa mısın?” dediğinde onun da “Hayır, Muhammed ümmetindenim, İsa’nın gelmesini bekleyenlerdenim.” dediğini aktararak Sakaryalı Şeyh’in Sünnî itikada ters bir anlayışının olmadığını belirtir. Bu bile isyanın mezhepsel nitelikli olmadığının ipucudur.
Osmanlı statükosuna başkaldırıp yüksek vergilere ve yöneticilerin zulmünekarşı ezilen halkı ayaklandırdığı için Sakaryalı Şeyh et doğrar gibi doğranır. Şeyh’in katledilmesinin hemen ardından onunBozdağı Tekkesi ve ona bağlı tüm Kızılbaş köyleri yerle bir edilir.[18]Böylece Sünnî şeriat intikamını alır, Sünnîlikbir düşmanından kurtulur, ezilenler susturulur, zulüm altında bağıranlar daha da boğulur.
- İsmâîl Mâ’şûkî[19]
Aksaraylı Pir Ali’nin oğludur. Pir Ali, Melâmîliğin Bayramiye koluna bağlı bir şeyhti. İsmâîl Ma’şukî çok yakışıklı bir genç olduğu için ona Oğlan Şeyh lakabı takıldı. Kânûnî, Irak seferinden dönerken Aksaray’a uğrar, Pir Ali ile görüşür ve Oğlan Şeyh’i İstanbul’a götürür. Yüz güzelliği, hitâbeti ve vaazlarıyla çabuk tanınması üzerine aleyhine çalışanlar da çoğalır.
Osmanlı kaynakları İsmâîl Ma’şukî’nin kendisi hakkında söylenen iddiaları savunduğuna dair hiçbir mahkeme kararı beyan edememiştir. Örneğin onun “Yeme, içme ve uyuma ibadettir; oruç, hac ve zekât insana ceza olarak gelmiştir; mü’mine iki bayram namazı yeter, şarap Tanrısal çoşkudur, zina ve anal[20]ilişki aşkın tadıdır, Tanrı her surette göründüğü için görünen her şey de Tanrı’dır.” dediği ve bunları kendisinin de kabul ettiği veya reddettiğine dair hiçbir kaynak yoktur. Ancak anlaşılan o ki idam edilmesi için tıpkı Molla Lütfi’ye yapıldığı gibi uyduruk suçlar üretilerek idam edilmiştir. Makam, kariyer, konfor, mezhep taassubu, tarîkât rekâbeti için nice değerli insan bu şekilde öldürülmüştür.[21]Oğlan Şeyh’in muhteşem dörtlüklerinden bir kısmı şöyledir:
Ey gönül bir derde düş
Ki onda derman gizlidir
Gel, eriş bir damlaya
Ki onda umman gizlidir
Terk edip nâm u nişânı
Giy, melâmet hırkasın
Bu melâmet hırkasında
Nice sultan gizlidir
Değme bir horu hakire
Hor diye kılma nazar
Kalbinin bir köşesinde
Arş-ı Rahmân gizlidir
- Sinan Paşa
Sinan Paşa, İstanbul kadısı Hızır Paşa’nın oğludur. Pozitif bilimlerle uğraşan ve sorgulayıcı yanı kuvvetli olan biridir. Edirne müderrisliğinden[22]II. Mehmet’in hocalığına kadar farklı görevler yapar. Ali Kuşçu’dan matematik öğrenir.
Nevrûz bayramını Kızılbaşların bayramı diyerek yasaklayan, Rumeli’ye sürgün edilen Müslümanları günde beş vakit namaz kılmaya zorlamak için 1476’da bir ferman çıkaran Fâtih’in[23] vezirliğini yapması onun adına kötü sonuçlar doğurur. Çünkü özgür tabiatı, açık sözlülüğü nedeniyle dinsizlikle suçlanarak vezirlikten indirilir ve zindana atılır. Ancak ulemâdan ve bürokrasiden bazı tepkiler oluşunca padişah onu zindandan çıkarıp Sivrihisar’a kadılık ve müderrislik göreviyle sürgün eder. Fâtih, onun arkasından bir hekim gönderir ve delirdiğine dair bir rapor hazırlama görevi verir. Doktor, padişahın emriyle Sinan Paşa’ya her gün 50 kamçı vurarak eziyet eder. Sırf geleneksel Sünnî ulemanın çizgisinden gitmediği için çektiği eziyetler sonunda 49 yaşında ölür.
