Esra Yıldızgören’in haberi
Haftalık İslamcı yayın organı Özgün Duruş Gazetesi, bu haftaki sayısında Adilmedya.com yazarlarından İhsan Eliaçık ile ilahiyat profesörü Hayrettin Karaman arasında cereyan eden “İhtiyaç fazlası mal” tartışmasını gündeme taşıdı. Yaşar Yeşil imzasını taşıyan “İslam’da ihtiyaç fazlası malın sınırı nedir?” başlıklı haberde İhsan Eliaçık ve Hayrettin Karaman’ın makalelerinden bölümler aktaran gazete, araştırmacı-yazar Mustafa İslamoğlu’nun konuyla ilgili görüşlerine yer veriyor. Gazetenin başyazarı Ramazan Kayan, kendi köşesinde kaleme aldığı “Servet Sınavı” başlıklı yazısıyla üstü örtülü bir biçimde tartışmaya katılıyor.
Bununla birlikte gazete, “28 yıl önce hazırlanmış bir meal üzerinden süregelen tartışma, İslam’da ihtiyaçtan fazla mal edinmenin haram olup olmadığı, meşru servetin ne anlama geldiği, mülkiyetin sınırları üzerinden yeniden tartışılıyor. Uzmanlar ‘Kur’an, mülkiyete bakışta ne sosyalizmin ve Marksizmin ne de kapitalizmin mülkiyet anlayışını benimser dediler” alt başlığını kullanarak her zaman olduğu gibi sessiz ve derinden bir yaklaşımla yine Abdestli Kapitalizm’den yana tavır alıyor. Hatırlanacağı üzere Özgün Duruş Gazetesi daha önce Davut Özgül’ün “Çitten çatırtıyla geçmek” başlıklı yazı dizisini üç hafta boyunca yayınlamış, İhsan Eliaçık’ı eleştiri yağmuruna tutmuştu. Bu bakımdan gazetenin haberi, mülkiyet meselesinin İslamcı camianın yumuşak karnı olduğunu bir kez daha ortaya koyan cinsten. Gazete önümüzdeki hafta çıkacak olan 63. sayısında konuyla ilgili olarak Hayri Kırbaşoğlu ve Ali Bulaç’ın görüşlerine yer verecek. (Mustafa İslamoğlu’nun görüşleri ve Ramazan Kayan’ın yazısından özetlere haberin son bölümünde yer verdik).
Söz konusu haberi dünkü yayın kurulu toplantısında (11 Kasım Perşembe) masaya yatıran Adilmedya.com, oldukça geniş kapsamlı bir değerlendirmede bulundu. Atilla Fikri Ergun, Kadir Bal ve Mehmet Lütfü Özdemir, Mustafa İslamoğlu ve Ramazan Kayan’ın görüşleriyle ilgili olarak şunları söyledi:
Atilla Fikri Ergun: “Ayetlere takla attırılıyor”
Öncelikle bir noktanın altını önemle çizmek gerektiği kanaatindeyim: Bilindiği gibi Mekke’de peygambere muhalefet ederek hakikatin sesine kulak vermeyi reddedenler servet ve iktidar sahipleri olmuştu. Aynı durum tüm peygamberlerin mücadelelerinde de karşımıza çıkıyor. Hatta bunun da ötesinde bir bütün olarak insanlık tarihi iki sınıf insanın mücadelesine tanıklık eder ki, Kur’an, bu iki sınıfı “müstekbirler/(servet ve iktidara dayanarak) yeryüzünde büyüklenenler” ve “mustazaflar/yeryüzünde zayıf bırakılanlar, ezilip horlananlar” şeklinde tanımlar. Nitekim Kur’an, Allah’ın muradını çok açık bir biçimde ifade ediyor ve diyor ki, “Biz ise istiyorduk ki, yeryüzünde zayıf bırakılanlara lütufta bulunalım; onları yeryüzünde önderler yapalım ve mirasçılar kılalım” (28/5). Dolayısıyla evvel emirde bu dinin kitabı ezilenlerden, zaafa uğratılanlardan, yaşam araç gereçlerinden mahrum bırakılarak köleliğe mahkûm edilenlerden yana taraftır.
Bununla birlikte tartışmanın tarihi köklerine inmekte yarar var. Peygamberin vefatından sonraki gelişmelere baktığımızda iki farklı zihniyetin çatıştığını görüyoruz. Biri servet ve iktidarı esas alan mülkiyetçi görüş, diğeri ise hayatın her alanında adalet ilkesini esas alan, eşitlikçi ve ortaklaşacı yaklaşım. Bir başka ifadeyle hâkim ve mahkûm sınıfın çatışması. Hâkim sınıf, sermayeyi, üretim araçlarını -ki, 7. yy. Arap yarımadasında yegâne üretim aracı topraktı- ve siyasi iktidarı elinde tutan zümredir, mahkûm sınıf ise servet ve iktidar sahiplerinin baskısını her daim üzerinde hissetmiştir. Peygamberin hayatta olduğu dönemde Medine’de böyle bir sınıflaşma yoktu. Ancak peygamberden sonra süreç içerisinde Medine’deki komünal toplum parçalandı ve tekrar sınıflaşma meydana geldi. Hal böyle olunca peygamberin arkadaşları tıpkı bugün olduğu iki görüş etrafında saf tuttular.
Bunlar kimdir? Biri Kureyş’in Müslüman olan eşrafıdır, diğeri ise “Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı, kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan” misali gerek Mekke’de gerekse Medine’de mütevazi şartlarda yaşam sürmüş olan insanlardır. Bunların içinde statüsünü, malını-mülkünü terk ederek diğerleriyle eşit hale gelen Ebu Bekir gibi, Ömer gibi faziletli insanlar da vardı. Kureyş’in Müslüman olan eşrafı peygamberin sağlığında ona samimi bir biçimde sadakat gösterdiler. Özellikle Ebu Bekir ve Ömer döneminde sosyal dayanışma ruhu diri tutuldu ve bunu sağlamaya yönelik yaptırımlar hiç tereddütsüz uygulandı. Örneğin Ebu Bekir, zekâtı vermeyenlere savaş açmıştı. Ancak özellikle üçüncü halife Osman’ın iktidar yıllarında her şey yeniden ters yüz oldu ve parçalanma baş gösterdi.
