İslam’ın siyaset, ekonomi ve toplumsal hayat tasavvuru içinde servet ve iktidar tekeline en büyük itirazın sufi gelenekten gelmesini “bir lokma, bir hırka” tevazusu ve kanaatkârlığından ibaret saymaya kuşkuyla bakmak gerekir. “Bir lokma, bir hırka” üslubunu bir tür fedakarlık gören ve bunun genel kural olmadığı, aksine edinme ve biriktirmenin, servet ve iktidar tekeli kurmanın meşru olduğu varsayımını İslamî hayat tarzının genel kuralı yapan kapitalist (sermayedar) din yorumu, böylelikle hem Emevi ve Osmanlı saray hayatından devraldığı savurgan, müsrif, teşhirci ve lüks yaşam formunu kendince meşrulaştırmakta, hem de bu bâtıl tarzı dinin inanç ve hayata ilişkin ilkesi haline getirmektedir. Şu halde şahsi ve ailevi hayat tarzını yüksek harcama ve bu harcamanın teşhir edilmesi üzerine kurmuş bir zihinsel sapmanın “mülk(iyet) kimindir?” sorusundan huzursuz olmasından daha tabii ne olabilir?
Dindar kalmak isteyen bir vicdan, “mülk(iyet) kimindir?” sorusuna, Karun gibi böbürlenip “benimdir, çünkü kendi bilgi ve becerimle edindim” cevabını verebilir mi? Kur’an, “Mülk kimindir? Bir tek ve kahhar olan Allah’ın” (Mümin 16) dediği halde mülkü/mülkiyeti sahiplenmeye kalkışan kişinin dindar kalarak veremeyeceği bu cevap için bulduğu sözde çıkış, Kur’an’da bahsi geçen “mülk” ile “mülkiyet” kavramının aynı şeyler olmadığı cin fikridir! Bu şeytani ayrıma göre “mülk” yeryüzü, gökler, canlı cansız tüm kâinat ve varlıkları ifade etmekte, buna karşılık “mülkiyet” Allah’ın insanlara helal kıldığı kazancın sadaka ve zekatla arındırılmasından sonra elde biriken servet, üretim aracı ve mekanı, yaşam koşulları, imkanları ve fırsatlarını ifade etmektedir.
Gökleri ve yeri Allah’a, ama elindeki serveti kendisine ayıran paganist (müşrik) mülkiyet anlayışı, tevhid inancıyla ve onun toplumsal hayattaki adalet ve eşitlik tezahürüyle nasıl bağdaştırılabilir? Eğer mülkiyet insana aitse bu durumda Allah, insana ait bir şeyden kendisi için pay (sadaka, zekat) mı almaktadır? Bir diğer ifadeyle, Tanrı insanın elindeki kazanca göz dikmiş ve koparabildiğini alan kudret, insan da mümkün mertebe Tanrıya karşı servetini ve iktidarını koruyan, ondan kaçırabildiğini kendi mutluluğu için harcayan bir direnişçi mi olmaktadır? İnsanı Yaratıcı’ya karşı böyle konumlandıran din İslam olabilir mi?
Eğer böyle değilse ve mülk(iyet) tamamen Allah’a aitse, insan da imtihan gereği ve -R. İhsan Eliaçık’ın yorumuna göre- “ağır emanet” olarak Allah’a ait mülk(iyet) üzerinde tasarrufla görevlenmeye talip olmuşsa nasıl olur da Allah’a ait mülk(iyet) zâtı itibariyle ona aitmiş gibi davranabilir, dünya görüşünü ve hayat tarzını bu varsayıma göre oluşturabilir, bu zihin ve inanç sapmasına itiraz geldiğinde ideolojileşmiş bir tutumla eleştirilere karşı içinde yol aldığı sapmayı savunabilir?
İrfan ve tasavvuf, insan tekinin ruhsal yükselişini işte bu çelişkili düğümü çözmesine bağlamış olmasına rağmen bu geleneklerin, tıpkı fıkıhtaki gibi, doğru yoldan çıkmış yorum ve yaklaşımları bireysel meditasyona indirgenmiş yöntemleri uygulamayı herşeyden önemli sayarak müntesiplerini asıl konudan haylice uzaklara savurmuştur, savurmaktadır.
