Yeni Anayasa tartışmalarının arifesinde Medîne Vesîkası’nı tarihsel değeri üzerinden gündeme getirdim. Çünkü Anayasa, toplumu kuşatan, toplumsal tüm gruplar ve farklılıkları ortak noktada buluşturan en geniş toplum sözleşmesidir. Anayasa’ya Medîne Sözleşmesi çerçevesinden yaklaşıldığında Anayasa bir soy, boy, aşiret, kabîle ve kavmi; kahraman, lider ve önderi; inanç, din, peygamber, evliya, tapınak, mezhep, tarîkât ve cemaati; hizip, parti, vakıf ve derneği; ideoloji, dil ve rengi öne çıkarmaz, öncelemez; toplumu kuşatacak niteliğe sahip olan, farklılıkların güvenlik, hak ve sorumluluklarını netleştiren; barış ve güveni inşâ eden ilkeleri ortaya koyar.
Toplumun tümünü ortak değerlerde barıştıran, her bir grubun kutsalı ve önderine gereken saygıyı gösteren, her grubun önceliğini toplumsal bütünlük içinde dengeli buluşturan, kimseye ayrıcalık göstermeyen, eşitlik ve hukûktan asla ödün vermeyen, ortak bir anlaşma dili yanında tüm dillere eğitim, yazışma ve konuşma hakkı tanıyan; yasaların üstünde hiçbir makam tanımayan, hiçbir grubun ötekini sömürmesi, aşağılaması ve bastırmasına fırsat vermeyen bir toplum sözleşmesi insanlığın kadîm arayışıdır. 1400 yıl öncesinin Medîne Sözleşmesi de bu ruhla yoğrulmuş, kendi koşullarında kendi muhatapları üzerinden insanlığa miras kalmıştır.
Bir toplum sözleşmesi ile şekillenen devletin “dîni adâlet,[1] mezhebi kıst,[2] meşrebi akıl,[3] tarîkâtı bilim ve rehberi vicdân” olmak zorundadır. Kânunların rûhu devletin bu karakterini ayağa kaldıracak içerikle örülmelidir. Aksi takdirde devlet, mafyanın en örgütlü ve yasal biçimine dönüşür.
Zulmün karşıtı adâlettir. Âdil bir sistem modeli olan Medîne Adâlet Sovyeti[4] ve onu inşa eden Medine (Şehir) Sözleşmesi insanlığın ıskalamaması gereken çok önemli bir deneyimdir. Medine Sözleşmesi; renk, din, dil, ırk ve kabîle dayanışması yerine Medînelilik paydaşlığına dayalı kader birliği getirdi. Yahûdîleri yarımadadaki Arap çoğunluğa karşı azınlık olmaktan çıkartıp eşit haklara sahip özgür bir toplum statüsüne yükseltti. O nedenle Sözleşme bir toplumda azınlık statüsü gibi aşağılayıcı bir kompartımanın olamayacağının da beyanıdır. Zira sayı azlığı herkesin vicdân karşısında eşit olduğu gerçeğini örtemez.
Varlıkta aşağı(lık) kimlik-itibarlı kimlik gibi birini üste çıkaran, ötekini aşağılayan bir sınıflama kabul edilemez. Kimlik herkesin kendi genetik ve sosyal yapısını gösteren, insan ırkının zenginliğini ortaya koyan ve bu sebeple herkesin birbirinin yetenek ve özelliklerinden faydalanmasına yol açan bir tanımlamadan ibarettir. Vicdân elçisi Muhammed’in Yesrip kentini Medîne ümmeti üst kimliğinde buluşturması da bu ümmetin organları olan halkların birlikteliğini ortaya çıkarmıştır. Halkların sinerjisi olan Medîne ümmetinde her kimlik eşit ve özgür biçimde yer aldığından Sözleşme’de en çok adâlet ve mâruf[5] kelimelerine atıf yapılmıştır.[6]
Medîne Sözleşmesi,[7] dayanışma ve destekleşme sözleşmesi olup Medine sitesinin savunulması ve haksızlıklar karşısında ortak hareket edilmesi merkezli bir anlaşmaydı. Peygamber’in gençliğinden beri içinde olduğu hılfu’l-fudûl[8] örgütünün de ete kemiğe bürünmesiydi. Sözleşme’de “Adı geçenler, Muhammedî barış ve güven yoldaşlarıyla (mü’minler) birlikte birer ümmettir.” denilerek Medine ümmeti tanımlaması yapıldı ve çoğulcu toplum kuruldu. Çünkü kesrette vahdet yani çoğulculukta birlik sağlama, çoklu birlikteliği tek gerçek sayma, aynı ilkeler çerçevesinde yaşayan bir halklar dayanışması var etme İslam’ın en temel hedefidir. Böylece hiçbir