Bu parçalanmanın taraflarına baktığımızda bir tarafta Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sad b. Ebu Vakkas, diğer tarafta ise Ali b. Ebu Talip, Ebu Zer el-Gıfarî, Ammar b. Yasir ve Abdullah b. Mesud gibi isimlerin yer aldığını görüyoruz. Bugüne gelecek olursak, tartışmanın tarafları açısından durumun hiç de değişmediği gün gibi aşikâr. Bir yanda belli bir maddi geliri olan, havaic-i asliyesini rahatlıkla karşılayabilen, her türlü yaşam araç gerecini elinin altında bulunduranlar, diğer yanda işsizler, aşsızlar, eşsizler veya emeğini satarak geçinen, asgari ücrete talim eden, bir ev sahibi olabilmek için ömür boyu çalışan, kıt kanaat geçinen insanlar. Eğer bugün bize karşı çıkanların bir elleri yağda bir elleri balda değilse, bunlar mütevazı bir hayat sürüyorlarsa sormak lazım: Kardeşim siz mülk sahibi misiniz? Neyi muhafaza etmeye çalışıyorsunuz? Kaybetmekten korktuğunuz şey nedir ki, bu kadar feryad-ı figan ediyorsunuz?
İlginçtir, bu söylemin sahipleri hep aynı şeyi tekrarlayıp duruyorlar: “Kur’an, mülkiyete bakışta ne sosyalizmin ve Marksizmin ne de kapitalizmin anlayışını benimser.” Bunu öne sürenler ne hikmetse İslam’ın üretim ilişkileri, emek, sermaye ve mülkiyet konularında, daha genel bir ifadeyle ekonomi-politik konusunda ortaya koymuş olduğu “üçüncü ve orijinal yolu” bir türlü izah edemiyorlar. Üstelik bu sloganik söylemin sahipleri, bir yandan “Bu beşeri ideolojilerin söylemlerinden birini Kur’an’a giydirmeye çalışmayı beyhude bir uğraş” olarak görürken, öte yandan kırkta bir zekâtla sınırlandırılmış sınırsız mülkiyet hakkını savunarak kapitalizme çanak tutuyorlar.
Nitekim bu durum, söz konusu gazetede meseleye ilişkin görüş beyan eden Mustafa İslamoğlu’nun söylemlerinde tam anlamıyla kristalleşiyor. İslamoğlu, ilginç bir biçimde miras hukukunu özel mülkiyet sahibi olunabileceğine dair delil olarak gösteriyor. Oysa mesele hiç de öyle değil. Ailenin en büyük erkek evladının mirası silip süpürdüğü bir ortamda Kur’an, mirası önce aile içinde dağıtmış, sonra da toplumun geneline yaymıştır. Zira Kur’an, akrabaların, yetimlerin ve yoksulların da mirastan yararlandırılmalarını emretmiştir (4/8). Kaldı ki, kişinin mirastan pay alması, istediği gibi özel mülkiyet edinebileceği anlamına gelmez. Çünkü kişi ihtiyaç fazlası malı elinde tutamaz.
Öne sürülen bir başka delil ise zekâtın farz oluşu. Buna göre zekâtın verilebilmesi için öncelikle mülkiyet sahibi olmak gerekiyor. “Eğer Kur’an mülkiyeti onaylamasaydı zekât farz olmazdı” deniyor. Hâlbuki zekât, mevcut durumun devamını sağlamayı değil, alan-veren ilişkisini bitirmeyi amaçlar. Elinde fazlalık olan ihtiyaç sahibine verecek ve böylece aradaki makas daralacak. Bir noktadan sonra da hiç kimse bir diğerinin sadakasına, infakına, zekâtına ihtiyaç duymayacak. Herkes kendi ayakları üzerinde duracak. Adı üstünde zekât, yani fazlalık. “Zekâtı verin, fazlalığı verin, fazlalıktan arının…”
Bunun yanı sıra İslamoğlu, Kur’an’ın üretim kalemlerini zekâtın dışında bıraktığını, sermayenin atıl durmaması, üretimde olması gerektiğini ve emeksiz kazancın reddedildiğini söylüyor. Bunlar oldukça muğlâk ifadeler. Ne demek üretim kalemleri? Eğer bununla üretim araçları kast ediliyorsa, her şeyden önce üretim araçlarının birilerinin tekeli altında olması başlı başına bir faciadır. Kapitalizm dediğimiz şey de tam olarak budur zaten. Birileri ilâ ahir üretim araçlarının sahibi olacak, diğerleri de onlara ırgatlık edecek. Aksine üretim araçlarının üzerinde tüm toplumun hakkı vardır. Çünkü bunların varlığı kamudan kaynaklanır. Hiç kimsenin olmadığı bir yerde, örneğin çölün ortasında ne gibi bir üretim kaleminden ya da aracından söz edilebilir? “Servet çalışacak, üretimde olacak” ifadesi kulağa çok hoş geliyor. Peki, üretimde olan bu servetin getirisi nasıl paylaşılacak? Eğer “kırkta bir zekâtımı veririm, cipime de binerim” mantığıyla hareket edilecek olursa, servet üretimde kullanılsın ya da kullanılmasın bunun hiçbir anlamı olmaz. Çünkü o servet birilerini Karunlaştırır, üstelik aradaki farkın 39 kat artmasına yarar.