İrfan ve tasavvuf, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının hayat tarzını model alan bakış açısı ve fikrî yapılanmasıyla cemaatle yaşanan ortak ve paylaşma temelli bir hayatı, elindekini başkalarıyla bölüşmeyi ve biriktirmekten kaçmayı şart koşmuştur. Mülk(iyet) ideolojsine hısım değil hasım olan din yorumunda infak ve sadaka, kapitalist din yorumundaki gibi gönlü hoş edecek bir ritüel, yapılsa iyi, ama yapılmasa sorun oluşturmayacak tercihe bağlı davranış değildir. Mümine teslim edilmiş ve vakit geçirmeden yerine ulaştırılması gereken emanete ihanet ya da sadakatin yol ayrımıdır. Bu emanet (servet, iktidar) en kısa zamanda sahiplerine yetiştirilmezse dahi zimmet suçu işlenmiş sayılmaktayken, nerede kaldı emanetin sahiplenilmesi ve üzerinde hak iddia edilmesi!
İslam’da asıl olan müminin “fakir”, yani muhtaç olmasıdır. Çünkü zengin ve müstağni olan ve mülk(iyet) sahibi tek varlık Allah’tır. Sadece O’ndan istenir, ihtiyaç halinde sadece O’na yakarılır. Allah dışındaki hiçbir varlık -insan dâhil- mülk(iyet) sahibi değildir. Böyle olmadığı için sadece Allah zengindir ve ihtiyaç sahipleri sadece O’ndan talepte bulunurlar. Böyle olmasaydı da mesela insan da Allah gibi mülk(iyet) sahibi olsaydı diğer insanların talepte bulunup yakaracağı bir başka varlık daha bulunacaktı. İslam’ın tevhid inancı böyle bir bölünmeyi, ortaklığı ve şirki kabul eder mi? Böyle olamayacağı için Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar, sizler Allah’a muhtaçsınız. Allah ise zengindir…” (Fatır, 15)
Mülk(iyet) sahibi olmanın kişide ilk yok edeceği şeyin fakirlik gerçeği ve ihtiyaç his ssi olduğunu tecrübe etmeden de bilmek mümkündür. Allah’a muhtaç olmayan, müstağni ve zengin kişinin tuğyan etmesi ve tağutlaşmasının önünde hiçbir engel kalmamış demektir.
İslam düşüncesinin büyük filozofu ve İşrakî irfanın kurucusu Şihabuddin Sühreverdi şöyle der:
Sufilerin adetlerinden biri de kendilerine ait mal varlığına inanç duymamasıdır. Din büyüklerinin tarzı şuydu: Biri eğer kardeşinin servetinden bir şeye ihtiyaç duyarsa hiç destursuz gider alır ve kullanırdı. Çünkü Allah Teala şöyle buyurur: “İşleri aralarında şura iledir.” (Şura 38) Yani paylaşma ve müştereklik ile. Hepsi onda birbiriyle eşittirler. (İrfan Felsefesi, İnsan Yayınları, s. 168)
Mülkiyet hasımlığının ilginç örneklerinden biri de Ahmed b. Kalanisi’nin aktardığı olayda görülebilir:
Basra’da bir fakir topluluğunun arasına katıldım. Hayli saygı ve ikram gördüm. Bir gün birisine sordum: “Şalvarım nerede?” Bu sorudan sonra onların gözünde aşağılık biri oldum. (İrfan Felsefesi, İnsan Yayınları, s. 168)
Bayezid Bestami’nin örneği de hayli ilgi çekicidir:
Hiç kimse beni, Mekke’ye doğru yola çıkmış Belhli genç gibi alt edemedi. Bana şöyle sordu: “Size göre zühdün sınırı nedir?” Dedim ki: “Bulursak yeriz, bulamazsak şükrederiz.” Dedi ki: “Belh’in köpekleri de böyle yapıyor!” Dedim ki: “Öyleyse zühdün sınırı sana göre nedir?” Dedi ki: “Eğer bulamazsak şükrederiz, bulursak fedakârlık ederiz.” (İrfan Felsefesi, İnsan Yayınları, s. 168)
Mülk(iyet) sadece Allah’a aittir. İnsanın mülk(iyet) üzerinde ne hakkı, ne tasarrufu, ne de kullanım yetkisi vardır; bu, kategorik olarak söz konusu bile değildir, yok hükmündedir, tıpkı Allah dışında başka ilahların varlığının zâtı itibariyle değil, vehmî olarak var sayılmaları gibi. Servet ve iktidar mülkiyetini kendisine ait gören kişi, vehme dayalı bir sahiplenmeyle Allah’a ait olanı gasp ettiğini, zimmetine geçirdiğini ve Allah’a ortak olmaya çalıştığını bilmek zorundadır.
Evet, mülkiyet hırsızlıktır! Şeytanların Levh-i Mahfuz’dan bilgi çalmak için yaptıkları hırsızlıktan hiç farkı yoktur ve tıpkı şeytanları kovalayan ateş gibi, mülk(iyet) de onları hem bu dünyada, hem de ahirette mutlaka yakalayıp yakacaktır.