- Molla Kâbız[24]
Orhan Gazi devrinde sarayda Müslüman ve Hıristiyan ulemanın toplanarak birbiriyle tartışma yapması ünlüdür. Bu tip tartışmalar Bursa ve İznik’te yaygındı. Bu tartışmalar halk arasında da tartışılınca İsâ-severlik adıyla bir suç üretildi. Molla Kâbız, İsâ-severlerin en sistemli ve akıllı konuşanı kabul edilirdi. Molla Kâbız, İstanbul’un meyhaneleri dâhil her yerine ve her ortamına gidip Kur’an, İncil ve hadislere dayanarak İsâ’nın Muhammed’den üstün olduğuna halkı ikna etmeye çalışırdı.
Molla Kâbız idam edildikten sonra onun aleyhinde kitap yazan Şeyhü’l-İslâm Kemal Paşa-zâde, Molla Kâbız üzerinden Taftazânî’nin “İsâ yeniden gelince vahiy almadan peygamberlik yapacak.” söylemine ve Buhârî şârihi Kirmânî’nin “İsa Hıristiyanlığı kaldırmak için gelecek” demesine cevaplar verir. Esasında Molla Kâbız ağırlıklı olarak hadislere dayandığı için Osmanlı kadıları çaresiz kalıyordu. Çünkü Sünnî ideoloji Kur’an’dan ziyade hadisler ve mezhep fetvaları üzerine kurulmuştur. Doyurucu cevaplar veremeyen ulemâ onu susturmanın yolunu idam ettirmekte gördü. İstanbul kadısı Saâdettin, Molla Kâbız’ı Ehl-i Sünnet mezhebine girmesi halinde idam edilmeyeceğini söylemesine rağmen Molla Kâbız kabul etmeyince idam edilir.
Osmanlı belgelerinde Molla Kâbız’ın düşünceleri ve argümanları asla açıklanmamış, hangi sözlerinin çürütüldüğü belirtilmemiş, sadece ölümünden sonra hakkında konuşulmuştur. Molla Kâbız meselesi, Kânûnî döneminde bile Osmanlının fikir mücadelesi edemeyecek bir acizlik içinde olduğunu göstermesi açısından önemli bir aynadır.[25]
Sünnî ulemânın muhalefeti susturma ve yok etme çabası günümüzde de devam etmektedir. Cüppeli Ahmet’in İmam Hatip Liselerinde görev yapan, ancak Sünnîler gibi bir kader inancı olmayan, Sünnî akâid dışında görüşleri bulunan veya Sünnî olmayan öğretmenlerin meslekten atılmasını istemesi;[26]Ankara İlahiyât Fakültesi’ni saltanat ideolojisi olan Sünnîliğe karşı bir tehdit olarak göstermesi Sünnî ideolojinin ne kadar özgür düşünce düşmanı, farklı görüşlere karşı ne kadar hasım ve ne kadar vicdânsız olduğuna zamanımızdan da bir kanıttır.[27]
[1]Nefs-i hümâyûn: Padişah kimliğine bağlı kişilik, padişahlık benliği, padişahlık kimliği.
[2]Zımmî: Zimmette olan, koruma ve kollama altına alınan, sorumluluğu üstlenilen. Osmanlıda Yahûdî ve Hıristiyanları kastederdi.(Müslüman ülkelerdeki Müslüman olmayan halkla zimmet sözleşmesi yapılarak barış tesis edilirdi. Padişahın devşirme bir kamu yöneticisini yargılamadan öldürmesi yetkisine kulluk hakkı denirdi.)
[3] M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussud Efendi’nin Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1972.
[4] Taner Akçam, İslam’da Hoşgörü ve Sınırı, 2. Baskı, Başak Yayınları, Ankara, 1994.
[5] İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İbn Haldun Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2020; Hoca Saadettin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, Hazırlayan: İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları (5 Ciltlik Takım), Ankara, 1992.