Aynı şekilde faizin haram kılınışındaki hikmetin “emeksiz kazancın önüne geçmek” olduğunu söylemek de sorunu çözmüyor. Bu, havada kalan bir yaklaşım olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmez. Emeksiz kazanç nedir? Örneğin kira yoluyla gelir elde etmek emeksiz kazanç mıdır, yoksa meşru mudur? Bu noktada şunu sormak gerekir: Adamın beş tane evi var, birinde kendisi oturuyor, diğerlerini kiraya vermiş. Uyanık vatandaş gün boyu yan gelip yatarken onun kiracısı olan dört kişi bir ay boyunca ev kirasını çıkarmak için çalışıyorlar. Bunun hükmü nedir? Bu şekilde kira geliri elde etmek caiz midir? Bütün bunlar izaha muhtaç.
Benim tespit ettiğim bir başka ilginç nokta İslamoğlu’nun mülkiyetin mutlak olmadığını, aksine mukayyet olduğunu ifade etmesi ve servetin sınırsızca temerküzünün caiz olmadığını dile getirmesi. Haşr Suresi’nin 7. ayetine gönderme yapan İslamoğlu, Kur’an’ın servet, iktidar ve güç temerküzüne karşı çıktığını söylüyor ve bunların temerküz ettiği yerde Firavunların ve Nemrutların ortaya çıkacağını vurguluyor. Bu, ilk bakışta güzel ve yerinde bir tespitmiş gibi görünüyor. Ancak ilerleyen bölümlerde İslamoğlu bir nevi “hokus-pokus” yaparak servet temerküzünün önündeki engeli bir çırpıda kaldırıveriyor.
Öyle ki, hem “kenz” haramdır diyor hem de yığmayı meşru gösteriyor. “Kur’an’ın ifadesiyle “kenz” yasaktır. Kenz, biriktirmektir. “Altını ve gümüşü kenz edenler, yani yığanlar ve onu infak etmeyenler…” Yığmak değil burada sadece, yığıp infak etmeyenler” diyor. Dolayısıyla işi, “yığın ama infak da edin; eğer yığıp da infak etmezseniz yanlış yapmış olursunuz” demeye getiriyor. İşte bu, kapitalizme abdest aldırmaktır. Muhammed’in getirdiği dinin neresinde infak edildiği takdirde yığmak helal kılınmıştır? Aksine yığmak yasaklanmış, ihtiyaçtan fazla malın infak edilmesi emredilmiştir. Zaten film de burada kopuyor. İslamoğlu, tıpkı Hayrettin Karaman gibi Bakara Suresi’nin 219. ayetine takla attırıyor ve ayette geçen “aff” kelimesinin bildiğimiz af olduğunu, dolayısıyla ayetin ihtiyaçtan fazla malın infak edilmesini gerektirmediğini söylüyor. Üstelik bunu yaparken işin içine biraz da etimoloji katıyor ve deyim yerindeyse “sihirbazlık” yaparak, kelimenin anlamını kaydırıyor. Bu durumda ne diyeceğiz? Böyle buyurdu İslamoğlu(!). Bundan başka söylenebilecek hiçbir şey yok.
Tabii bu zihniyeti rahatsız eden en önemli vakıa peygamberin ölüm döşeğinde 7 dirhemi dahi infak ederek mülksüz ölmesi. Şimdi bunu da ortadan kaldırmak lazım. Aksi halde peygamberin bu sünneti Abdestli Kapitalizm’in önündeki en büyük engel olmaya devam eder. Zira ayetleri tevil edebilirsiniz, ama uygulamanın tevili olmaz.
Şurası çok açık; bu dinin peygamberi mülksüz ölüp gitmiştir. Onun ümmeti olduklarını iddia edenler ise servet ve mülkiyet denizinde yüzüyorlar. Başlı başına çelişki arz eden bir durum. O halde operasyon kaçınılmaz. İslamoğlu neşterini ustaca -aslında acemice- kullanıyor ve “Peygamberimiz bu tavsiyeyi yapmıştır, ama bunu emir olarak algılamamıştır” diyor. Hani sevgilinin tavsiyesi emir telakki edilirdi. Anlaşılan iş mala-mülke gelince her şey bir anda tersine dönüyor ve ortada sevgili mevgili kalmıyor. Bu ne demek? “Onu bağlardı, bizi bağlamaz” demek. Peygamber bu yönde tercihte bulunmuştu ama biz bulunmuyoruz, herkesin tercihi kendine… Pek tabii ardından klasik örnekleri tekrar tekrar pişirerek okuyucunun önüne koyuyor. Yerseniz… “Emir olarak algılamış olsaydı, efendimizin vefat etmeden önce sahabenin ihtiyaç fazlası hiçbir şeye sahip olmaması, efendimizin de buna izin vermemesi lazımdı. Oysaki böyle değil. Yani on bin tane köle azad eden sahabe var. Bin tane askeri, Hz. Osman gibi techiz eden sahabe var. Abdurrahman b. Avf gibi, binlerce askerin ihtiyacını karşılayan sahabe var. Bunlar daha efendimiz yaşarken oluyor. Efendimizin borç aldığı sahabeler var. Hakeza borç aldığı gayri müslimler de var. Dolayısıyla sahabenin, daha efendimiz yaşarken ihtiyaç fazlası elindeydi.”
Şimdi bu oldukça ilginç bir durum. Medine’deki musahiplik (kardeşlik) uygulamasını, peygamberin makas açıldığı anda duruma müdahale ettiğini, örneğin defaatle Abdurrahman b. Avf’ın kervanlarını sıfırlattığını biliyoruz. Ayrıca Osman’ın orduyu techiz etmesi, ihtiyaçtan fazlasına sahip olunabileceğini değil, ihtiyaç fazlasının gerekli yerlere verildiğini gösteren bir durum. Hal böyle iken İslamoğlu kapitalizme abdest aldırmakta ısrar ediyor ve diyor ki, “İhtiyaç fazlası haramdır” diyecek ne ayetin metlulü ne lafzı ne maksadı ne manası ne Allah Rasulünün uygulaması ne de sahabenin uygulamasında bunu doğrulayıcı asla bir şey göremeyiz.”
