Zaman zaman farklı konulara değinmekte yarar var. Aksi halde tek boyutlu bir bakış açısı ve kuşatıcı olmayan bir yaklaşım söz konusu oluyor. Böylece farkında olmaksızın hayatın diğer alanlarını hırsızlara terk ediyoruz. Bu nedenle bu yazıda hemen hepimizin muzdarip olduğu bir başka konuyu, eğitim konusunu gündeme getirmeyi uygun buldum. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, burada konuyla ilgili olarak önemli gördüğüm bir-iki noktanın altını çizmekle yetineceğim.
Bugün İslam coğrafyasında -malum, yeryüzünün diğer bölgeleri gâvur coğrafyası(!)- yaşayan halkların geri kalmışlığının temelinde klasik eğitim(sizlik) anlayışı yatıyor. Bunun arka planını ise, çağı okuyamama, asli kaynaklara (Kur’an ve Sünnet) yönelik çarpık yaklaşım, yardımcı düşünsel kaynakların gereği gibi değerlendirilememesi, diğer dünya görüşlerini tanımama ve genel olarak okuma kültüründen yoksun bir düşünce yapısının varlığı teşkil ediyor. Ezberci yaklaşımlar, ilk dönemde ortaya konulmuş olan görüşlere sadık kalma düşüncesi, dolayısıyla düşünce üretimine kapalılık, yaşadığımız coğrafyada gelişmeye engel teşkil eden unsurlardan sadece bir kaçı.
Peki, klasik söylemlerin dışında nasıl bir eğitim anlayışına sahip olunmalı? Bu noktada öncelikle Hz. Ali’nin veciz bir sözünü gündeme getirmekte yarar var: “Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” Dolayısıyla düşünsel ve ahlaki açıdan sağlıklı nesiller yetiştirebilmek için öncelikle Hikmet ve Basiret’e ihtiyacımız var. Bir başka ifadeyle sebep-sonuç ilişkileri arasında doğru bir biçimde bağ kurmak ve ileriyi görerek hareket etmek eğitim konusunda ortaya konulacak yaklaşımın temelini teşkil etmeli. Bu bakımdan takip edilecek eğitim metodunun gelecekte ne gibi olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurabileceğini iyi hesap etmek durumundayız. Zira bir atasözünde de ifade edildiği gibi “ağaç yaşken eğilir”. Bunu şu şekilde örneklendirmek mümkün: Bir mobilya atölyesinde sunta kestiğinizi ya da bir terzihanede kumaş biçtiğinizi düşünün, başlangıçta yapılan 1 milimlik hata ileride 10-15 santim gibi oldukça büyük bir sapmaya sebebiyet verecektir.
Her konuda olduğu gibi bugün eğitim konusunda da karşımıza amaç-araç ikilemi çıkmakta. Meseleye insani açıdan yaklaşırsak, eğitimin de tıpkı diğer olgular gibi insanın ahlaki ve zihni tekâmülünü hedefleyen, dolayısıyla onu nihai hedefe yürüme noktasında donanımlı hale getirmeyi amaçlayan bir araç olduğu sonucuna varırız. Bir başka ifadeyle eğitim, insana ahlaki bilinç ve fazilet (erdem) kazandırdığı oranda gerçek eğitim hüviyetini kazanır. Bunun dışında bireylere salt bilgi yüklemenin dışında hiçbir anlam ifade etmez. Böyle bir durumda bilgi, doktorun elindeki ilaç olmaktan çıkarak katilin elindeki cinayet aletine dönüşmektedir. Bugün itibariyle sanayi, bilim ve teknoloji alanında ilerleme kaydetmiş ülkelerin dünya genelindeki iktisadi, siyasi ve askeri hareketlerine baktığımızda bunu gayet açık bir biçimde müşahede ediyoruz. Dolayısıyla günümüzün ahlaki değerlerden soyutlanmış eğitim anlayışı, insanı insan olmaktan çıkarıp onu diğerlerine karşı üstünlük ve baskı kurmaya iten, deyim yerindeyse onu “tek dişi kalmış canavar” haline dönüştüren tehlikeli bir silah haline gelmiştir.
Bu nedenle günümüz dünyasında eğitimin insana “eşref-i mahlûkat” hüviyeti kazandıran bir araç olduğunu ortaya koyacak genel bir örnekliğe ihtiyaç duymaktayız. Ancak ne yazık ki, bugün itibariyle İslam dünyası bozulmamış bir ilahi kaynak ve bu kaynaktan neş’et eden insani bir kültür gibi bu konuda gerekli olan tüm temel dinamiklere sahip olduğunu iddia etmesine karşın kendi içinde bu tür bir örneklik ortaya koymaktan oldukça uzak görünüyor.
