Bir insanın kendi halkına, ülkesine, toplumuna, tarihine düşman hale gelişi… Din adamı Ebu Amir’in hikayesi. Cengiz Aytmatov buna, yazmış olduğu romanında mankurt adını takıyordu.
Önce mankurt ne demek oradan başlayalım. Cengiz Aytmatov’un eserinde anlattığı şekliyle mankurt, eski Orta Asya halkları arasında çok yaygın bir İşkence ve zihin kontrol yöntemiydi. Yakalanan askerler düşmanın eline geçince onlara bir işlem yapılıyordu. Bu işlem sonucunda askerler kendi halkına düşman hale geliyordu. İşlem şöyle gerçekleşiyordu: Esirin saçları iyice kazınır, kafasına devenin boyun derisi iyice gerdirilerek geçirilir, kafasında deve derisi bulunan mankurt adayı çölde güneşin altında birkaç gün bırakılırdı. Böylece sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve kafaya iyice yapışır. Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlarda yeniden uzamaya başlar. Fakat deri kafaya o kadar yapışır ki zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez. Bu nedenle saçlar uzamaya vücudun dışı yönünde değil, kafanın içine doğru uzamaya başlar. Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip beyne doğru ilerlemesiyle mankurt büyük acılar çeker ve bağıra bağıra ölür. Eğer içlerinden ölmeyenler olursa, o da bir müddet sonra kuklaya döner, hafızasını yitirir, anne-babasını dahi tanımaz, aklını çalıştırıp düşünemez hale gelirdi. Bu nedenle sahibi ne söylerse ona itaat ederdi. İşte ona mankurt deniliyordu. Mankurt düşmanın elinde geçmişi, ülkesi, hafızası, tarihi, kültürü, her şeyi silinmiş olan kişiye deniliyordu ve o artık rahatlıkla bir robota dönüşmüş oluyordu.. Bu şekilde mankurtlaştırılmış olanlar bir TİM’e dönüşüyordu. Ordunun içinde onların da bir görevi vardı ve kendi ülkelerine saldırtılıyorlardı. Annesini, babasını dahi tanımayacak kadar hafızasını kaybettiği için kendi köyünü, şehrini, ülkesini yağmalıyor, yıkıyor, yakıyor gözünü kırpmadan kendi anne babasını arkadaşını öldürebiliyordu. İşte bunlara mankurtlaşan askerler deniyordu.
Buradan yola çıkarak anlatacak olursak, mankurtlaşmanın değişik değişik şekilleri vardır. İllaki kafaya deve derisi geçirip sıcağın altında bekletmek gerekmez. İnsanlardan kimileri de zihinsel olarak kıskançlığından, hasedinden, düşmanlığından çekememezliğinden mankurt hale gelebilir. Kendi ülkesine, kendi tarihine, kendi şehrine saldıran, hafızasını yitirmiş birisi haline gelebilir.
Size İslam tarihinden buna benzer bir örneği anlatmak istiyorum.
Din adamı Ebu Amir’in hikayesi… Ebu Amir Mekke’liydi, Peygamber zamanında Mekke’de yaşamıştı. Kendisi Hristiyan bir rahipti. Peygamber Allah’ın kendisi ile konuştuğunu topluma aktarınca rahip Ebu Amir bunu kıskandı ve haset duygusuyla doldu taştı. ‘’Nasıl olurda ben dururken Allah, dağlarda koyun güden, çobanlık yapan birisiyle konuşur. Biz Kilisede, tapınakta rahiplik yapıyoruz, din adamıyız, kendimizi Tanrı’ya adamışız, din işleri bizden sorulur, din bizim tekelimizdedir. Nasıl oluyorda benim dışımda birisine Allah seslenir ve onu elçi olarak seçip topluma gönderir. Ben bunu kabul edemem’’ diyerek Peygamberi dışladı. Peygamberin bütün söylemlerini, topluma yöneltmiş olduğu çağrıyı, getirdiği Kur’an ayetlerini hepsini reddetti. Reddetmesinin kökeninde yatan sebep, bu işin kompedanı benim, olursa peygamberlik benimle olur, din benim tekelimde, benim dışıma çıkamaz psikolojisiydi. Peygambere muhalefet etmeye bu şekilde başladı. Her söylediğine karşı çıkıyordu ve müşrikler Ebu Amir’e inanıyordu. ‘’Muhammed’in dediği doğru mu?’’ diye ona soruyorlardı. O da ‘’bu sahtekar’’ diyerek din adına fetva veriyordu. Bütün Mekke yılları boyunca bu söylemlerini devam ettirdi.