Hem peygamber bu yönde kişisel bir tercihte bulunmuştu hem de Allah Rasulünün uygulamasında bunu doğrulayıcı bir şey yoktu. Akıllara zarar bir durum. Hem öyleydi hem böyle. İşte bu, peygamberin uygulamasını kaşla göz arasında buharlaştırmaktır. Bu, “yığın yığabildiğiniz kadar” demenin Müslümancasıdır. Bu durumda kapitalizmden şikâyetçi olmanın herhangi bir anlamı yok. Hatta tam tersine bu düzene ayak uydurmak gerek. Aksi halde adama enayi derler.
İslamoğlu bununla da yetinmeyerek Ebu Zer’i bir nevi “mahallenin delisi” mesabesine indirgiyor. “Ebu Zer Mekke’de yoktu, peygamberin tedrisatından geçmemişti, Bedir’e, Uhud’a katılmamıştı, duruşu kişiseldi, Allah Rasulü sahabeyi men etmezken, Ebu Zer men etmeye kalkmıştı…” Sizin anlayacağınız Ebu Zer işe yaramaz adamın tekiydi, kuyuya öyle bir taş attı ki, 14 asırdır hiç kimse çıkaramıyor. O gün Ebu Zer’i çöle gömen zihniyet, bugün aynı şekilde onu yalnızlaştırmak, ortaya koyduğu onurlu duruşu boşa çıkarmak istiyor. Hem de gerek bunları söylemezden önce gerek söyledikten sonra ona övgüler dizerek yapıyor bu işi. Önce “Allah Rasulünün kişisel tercihini Ebu Zer’de görüyoruz. Ebu Zer’in tavrı ve tarzı da böyle olmuştur…” diyor. Hani Ebu Zer Allah Rasulünün tedrisatından geçmemişti? Nasıl olur da Allah Rasulünün tedrisatından geçmeyen bir adam mülk konusu gibi en can alıcı konuda onun kişisel tercihinden yana hareket eder ve nasıl olur da peygamberin tedrisatından geçen diğerleri onun tercihinin aksi yönünde tutum ve davranışlar ortaya koyarlar? Bu başlı başına çelişki arz eden bir durum. Bu noktada Ebu Zer’in Ashab-ı Suffe’den olduğunu da hatırlatmak gerekir. Dolayısıyla Ebu Zer, peygamberin tedrisatından fazlasıyla nasibini almış bir sahabedir.
Şimdi devamına bakalım: “Peki, Ebu Zer’in bu davranışını ve bu görüşünü bugün biri çıkıp da savunsa ne diyeceğiz? Ebu Zerî diyeceğiz. O da Ebu Zer yolunda diyeceğiz. Ben İslam yolu üzerindeki bu çizgilerin devam etmesinin birçok hayırlara vesile olduğuna inanıyorum. Onun için bu çizgiyi de birileri savunmalı diyorum. Çünkü bu çizginin de yüreğini teskin ettiği bir insan kitlesi var. Bu çizginin de İslam’ın güzelliğini yüreğine soktuğu bir kitle var. Yani gönlü sosyalizme yakın olanlar, eşitlikçiliğe doğuştan yakın olanlar, bunu bir varoluş problemi haline getiren insanlara verilecek mesajımız da vardır. Bu mesajı da bu çizgi versin diyorum. Fakat bir şartla; hiçbir çizgi kendi savunduğunu, kendi anlayışını mutlaklaştırmasın, diğer anlayışları ötekileştirip şeytanlaştırmasın.”
Çelişki üstüne çelişki. Hem şazdır, tekildir, peygamber men etmediği halde men etmiştir hem de bu çizgi devam etsin… Ne şiş yansın ne de kebap yaklaşımının tipik bir örneği…
Şeytanlaştırma meselesine gelince: Hiç kimse kusura bakmasın, saflar bu şekilde belirginleşecek. İhsan hocanın yerinde tabiriyle “İtikatta Allah, amelde Mamon olmaz. Ya Allah’a ya Mamon’a tapacaksınız!”
Ramazan Kayan ve Servet Sınavı
Ramazan Kayan’ı iyi tanırım. Belli bir müddet hukukumuz da olmuştu. Ancak bu konuda doğru düşünmediğini, aksine onun da farkında olmadan Abdestli Kapitalizm’e kapı araladığını düşünüyorum. Hoca hem “ahlaki yozlaşmanın mali boyutu toplumsal ifsadın kaynağıdır” diyerek hedonizmden, kapitalizmden ve konformizmden yakınıyor hem de mülk edinme kurallarından söz ediyor.
Öncelikle basit bir kapitalizm tanımlaması yapmamız ve bu meselenin altını kalın çizgilerle bir kez daha çizmemiz gerek. Kapitalizm sermayeye, hür teşebbüse ve özel mülkiyete dayanan bir piyasa düzenidir. Peki, bu durumda hem İslam’dan hem de havaic-i asliye dışında mülk edinmekten, mülk edinme kurallarından nasıl söz edilebilir? Hocaya mülkün doğası, üretim ilişkileri, emek ve sermaye konuları üzerinde düşünmesini tavsiye ediyorum.
Bununla birlikte hocanın eleştirilerden epey rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Zira hoca “Bir şeye daha dikkat etmek gerekiyor; bu konuda sürdürülen tartışmalarda kutuplaşmaya, sınıflaşmaya, çatışmaya, kategorize etmeye götüren bir dil, hikmetli ve isabetli bir dil olmasa gerek. Bize düşen, uyarıcı, ıslah edici, irşad edici bir uslubu ve usulü sürdürmektir. Bize ait olmayan bir literatürle kendimizi doğru ifade edemeyiz” diyor.
İnsanlık tarihi boyunca yeryüzünde iki sınıf insanın varlığı söz konusu iken, yaşadığımız ülkede aç-tok, zengin-fakir, emek-sermaye çelişkisi had safhaya ulaşmışken, hatta cemaatlerin kendi içinde dahi makas günden güne açılırken, hangi kutuplaşmanın, sınıflaşmanın ya da çatışmanın zararından söz ediyorsunuz? Zarar veren zaten vermiş. Birileri “mülkiyet” adı altındaki hırsızlığa meşruiyet kazandırarak rızık kaynaklarını tekeline almış, yağmalamış, kamunun malını talan etmiş; diğerleri ise açlığa, yoksulluğa, sefalete sürüklenmiş. Şu halde hoca, sınıf çelişkisi dediğimiz şey üzerinde de etraflıca düşünmeli.