Bu noktada sorulması gereken en can alıcı soru “Ne yapmalı ve nasıl yapmalı?” sorusudur. Öncelikle mevcut iktisadi ve siyasi şartlar itibariyle mevcut eğitim sisteminin ihtiyaçlarımıza cevap ver(e)mediğinin altını çizelim. Bunun gerçekleşebilmesi için oldukça uzun bir süreç gerekiyor. Ayrıca benim burada eğitimden kastım sadece yeni nesiller yetiştirmeye yönelik değil, yediden yetmişe her yaştan insanı içine alan genel bir olgu. Zira İslam nokta-i nazarından eğitim, “Beşikten mezara kadar” devam eden kesintisiz bir süreçtir. Bu nedenle söz konusu eğitim faaliyetlerini ilkin kendi içimizde gerçekleştirmek bizim için kaçınılmaz bir zorunluluk.
Bu bakımdan öncelikle kesintisiz bir okuma seferberliğine gereksinimimiz var. Zira yaşadığımız coğrafyada şifahi kültürün etkisi zaman zaman yıkıcı boyutlara ulaşan bir tahribatı da beraberinde getiriyor. Bu nedenledir ki, ülkemizde okuma oranı bir hayli düşük. Dolayısıyla ilkin şifahi kültürün etkisinden sıyrılarak ciddi okuma faaliyetleri gerçekleştirilmeli, ancak bu tek taraflı bir okumadan öte çok yönlü bir okuma faaliyeti olmalıdır. Bu noktada temel kaynakların (Kur’an ve Sünnet) güncelleştirilerek okunmasının yanı sıra, tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikoloji, iktisat ve siyaset bilimiyle birlikte Batı düşüncesini -bu ifadeyi düşünceyi kamplara bölmek için değil, meselenin anlaşılması için kullanıyorum- tanımaya yönelik okumalar iyi bir başlangıç için yeterli olacaktır. Bununla birlikte bu alanlarda düzenlenecek çok yönlü alternatif eğitim programları ve buna bağlı olarak araştırma sahalarının genişletilmesi elzemdir. Aksi halde tek yönlü eğitim faaliyetlerinin geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de birtakım ciddi problemlere sebebiyet vermesi kaçınılmaz.
Müslüman dünya için eğitim konusunda problem teşkil eden unsurların başında hal-i hazırda takip edilmekte olan klasik ders metodu yer alıyor. Aslında bu, “totaliter Allah” tasavvurunun ve varlığı belli bir hiyerarşi biçiminde algılamanın eğitim alanındaki yansımasından başka bir şey değil. Hocanın hâkimiyetini/otoritesini esas alan, dolayısıyla devamlı surette birilerinin konuştuğu/ders anlattığı, diğerlerinin ise dinleyici olduğu klasik metodun doğal bir sonucu olarak kendilerini ifade etme yeteneğinden yoksun kalan bireyler dar bir çerçevede hareket etmek zorunda kalırlarken bu, zaman içerisinde düşünce üretemeyen, başkalarının aklına muhtaç, kişiliksiz bir toplum yapısının oluşmasına da zemin hazırlıyor. Bu nedenle bugün katılımcı bir ders metoduna ihtiyaç duyuyoruz. İlginçtir ki, bir yandan “klasik” tabirini kullanırken diğer yandan yaklaşık 1300 sene önce Ebu Hanife’nin katılımcı bir ders metodu takip ettiğini görüyoruz:
“İmam dersi doğrudan anlatmaz, aklına gelen konulardan birini öğrencilerine soru şeklinde aktararak konunun dayandığı esasları açıklardı. Sonra öğrencileri onunla tartışırlardı ve herkes kendi görüşünü ortaya koyardı. Öğrencileri bazen ona katılırlar, bazen de onun içtihadına karşı çıkarlardı. Kimi zaman ona karşı seslerini yükselttikleri dahi olurdu, konuya her açıdan göz atıldıktan sonra Ebu Hanife, tartışmanın sonucundan doğan görüşü ortaya koyar ve bu görüş bağlayıcı son söz niteliğinde olurdu… Ebu Hanife’nin çağdaşı olan Mis’ar b. Kidam onun derslerini şöyle anlatır: “Öğrencileri sabah namazından sonra kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere dağılırlar, sonra yine biraraya gelirlerdi. Ebu Hanife de gelip yerine oturur ve “Sorusu olan, tartışmak isteyen?” diye sorardı, onun getirdiği delillerden dolayı sesler öylesine yükselirdi ki… Şüphesiz böyle bir metodu ancak büyük bir ruh ve güçlü bir kişiliğe sahip olanlar uygulayabilirler. Çünkü böyle bir metot uygulamak hocanın öğrencilerin seviyesine inmesini gerektirir. Böyle bir durumda hem hocalık vasfını korumak hem de öğrencilerin seviyesine inmek ancak yüksek karakterli, büyük insanların kârıdır. Böyle bir metot hem öğrenciyi daha iyi bilgilendirir hem de hocanın görüşlerinin pekişmesini sağlar. Hocaya olan faydası, öğrenciye olan faydasından daha az değildir. Ebu Hanife’nin bu ders metodunu devam ettirmesi, ömrünün sonuna kadar bir ilim araştırıcısı ve öğrencisi olmasını sağlamıştır. Bu sayede onun ilmi sürekli olarak artmış ve düşüncesi sürekli olarak gelişmiştir.” (Muhammed Ebu Zehra; Mezhepler Tarihi – İmam Ebu Hanife’nin ders verme metodu, s. 349-350) Sanırım bu örnekle ders metodu hakkında ne demek istediğim daha iyi anlaşılmış oldu.