din, dil, renk, mezhep, ideoloji ve kavmi öne çıkarmayan bir üst kimlik şemsiyesi açılarak birlikte yaşamanın yolu gösterildi. Yesrib’de Kureyş, Müzeyne, Cüheyne; Arabî, İbrânî, Rûmî, Kıptî, Farsî; bedevî, hadarî; Hristiyan, Mûsevî ve Müslim (Muhammedî barışçı) gibi kimliklerin ortak bir yaşam kültürü ve kader birliği ile yeni bir düzen kurmaları için değişim Yesrib’in adından başlatıldı; Yesrib Medîne yapılarak medeniyetin nasıl olması gerektiği gösterildi. Demek ki kalıcı ve gerçekçi bir barış ve güven ortamı beldenin adından yani kapak sayfasından başlayarak kurulabilir. Tâ Mekke’deyken “Herkesin inancı veya inançsızlığı, yaşam biçimi ve tercihi kendinedir.”[9] ilkesi ortaya konduğundan Medîne’de kültür ve dinlerin yaşatılması tamamen serbest bırakıldı. Dikkat edilirse din tebliğ eden bir peygamber başka dinlere saygı duyarak din özgürlüğü ortaya koyuyor. Bu nedenle kamu otoritesinin görevleri arasında kültür ve dinleri birbirine karşı koruma ve hiçbiri aleyhine çalışmama, her düşünce ve dini kendini yaşamasına imkân sağlama vardır. Burada devletin tam tarafsızlığına bir atıf vardır. İslamofobi kışkırtmaları, Hristiyan düşmanlıkları, Yahûdî husumetleri, ateistleri yaşatmama çığırtkanlıkları, LGBT+’ları öldürme veya ezme naraları, halkların benimsediği tarihsel ve kültürel sembolleri kamusal alanda yasaklamalar Medîne modelinin çok gerisindedir. Sözleşme’nin sağladığı saygı ve eşitliği daha sonra sözde İslâm mezhepleri ve sözde Müslüman kitle ve iktidârlarda bile göremeyeceğiz.[10] Bu sebeple sözde İslâmcı ideolojik çevreler ile güç merkezlerini Kur’ân, Peygamber ve Sözleşme’nin gerisine düştükleri için gerici ilan edeceğiz.
Medine Sözleşmesi bir din ve ona ait ritüellerinin asla dayatılmadığı belgedir. Sözleşme’yle kültür, inanç ve değerler arasında iş birliğine dayalı birlikte yaşama anlaşması ortaya kondu. Böylece çoğunluğun egemenliği değil çoğulculuk inşâ edildi, herkesin sorumlu olduğu ilkeler belirlendi; haksızlığa direnme ve hakkı hak sahibine verme (adâlet), ortak iyi (ma’rûf), korunma ve koruma (himâye), iç güvenlik (emniyet), savunma (dif’a), barış (sulh), despotluk, dikta yönetim ve tek kişi yönetimi karşıtlığı (bağy) ile ortaklaşa karar merkezi (şûrâ) kabul edildi. Medîne Sözleşmesi’ne göre bu ilkeler dışında hiçbir konuda kimse kimseye karşı sorumlu değildir, her birey ve her topluluk özgürce yaşamını sürdürür. Böylece kimin neye inanıp inanmadığı, hangi Tanrı’ya nasıl bir ritüelle saygı gösterdiği, nasıl giyinip nasıl yediği, nasıl evlenip nasıl nikâh kıydığı, hangi dilde konuşup hangi cümlelerle aşk ve sevgisini aktardığı gibi hususlar tamamen özgür alan olarak herkesin kendi çevresine bırakıldı. Kimseye ötekine baskı yapma hakkı tanınmadı. Böylece ideal devlet modelinin temel prensipleri ortaya kondu. Tüm taraflar[11] da sözleşmeye bağlı kalacaklarına dair söz verdiler.
Medine Sözleşmesi ile özgürlük, merhamet, eşitlik ve kıst merkezli bir site sovyeti[12] kuruldu. Günümüzde de olması gereken ideal devletin taşları bu değerler olmalıdır. Modern devletin hayatın her alanını kontrol eden merkeziyetçi tavrı ve devletin Tanrılık rolü reddedilmelidir. Ancak “Hırsızlık, gasp, tecâvüz, intihar, casusluk gibi olaylar sebebiyle devlet her şeyi bilmelidir.” diyenlere “Devletlerin kapitalist talandan vazgeçmesi, özgürlük alanlarını genişletmesi, adâleti ikâme etmesi, toplumsal eşitliği sağlaması, istihârâtı kimsenin hakkını çiğnemeden yapması durumunda bu tür pisliklerin türemeyeceği, güvenliğin gönülleri saracağı unutulmasın.” derim.