Bir yanda mustazaflar diğer yanda müstekbirler olacak, birileri günde beş vakit namaz kılıp asgari ücretle işçi çalıştıracaklar, iktidara yamanacaklar, ihalelerden pay kapma yarışı içine girecekler, bir yandan “Kur’an’dan ne sosyalizm ne de kapitalizm çıkar” derken, öte yandan Kur’an’dan ve peygamberin uygulamalarından fiilen kapitalizm çıkaracaklar; diğerleri asgari ücrete talim edecekler, kıt kanaat geçinebilmek, başlarını sokabilecekleri bir ev sahibi olabilmek için ömür boyu ırgatlık, amelelik yapacaklar ve orada kutuplaşma, sınıflaşma, çatışma olmayacak. Üstelik köleleri boyunduruklarından kurtarmak için gelmiş olan din bu konuda hiçbir şey söylemiyor olacak, “Hepimiz Müslümanız, kardeşiz” türünden bir nevi uyuşturucu işlevi görecek. Kusura bakma hocam, bizim üslubumuz ve usulümüz böyle. Gerektiğinde daha da sertleşeceğiz. Ebu Zer’in çığlığı mülk sahiplerini korkutmaya devam edecek.
Hoca bu noktada şunları da söylüyor: “Belki bu bağlamda şunu da gündem etmemiz gerekiyor. Zengin-Fakir tartışmasını içe yönelik sürdürürken, dıştan gelen; yeryüzü kaynaklarına yönelik emperyalist güçlerin işgal ve istilasına karşı direniş bilincimizi ve direncimizi dinamik tutmak… Yeryüzünün halifesi olan bizler, özellikle İslam coğrafyasında son iki yüzyıldır yerli iş birlikçilerinin de desteği ile sürdürülmekte olan ümmetin zenginliklerini talan ve imha operasyonlarına karşı nasıl bir tedbir düşünüyoruz? Evet, bu konuda nerede duruyoruz? Mülk tartışmalarının kişisel olanına takılı kalmadan, küresel ifsadı da görebilmek…”
Anlaşılan hoca bizim bu tartışmayı içe yönelik bir biçimde sürdürdüğümüz zannına kapılmış. Hayır, biz tartışmayı içe dönük olarak sürdürmüyoruz; söylediklerimiz genele yönelik olmakla birlikte yaşadıkları toplumun vicdanı olmaları gereken insanların tam tersi bir tutumla Karunlaştıklarını, bu bakımdan peygamberin getirmiş olduğu dinle uzaktan yakından herhangi bir ilgilerinin kalmadığını ifade ediyoruz.
Bunun yanı sıra hoca, öncelikle temel sorunun kapitalizm olduğunu unutmuş görünüyor. Zira kapitalizm kaçınılmaz olarak emperyalizme dönüşmek zorunda. Bugün “İslam coğrafyası” adı verilen topraklarda -ki, ben bu isimlendirmeye de karşıyım- yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalayanlar küresel çapta mülkün değil de başka bir şeyin mi peşindeler? Küresel ifsadın en önemli ayağını çok uluslu şirketler oluşturmuyor mu? Kavga neyin kavgası? Savaşlar ve işgaller silah tacirlerini zengin etmiyor mu? Küresel kapitalizm neyle ayakta duruyor? Dolayısıyla biz tam olarak bunun karşısında yer alıyoruz. Bu bakımdan meseleyi mülk bağlamından kopararak kuru bir inanç kavgasından ibaret zannetmek ve bu doğrultuda tali meselelere takılıp kalmak, tarih boyunca süregelen kavgayı ekseninden kaydırmak olur ki, bunun vebalini ne hoca yüklenebilir ne de bir başkası.
Sonuç olarak şunları söylemek istiyorum: “İslamcı camia”da taşlar tam anlamıyla yerinden oynamış durumda. Zira tartışma, boyutları ve yarattığı derin etki itibariyle İslamcı camia açısından bir “dönüm noktası” niteliğinde. Birbirlerini tekfir edenler dahi ortaya koyduğumuz söylem karşısında tek yürek oluveriyorlar. Dolayısıyla İslamcı camia iki farklı düşünce etrafında saflarını netleştiriyor. İki testiden biri kırılacak. Ve bu sefer kazanan biz olacağız.
Kadir Bal: “Aşağıdakilerden hangisi aşağıdadır?”
Öncelikle ezberler şöyle kuruluyor: “Marxism veya Sol der ki: Mülkiyet yoktur. Kapitalizm ise mülkiyeti biriktirmeyi ve yığmayı ister. İslam ise ikisi de değildir. Peki nedir? İslam der ki “Kişi hem zengin olacak, ama malını-mülkünü de yoksullarla paylaşacak.”
İlk bakışta iki beşeri ideolojiden kendisini ayırmış bir yorum gibi gözüküyor değil mi? Yani birisi hem malını-mülkünü paylaşacak hem de zengin kalmaya devam edecek(!)
Bu nasıl bir paylaşımdır ki, yoksulu hep yoksul bırakırken, zengini hep zenginleştirmektedir?
Bunun pratiği bu dünyada yaraları kapatmakta mıdır, yoksa azgın üretim ve azgın tüketim sarmalında insanları oyalamakta mıdır?
İhtiyaçtan fazlası bir insanın elinde ne arar? Sermaye olması ve istihdam içinse bu istihdam niçin hep patronun malına mal katarken, emekçinin kederini, derdini artırmakta?
Bu gerçekler sizin anlattığınız dinle uyuşmuyor, sokakta yaşananlar bahsettiğiniz teolojik manevralar karşısında tokat gibi patlıyor adamın yüzünde. Görmüyor musunuz? Ne yazık ki, yoksulluk gerçeğinin karşısına “kırkta bir”ci zenginle çıkmaya kalkıyorsunuz.