Peygamber Mekke’den Medine’ye göç ettiğinde, Medine’ye dışarıdan yapılan saldırılara karşı koymak zorunda kaldığından savaşlar meydana geldi. Peygamberin Savaşları dediğimiz savaşların hepsi Medine’yi koruma direnişleriydi. Bedir Savaşı Mekkeli müşriklerin Medine’ye bir saldırısıydı. Uhud ve Hendek Savaşları da birer saldırıydı. Adı üzerinde Peygamber hendek kazmıştı. Bu şekilde 63 kez Medine’ye saldırı düzenlendi. Bu saldırıların bir çoğunun arkasında Ebu Amir vardı. Onları kışkırtıyor, teşvik ediyor, Tanrı sizinle beraberdir diyordu. ‘’Muhammed sahtekardır, katli vaciptir’’ diye hem müşrikleri hem Medine’ye saldıran diğer kabileleri galeyana getirip kışkırtıyordu. Fakat kendisi ortalıkta pek fazla görünmüyordu.
Nihayetinde Ebu Amir Tebük Seferi’nin başlamasından önce Suriye’ye gitti. O zamanki Suriye Bizans’ın ileri karakolu konumundaydı. Mekke’den Medine’ye Peygamberin hareketini durduramayınca çareyi Bizans’la işbirliği yapmakta buldu. Suriye’deki Bizans saraylarında ağırlandı ve Bizans ordusunu Medine’yi işgale davet etti. Orada bir plan yaptılar. Bu plana göre Bizans ordusu Medine’ye yürüyecek ve Medine’yi işgal edecekti. Peygamber ve arkadaşlarını öldürdükten sonra da rahip Ebu Amir de Medine Valisi olacaktı. Medine’yi Bizans adına Ebu Amir yönetecekti. Böylelikle Muhammed belasından da kurtulmuş olacaklardı.
Peygamber bu planı haber alınca Tebük seferine başladı. Hicri 9. yılında yapılan bu son seferde 30 bin kişiyle Medine’den Şam’a doğru harekete geçti. Medine’yi işgal etme planlarına karşılık, Muhammed önlem olarak savaşın şehirde değilde arazide olmasını sağladı. 200 bin kişilik Bizans ordusuna karşı çöl sıcağında Medine’den Şam’a doğru yürüyüşe geçti. Ebu Amir Medine’deki adamlarına haber göndererek ‘’Yakında Bizans ordusu ile beraber Medine’yi işgale geleceğiz, Muhammed ve adamlarını Medine’nin caddelerinde asacağız. Bizans’ın Medine valisi olacağım’’ dedi. Bu nedenle Peygamberin mescidinin karşısına alternatif bir mescit, bir yönetim merkezi yapılmasını istedi. Onlar da bunu yaptılar ve Medine’de Bizans ordusunun gelişini bekliyorlardı. Peygamberde Tebük’a doğru yani Şam’ın yakınlarına doğru yola çıkmıştı.