Medine Sözleşmesi ile kabîle birlikteliğine[13] dayalı toplumdan değerler dayanışmasına dayalı bir toplum kurulmasına ilk adım atıldı. Ayrıca kan bağı, soy, aşiret, dindaşlık, hemşehricilik, grupçuluk ve bölgecilik yerine herkesin yaşam alanı ve özgürlüğünü koruyan ve ilkelerde buluşan bir birliktelik ruhu toplumun harcı yapıldı. Bu birliktelik ve duruş arasındaki ilişki biçimi Nûh ile oğlu, İbrâhîm ile babası veya Lût ile karısı arasındaki çelişkiye de benzer. Nasıl ki baba ile oğul, anne ile kız, amca ile yeğen ya kabîleci yandaşlık ya da herkesin eşitliği anlayışları yüzünden karşı karşıya gelip savaştıysa Nûh ve oğlu gibiler de aynı kabîlenin farklı iki milletini oluşturan iki farklı değeri temsil ettiler. Kur’ân geldikten sonra soya dayalı dayanışma yerine ortak değer ve ilkelerin omuzlarında yükselen aile anlam kazandı. Âile dar anlamından çıktı toplumu kapsadı. Bu sebeple Mekke’de vicdân elçisi Muhammed ile amcası Ebû Lehep aynı barış ve güven ailesinden olmadıklarından onların soy birliği zihniyet birlikteliğine dönüşemedi; bu yüzden aynı kavmin iki ayrı milleti oldular. Fakat Ebû Lehep’in şahsında Mekke’nin Arap efendileri, tüm farklı görüşlerine rağmen vicdân elçisi Muhammed ile kabîle, kavim ve cinsiyet üstünlüğünü reddeden, kölelik ve adâletsiz servet düzenini terk eden ortak insanlık ilkelerinde anlaşsalardı bir Mekke ümmeti oluşturulabilirdi. Ancak tarih olasılıklar üzerinden değil olgular üzerinden okunuyor.
devam edecek…
___________________________________________
[1] Adâlet: Hak dağıtırken hiç kimseyi dışarda bırakmamak, verirken herkese vermek, vermezken hiçkimseye vermemek. (Günümüzde buna eşitlik denir.)
[2] Kıst: Hak sahibine hak ettiği şeyi hak ettiği oranda vermek. (Günümüzde buna adâlet denir.) Adâlet ve kıst Kur’ân’ın temel kavramlarındandır.
[3] Meşrep: Karakter, belirgin nitelik, huy, iş yapma yöntemi, kişinin baskın özelliği.
[4] Sovyet: Şûrâ, Şûrâ düzeni, Danışma Kurulu. Farklı düşünce ve kurumlardan beslenerek oluşan ortak görüş ve düşünce.
[5] Ma’ruf: Ortak iyi, tanınmış, bilinen, insanın doğasına hoş gelen şey; iyi, güzel, faydalı iş ve davranış. Örfe dönüşmüş iyi, güzel ve faydalı uygulama.
[6] Atıf: Kaynak gösterme, (kaynağa) gönderme/yöneltme, (yüzünü) çevirme.
[7] TDV İslâm Ansiklopedisi, EK-2. cilt, Ankara, 2019.
[8] Muhammed Hamidullah, TDV İslam Ansiklopedisi, Hilfü’l-Fudûl mad., 18. cilt, 1998.
[9] Kâfirûn, 6/Le-kum dînu-kum ve li-ye-dîn(i)
[10] Bkz. Mehmet Azimli, Müslümanların Engizisyonu (I-II-III), Mana Yayınları, İstanbul, 2019-2021.
[11] Mekkeli barışçı Muhammedîler, Medineli barışçı Muhammedîler, Evs ve Hazreç kabilelerinden olup da Muhammedî olmayan barışçı putperestler, Yahûdîler veya tüm bunlardan biriyle anlaşmalı olan topluluklar ile Habeşistan’dan gelen yeni barışçı Muhammedîler vb.
[12] Site sovyeti: Şûrâ temelinde yükselen şehir devleti
[13] Günümüzde buna milliyetçilik (Bugünkü anlamıyla tanımlanan millet üzerinden kurulan milliyetçilik tanımından bahsediyorum.) temelli dayanışma diyebiliriz.