Kapitalizme özgü yoksulluk ile kapitalizm öncesi toplumsal yapılara özgü yoksulluğun en temel ve en önemli ayrım noktası, kapitalizm öncesi toplumlarda yoksulluğun gerçekten yoksulluğa dayanıyor olmasıydı. Oysa kapitalizmin ürettiği yoksulluk, tam da mal varlığıyla birlikte üretilmiş ve mal varlığının sebebi olarak ortada durmaktadır. Bu nedenle kapitalist bir sistem içerisinde yapılacak olan bir yoksulluk analizi, mutlaka bu temel noktaya, zenginliğin sebebi olarak yoksulluğa ve yoksullaştırma mekanizmalarına dikkat çekmek zorundadır. Aksi takdirde ortaya konan çaba, çözümü ötelemeye hizmet edecektir.
Yani “İslam kapitalizm de değil, komünizm de değildir” demek sadece size karizmatik bir laf ettirmiş oluyor. Pratikte ise evleriniz yoksulların semtlerinde değil, yoksulların çocukları ise sizin çocuklarınızla aynı kolejlerde değiller. Sizin hanımlarınız ikinci arabayla sosyal faaliyetlerde koşuştururken, emekçilerin eşleri oturduğunuz sitelerdeki apartmanların merdivenlerini silmekte. Siz işinize son model arabalarınızla gidip gelirken, diğer insanlar metrobüslerde, tramvaylarda, minibüs duraklarında işe yürüyen konserve olarak gidip gelmekteler.
Bir emanetçi zümre: “ESH” topluluğu
Mülkiyetçiliği “emanet” kavramıyla makyajlamak, mülkiyeti zenginlerin tekelinden kurtarmaz. Zira “Emanet Sever Hacılar” (ESH) topluluğu üretmekse amacınız, mülk Allah’a aittir, ama emanetçisi ne yazık ki, yine aynı zümrelerdir.
Anti-komünizm sopasını eşitlik isteyenlerin karşısına çıkarmanın âlemi yok. Neden mi? Zira mülkiyetçiliğe yapılan itiraz komünizmin ayırt edici özelliği değildir. Komünist manifesto şöyle söyler:
“Özel mülkiyeti ortadan kaldırmak istiyoruz diye dehşete düşüyorsunuz. Oysa sizin mevcut toplumunuzda nüfusun onda dokuzunun özel mülkiyeti ortadan kaldırılmış durumda; özel mülkiyetiniz ancak onda dokuzun buna sahip olmaması sayesinde ayakta duruyor. Demek ki, bizi suçlamanızın nedeni, toplumun ezici çoğunluğunun mülksüz olmasını zorunlu koşul olarak ortaya koyan bir mülkiyeti ortadan kaldırmak istememiz.”
Oysa pratik hayatta hiçbir şey sizin söylediğiniz gibi gerçekleşmiyor.
Bunu anlamak ve itiraz etmek için Marksizm kılıfını İslam’a giydirmeye ihtiyacımız yok. Lakin sizin bu “İslami-Sol” gibi ithamlarla var olan sınıf uçurumunu meşrulaştırmak gibi bir fonksiyonunuz olduğu çok açık bir biçimde ortada.
Ebu Zer, ah Ebu Zer!
Mevcut İslamcı yayın organlarında defaatle kendisine ayar çekilen Ebu Zer, hâlâ aramızdaki tartışmaların odak noktası. Bu nedenle sürekli bir biçimde önemsiz, tekil, şaz, sıradan, eğitimsiz, dengesiz, kerameti kendinden menkul birisi olarak takdim edildi. Hatta olmadı, orta sınıf bir burjuva bile yapıldı. O kadar önemsiz, görüşlerinde yalnız kalmış, sıradan birisiydi ki, ardından 1400 yıl sonra bile yattığı yerden ortalığın karışmasına sebep oluyor. O nasıl bir şahsiyettir ki, gömüldüğü yerden çığlık çığlığa haykırarak bugün dahi ihtiyaçtan fazla malı meşrulaştıranların yakasına yapışıyor.
Ebu Zer’i karşılarına alamayanların Ebu Zer için düşündükleri formül bir hayli ilginç!
Hem nalına hem mıhına
Önce Ebu Zer’i översiniz, sonra da tekliğine vurgu yapar, aslında tek kalmışlığının sorumlusu olarak yine Ebu Zer’i gösterirsiniz ve olay biter. O her çağa lazım olan bir haykırıştır. Ama… Tabii “ama”sı da var. Nedir o? O da şu:
“Her çağa bir Ebu Zer yeter, ama ikincisi fazla.”
Üstelik siz bu sözleri yüzlerine söylediğiniz yüksek öğrenim öğrencilerinden, cemaatinizden, okuyucularınızdan vahyi hayatın merkezine alan, hayatı vahiyle inşa eden, “Modern dünyanın en’leri”ne karşı dikkatli olan insanlar olmalarını beklersiniz. Heyhat! Ne cüret!
O çok itiraz ettiğiniz Auguste Comte’lerin kartezyen felsefesi hayatı parçalamıştır. Kutsal ve seküler olarak her şeyi ikiye ayırmıştır. Lakin siz de halkı Auguste Comte’e inat kartez/yenik bir mülkiyetçilikle parçalarsınız. Sizin ekonomi-politik kartezyeninizde toplum ontolojik olarak “zengin” ve “yoksul” olarak ikiye ayrılır. Bu ontolojinin teolojisi ise, Yaratıcı’yı “imtihan” gerekçesiyle dilediğini zenginleştiren dilediğini de yoksullaştıran bir Tanrı olduğu için över.
Böylesi bir Yaratıcı’ya inanan insanlar, mülk ve iktidara kavuştuklarında, Belediye ihalelerini dilediklerine veren, dilediklerini TRT’ye yerleştiren, dilediklerinin de önüne taş koyan insanlar olurlar. Değişen tek şey mülk ve iktidar atına binen binicilerdir. Mülk ve iktidar yine ezilenlerden yana değil, ezenlerden yana olmaktadır.