Derken Bizanslılar saraylarında durum değerlendirmesi yaptılar ve buna değmeyeceğini düşündüler. Bir de bu meydan okuma karşısında da biraz çekindiler. Sonra da işgal planlarını önce ertelediler, sonra vazgeçtiler. Rahip Ebu Amir onları ikna etmeye çalıştı ama ikna edemedi. Ebu Amir’in planı suya düşmüştü. Artık kendi topraklarına geri dönemez hale gelmişti. Çünkü o kendi ülkesini, kendi halkını, Mekke’yi ve Medine’yi işgal etmek için Bizanslıları çağıran, gidip onlarla işbirliği yapan birisi durumuna düşmüştü. Yani mankurtlaşmıştı. Nihayet rahip Ebu Amir Suriye’deki Bizans saraylarında kaldı ve oralarda öldü.
Peygamber Tebük seferinden sonra Medine’ye dönünce ilk iş olarak kendi mescidinin karşısına rahip Ebu Amir’in yaptırmış olduğu tapınak merkezini yıktırdı. Kur’an-ı Kerim’de buna ‘’Mescid-i Dırar’’ denir. Yani temeli takva, sakınma, iyilik duyguları ile değil; zarar vermek için düşmanlık, kin, haset, nefretle atılmış mescit demektir. Mescidi yıktıran Peygamber Medinelilere haber salarak bu tür ihanetlerin affedilmeyeceğini söyledi. Çünkü bu görüldüğü gibi açıkça bir ihanetti. Kendi ülkenizi işgal etmesi için düşman kuvvetleri ile gidip işbirliği yapıyorsunuz. Onlara diyorsunuz ki ‘’gelin ülkemizi işgal edin, ben sizin valiniz olayım.’’ Buna çağımızda her ülke ihanet, vatan hainliği diyor.
Bu hikaye din adamı Ebu Amir’in hikâyesidir. Tarihte ve günümüzde, gerek din adamı olsun, gerek aydın, fikir adamı, siyasetçi, sanatçı, edebiyatçı farketmez böylesi İnsanlara çok rastlayabiliriz. İlla ki onun bir din adamı olması gerekmez. İllaki kafasına deve derisi geçirilip 50 derece sıcaklıkta hafızasını kaybetmesi gerekmez. İnsanların içindeki hasetler, kıskançlıklar, öfkeler, hırslar, dünya düşkünlüğü, makam, mevki, mal, para hırsından dolayı insanlardan kimileri kendi ülkesine, kendi memleketine, kendi coğrafyasına yabancı, hatta düşman hale gelebilir. Kendi halkına saldırabilir, kendi halkından iğrenebilir, kendi ülkesini diğer ülkelerin sömürgesi olarak görebilir. Kendi ülkesinin başka ülkelerin tahakkümü altında ezilmesine ses çıkarmayabilir, bizatihi bunu isteyen biri haline gelebilir. İşte bundan dolayı tarih boyunca Ebu Amir’e benzeyen, onun gibi kendi ülkesine yabancılaşan, kendi halkına düşman hale gelen insanlara mankurt denmiştir.
Size anlattığım da İslam dünyasından mankurt bir din adamı hikâyesidir. Bu mankurtlar kendi halkının kaderini paylaşmazlar. Bu mankurtlar kendi halkına düşman hale gelirler. Bu mankurtlar ülkelerine saldıran düşman kuvvetleri ile işbirliği yapmaktan ve onların tarafında olmaktan hiç çekinmezler. Hırsları, kibirleri, öfkeleri, hasetleri bunu gerektirebilir.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bunun birçok örneklerini görebiliyoruz. Etrafınıza baktığınızda bu tür mankurtlaşmış bir sürü insan olduğunu göreceksiniz. Oysa Ali Şeriati’nin dediği gibi ‘’Aydın kendi halkının kaderini paylaşandır.’’ Yoklukta ve varlıkta halkının yanındadır. Onlara lehte veya aleyhte olan şeyin ne olduğunu, ileride kendilerini nasıl bir tehlikenin beklediğini sürekli haberdar eder ve halkı aç kalıyorsa o da aç kalır. Halkı mutlu oluyorsa o da mutlu olur. Halkı güldüğü zaman güler, ağladığı zaman ağlar. Gerçek anlamda aydın budur.