[6] Ölümü: M. 1495/H. 900
[7]Mülhit: İnancından dönen, Tanrı’yı tanımayan, Tanrı’ya iman etmeyen.
[8]Zındık: Tanrı’ya ve âhirete inanmayan
[9] Hızır Paşa’nın oğlu Sinan Paşa’nın öğrencisidir.
[10]Taassup: Bir düşünceye körü körüne bağlanma, bir şeyi inadına savunma/reddetme, katı bir taraftarlık duygusuyla kabullenme veya itiraz etme; akrabacılık, particilik, bölgecilik, cemaatçilik, ırkçılık, tarîkâtçılık, meslekçilik, grupçuluk, cinsiyetçilik, milliyetçilik, devletçilik gibi aidiyetçilik putlaştırmasıyla hareket etmek.
[11]Muhbir din adamları tarihte hiç eksilmemiştir.
[12] İsmail Erünsal, Molla Lütfi Zındıklık İthamıyla mı Öldürüldü?, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, 21. Cilt, 2. Sayı, İstanbul, 2016; islamdusunceatlasi.org, Molla Lütfi; Gülçiçek Akçay, Mollâ Lütfî (Sarı Lutfî, Deli Lütfî, Maktûl Lütfî, Lütfullâh), teis.yesevi.edu.tr., 2014; Şükrü Özen, Molla Lütfî’nin İdamına Karşı Çıkan Efdalzâde Hamîdüddin Efendi’nin Ahkâmü’z-Zındîk Risâlesi, İslami Araştırmalar Dergisi, 4. Sayı, 2000.
[13] Akif Beki, “Dünyaya Adalet Bize Bulgur Mu!” başlıklı yazı, karar.com, 23/09/2021.
[14] Nisâ, 135/Yâ eyyuhe’l-lezîne âmenû kûnû gavvâmîne bi’l-gisdi şuhedâe li’l-lâhi velev ‘alâ enfusi-kum evi’l-vâlideyni ve’l-agrabîn(e)
[15] İbrahim Sarmış, Şûrâdan Saltanata Teokrasiye ve Laisizme Yönetim, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2010.
[16]Vak’anüvîs: Günü gününe tarih yazan sarayın görevlisi resmi tarihçi.
[17] Hz. Muhammed zamanındaki Mekke efendilerinin ve ondan sonraki saltanat sahiplerinin gözünde isyan eden herkes “çapulcu, baldırı çıplak, manyak, serseri, câhiller sürüsü, provakatör, uşak, terörist, âsî, şakî, eşkıyâ…”gibi nitelemelerle belirtilir.
[18] Reşad Ekrem Koçu, Dağ Padişahları, Doğan Kitap Yayınları, İstanbul, 2001.
[19] Ölümü: M. 1529/H. 935
[20]Anal (ilişki): Anüs ile ilgili, ters ilişki, normal cinsel yoldan değil de makattan ilişki.
[21]Mahmut Ay, Osmanlıda itikadi Alanda Aykırı Bir Düşünce: Şeyh İsmail Maşuki, Journal of Islamıc Research Vol: 12, No 1, 1999; İsmail Kaygusuz, İsmail Maşuki Duruşması (Oğlan Şeyh), Muhteşem Süleyman’ın Tahtını Sarsan Genç: Şeyh İsmail Maşuki (1508-1528), docplayer.biz.tr; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İsmâil Ma‘şûkî, 23. Cilt, 2001; İsmail Kaygusuz, Şeyh İsmail Maşuki, itaatsiz.org
[22]Müderris: Medresede ders veren ve medresenin yönetimiyle ilgilenen yüksek dereceli kimse. Profesör. Osmanlının ilk müderrisi Orhan Gazi tarafından alınan İznik’in müderrisi olan Dâvûd-u Kayserî’dir.
[23] (Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, Üçdal Neşriyat, 1. Cilt, İstanbul, 2015.)
[24] Ölümü: M. 1527/H. 934
[25] Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, 4. Baskı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997; Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler, Kapı Yayınları, İstanbul, 2015.
[26] 24 Eylül 2021/@c_ahmethoca/cubbeliahmethoca
[27] Sünnîler için bunları söylerken İran’da Şiî mollaların da Sünnîler ile aynı karakteri taşıdığını belirtmeliyim.