Bakara 219. ayetteki “AF” tavsiye öyle mi? Yani “ananızın ak sütü kadar helal” olan bir tavsiye, ama ahlaki bir tavsiye sadece; o kadar! Peki, bu tavsiyenin cezası neden cehennem tehdidi? Tehdidin korkunçluğu oranında tavsiyenin de emir telakki edilmesi gerekmez mi? Niçin iş bölüşmeye gelince kişinin tercihine bırakılıyor ve zenginleri ürkütmeyen bir tavsiye olarak nitelendirilip kuşa döndürülüyor?
İhsan Eliaçık ve diğer Ebu Zerîler bunu sordukları zaman anti-komünizm sopasıyla tehdit ediliyorlar. Servet=iktidar demek iken ne yazık ki, kartezyenci zihniyet serveti onaylıyor ama servetten doğan iktidar ve gücün temerküzüne itiraz ediyor. Oldu mu şimdi bu? Servet zaten iktidar ve gücü de beraberinde getirmez mi? Hangi iktidar ve güç temerküzünün geri planında servet yoktur?
“Zinaya yaklaşmayın” ayetinin tefsirinde “Kur’an’da zina yapmayın demez, zinaya yaklaşmayın der. Çünkü zinaya yaklaşmak zina yapmanın da önünü açar” denilirken, niçin servet söz konusu olduğunda tavsiyeler emir telakki edilmez ve “servete yaklaşmayın” denilmez. Yani servet içinde olabilirsiniz, ama güç ve iktidar temerküzünde bulunamazsınız öyle mi? Güç ve iktidar servetle iç içe değil midir?
O halde Müslüman zengin olmasın mı?
Olmasın evet. Zengin olursa yoksulluğu da peşinen onaylaması gerekecek. Zira konuşmanın başında da söylediğim gibi zenginliğin sebebi yoksulluk, yoksulluğun sebebi de zenginliktir. Yoksulluk da olmasın zenginlik de. Bunlar bir tahterevallinin iki ucudur. Hangisine binerseniz karşıdaki havada kalır. Bu nedenle zenginden bahsetmek aslında yoksuldan bahsetmektir. Yoksulluğu tartışmaya açmak zenginliği de tartışmaya açmış olmak demektir. O halde niçin şöyle diyemiyoruz:
Kölelik de olmasın efendilik de!
Pranga da olmasın, o prangaları açacak anahtar da!
Sömürü de olmasın ahlaklı zengin de!
Ne oldu, çok mu ütopik geldi? “Ama anlattığın ancak cennette olur” mu diyecek yoksa birileri? Evet, dünya bir cennet provasıdır. Bu işin provası böyle. Dünyayı cennete çevirmek için uğraşıyor olmak, belki de şu Kâbe yolunda yürürken kendisine yolun sonunu getiremeyeceğini söyleyenlere “en azından o uğurda ölürüm” diyen karıncanın hikâyesinin bir tefsiridir. Olamaz mı? Yoksa bir karınca kadar olamayacak mıyız? O halde niçin döner dolaşır bu hikâyeyi tekrar tekrar anlatırız ki?
Son bir soru: Aşağıdakilerden hangisi aşağıdadır?
a) Zenginler
b) Finans kurumlarından danışmanlık maaşı alan hocalar
c) İşçilerin sigortasını yatırmayan ve düşük ücretle çalıştıran İslami kuruluşlar
d) Abdestli Kapitalizm’e çanak tutan anti-komünistler
e) Varoşlar, işsizler, emekçiler, köyleri yakılanlar, dilleri ve dinleri yasaklananlar, yoksullar
Cumhurun ittifakıyla yanlış cevap “e” şıkkı(!)
Mehmet Lütfü Özdemir: “Karunlaşalım inşallah”
Bu slogan, peygamberin söylediği ne varsa tam tersini yapan, kendisine “Müslüman’ım” diyen ancak tam aksine körü körüne bir gelenekçilikle atalar-dedeler dinini ayakta tutan insanlara aittir. Açıktan söylenmese de “Ebu Zerleşmeyelim inşallah” denilerek üstü örtülü bir biçimde ifade edilir. Bu insanlar başlarını sokacakları bir ev, ortalama bir binek, Saliha bir eş, geçinebilecekleri kadar gelir yerine, hanlar-hamamlar, villalar-köşkler, cipler ve milyon dolarlar hayal ediyorlar. Asgari ücretin bir aylık ev kirasını karşılamadığı bir ülkede aylık 3-5 bin liraya burun kıvırarak milyon dolarların hayalini kuruyorlar. Zira bu kafa, ihtiyaçların sınırsız olduğunu savunuyor. Ben bu noktada İhsan hocanın tespitini gayet yerinde buluyorum. Hocanın sahih rivayetlerden çıkardığı verilere göre, bir insanın temel ihtiyaçları şunlardır:
(Ortalamasından) bir ev, bir binek (araba) salih/saliha bir eş, yıllık 4 bin dirhem (aylık 3-5 bin TL) gelir. Dolayısıyla bunları alabilecek, evirip çevirebilecek bir iş, ticaret, ortaklık vs. meşrudur. Din, bunlara “temel ihtiyaç” diyor, “mülkiyet” demiyor. Kur’an “Lehü’l-Mülk” derken yani “Mülk Allah’ındır” derken şunu söylüyor: “Mülk Allah’ın/kamunun/toplumun/tüm insanlarındır.”
Egolarına, ihtiraslarına, cimriliklerine ve bencilliklerine set çekemeyenler, ayetleri teolojik zeminde ele alıyorlar ve işi yukarıya havale ederek Allah’ın arzında fütursuzca mülk ediniyorlar. İşte yoksulluk bunun kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca burada enteresan bir iddia var; “emanetçilik” iddiası. Madem iş emanetçilikten öte başka bir şey değil, o halde yıllardır birilerinin “emanetçisi” olduğu şeylere biraz da yoksullar, fakir-fukara, garip-guraba emanetçilik yapsın.
Oysa şu rivayet mülkiyetçi zihniyetin akıbetini gözler önüne seriyor: “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun onlar zararda! Ey Allah’ın Rasûlü, annem babam sana feda olsun, onlar kimlerdir? dedim. Dedi ki: Onlar mal yığanlardır! Ancak -eliyle ön, arka, sağ ve sol taraflarını göstererek- şöyle şöyle bol bol verenler müstesna dedi ve hemen ilâve etti: Böyleleri ne kadar az!” (Ebu Zer’den Müslim, Zekât, 301, (590); Buhârî, Eymân 3, Zekât 43; Tirmizî, Zekât 1, (617); Nesâî, Zekât 2, (5, 10-11).
Aynı şekilde Kur’an, ihtiyaçtan fazla malı haram kılmıştır. Özel mülkiyet Müslüman’a haramdır, hatta hırsızlıktır. Mülk Allah’ındır! Bundan fazlası biriktirilemez, ancak infak edilir, paylaşılır, bölüşülür. Müslümanlar kişisel refahı, voli vurmayı ve mal yığmayı değil; toplumsal kurtuluşu ve dayanışmayı esas almak zorundalar.
Karunlaşalım, mal yığalım, biriktirelim, bu şekilde davranmayanları, hatta bu şekilde davranmanın yanlış olduğunu söyleyenleri yok edelim mantığı güden zihniyet, Allah’ı ve kitabını kendi emellerine alet etmiştir. Bu, dini Muaviye’nin bakış açısıyla yorumlamak, Osman b. Affân’ın ve Abdurrahman b. Avf’ın mülk konusundaki yanlış pratiklerini bu yorumu destekleyen uygulamalar olarak araya serpiştirmektir. Bütün bunların yanı sıra, peygamberin hiç söylemediği sözler, özellikle Karunlaşmayı meşru kılan, zenginliği öven sözde hadisler mevcut duruma dayanak yapılmak isteniyor. Üstelik bunu yapanlar “doğrusu budur” deyip kendi yorumlarını ve ifsat edici pratiklerini kendi cemaatlerinden başlamak üzere toplumun geneline dayatıyorlar. Bir süre sonra tüm bu doğru zannedilenler toplum tarafından da kabul görür hale geliyor. Buna karşın yanlışları yıkan, doğru olanı peygamberane bir çığlıkla haykıran insanlar susturulmak isteniyor. Ayetler çok açık, dolayısıyla Kur’an kaçacak hiçbir yer bırakmıyor. Örneğin Ebu Zer’in bayraklaştırdığı bizim de tekrarlayıp durduğumuz Tevbe suresinin 34. ayeti:
“Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını hem haksızlıkla yer, hem de Allah yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini haber ver. O gün biriktirip yığdıkları ateşte kızartılacak ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. ‘İşte bu bencilce biriktirip yığdıklarınız; haydi tadın bakalım’ denecek.” (Tövbe; 9/34)
Bunun neresini tevil edebilirsiniz ki? Bunu yapsa yapsa Ka’bu’l-Ahbar yapar.
Daha risaletin ilk yıllarında “Servet yığma hayallerine kapılma” emriyle misyonunun tekrar tekrar farkına varması istenilen bir peygamber var ortada. Nitekim öldüğünde geride hiçbir şeyi yoktu. Yedi dirheminin de hemen üzerinden alınıp ihtiyacı olanlara verilmesini söylemişti. Bu şekilde başlayan ve sona eren bir risaleti idrak edemeyenler, öldüklerinde bırakın yedi dirhemi, geride milyonlarca dirhem ve küçük baltalarla ancak parçalanabilen altınlar bırakarak tarihe gömüldüler.
Ben şu ayetle bitirmek istiyorum: “Siz yoksulsunuz, Allah’tır zengin olan.” (Muhammed; 47/38).
—————————————————————-
Mustafa İslamoğlu ve Ramazan Kayan’ın konuyla ilgili değerlendirmeleri özet olarak şöyle:
Mustafa İslamoğlu: Ebu Zer’in davranışı ve tarzı tekil kalmıştır
* Kur’an, mülkiyete bakışta ne sosyalizmin ve Marksizmin ne de kapitalizmin anlayışını benimser. Bu beşeri ideolojilerin söylemlerinden birini Kur’an’a giydirmeye çalışmayı beyhude bir uğraş olarak görüyorum.
* Kur’an öncelikle muhatabında bir mülkiyet tasavvuru inşa eder. Bunun için de mülkün, mülkiyetin gerçek sahibinin Allah olduğunu, servetin insana emanet olduğunu söyler. Onun için de “lâm-ı tahsis” ile gelir. “Lehu’l-mülkü’s-semavâti ve’l-ard, Lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadir” gibi birçok ayet “lâm-ı tahsis” ile mülkü Allah’a hasreder.
* Bu ne demektir? Mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Peki, mülkün gerçek sahibi Allah ise, insan mülk sahibi oluyor. Öldüğü zaman mülkünü miras bırakıyor. Varisleri mirasını paylaşıyor. Hatta Kur’an, varislerin mirası nasıl paylaşacağına dair düzenlemeler getiriyor. Mülke taarruz ve tecavüz suç olarak addediliyor ve ceza görüyor. Onun için de hırsızlık, Kur’an’da cezası belirlenmiş bir cürüm oluyor. Çünkü hırsızlık mülke tecavüzdür.
* Eğer Kur’an mülkiyeti onaylamasaydı bu gibi düzenlemeleri de yazmazdı zaten. Mülkiyeti onaylamasaydı miras hukuku olmazdı, feraiz olmazdı. Mülkiyeti onaylamasaydı, faiz hakkındaki düzenlemeler olmazdı. Mülkiyeti onaylamasaydı zekât farz olmazdı.
* Zekât vermek için zaten mülkiyeti kabul etmek lazım. Ama