Eğitim konusunda gündeme getirmek istediğim bir başka husus mevcut yapının sadece teori üzerine bina edilmiş olmasıdır. Oysa eğitim, teori ve pratikten oluşan iki yönlü bir olgudur. Peygamberlerin hayatlarına baktığımızda bu gerçeği bütün çıplaklığıyla müşahede ediyoruz. Öyle ki, peygamberler bir yandan tebliğ görevini ifa ederken diğer yandan da yaşam içerisinde canlı bir örneklik teşkil etmişler, bunun da ötesinde neyin nasıl yapılacağını takipçilerine uygulamalı olarak öğretmişlerdir. Zira peygamberler hakka şahitlik/tanıklık etmekle yükümlüdürler, bunun anlamı ise hem söylem hem de eylem boyutuyla hakikatin temsil edilmesidir. “Hz. Peygamber vahiyle donanmış, hikmetle bezenmiş bilge bir muallimdir. Bazı rivayetlerde kendisinin de söylediği üzere o, muallim olarak gönderilmiştir. İbn-i Mes’ud’un ifade ettiği gibi, Resulullah hayrın başlangıçlarını da sonuçlarını da öğretmiştir. O, hayatın her alanında, insanlara faydalı olduğunu düşündüğü pek çok şeyi ashabına öğretmişti. Hatta Hz. Peygamber’in en ince ayrıntılara varıncaya kadar birçok şeyi öğretme cihetine gitmesi müşrikler tarafından bir hayli yadırganmıştır. Nitekim Selman-ı Farisi’ye “Sizin peygamberiniz, tuvalet yapış tarzınıza kadar size her şeyi öğretmiş öyle mi?” şeklinde alaycı bir soru yönelttiklerinde o, “Evet” dedikten sonra bu konudaki talimatları sıralamıştı. Hz. Peygamber bu tür detayları öğretirken “Ben size bir babanın evladına öğrettiği gibi öğretiyorum”1 demekteydi.” (Dr. Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet anlayışı, s. 101-102). Bu örnekten de anlaşılacağı gibi eğitim, a’dan z’ye hayatın tüm alanlarını kapsayan, teori (söylem) ve pratikten (uygulama/eylem) oluşan iki boyutlu bir sistematiktir. Bunun ötesinde hayata yansımayan/pratiği olmayan bilgiler demeti söz konusudur.
Bununla birlikte eğitim, öğretici konumundaki insanların geniş bir bakış açısına sahip olmalarını ve öğrenci konumunda olan diğerlerine hoşgörü ve anlayışla yaklaşmalarını gerektirir. Zira muhataplarına sürekli eleştiride bulunma ve kızgınlık hali öğreticilik vasfını gölgelemekte, bunun da ötesinde kişilerin öğrenmeye karşı ilgilerini azaltmakta, onları eğitimden soğutmaktadır. Yine peygamberden bir örnekle konuya açıklık getirelim:
“Aksıran birisine namazda “Allah sana merhamet etsin” dediği için sahabenin sert bakışlarına ve omuz darbelerine hedef olan bedevi Muaviye b. Hakem es-Sülemi namaz bittikten sonra Hz. Peygamber’in kendisini çağırdığını ve namaz içerisinde insanların sözlerinden hiçbir şeyi söylemenin doğru olmayacağını, zira namazın, tesbih, tekbir, tehlil ve Kur’an okumaktan ibaret olduğunu hatırlattığını söyledikten sonra “Anam, babam ona feda olsun, vallahi ondan daha hayırlı bir öğreticiyi asla görmedim. Vallahi beni ne eleştirdi, ne de bana kızdı.”2 demektedir. Yine Ramazan içerisinde yaptığı zıharı bozduğu için kavmi tarafından bir hayli eleştirilen Seleme b. Sahr el-Beyazi adlı fakir sahabi, Hz. Peygamber ile görüşüp durumunu ona arz ettikten ve meselesini hallettikten sonra kavmine dönerek şöyle diyor: “Ben, sizde dar görüşlülük ve anlayışsızlık, Resululllah’da ise hoşgörü ve anlayış buldum.”3 (Dr. Bünyamin Erul, a.g.e)
Son olarak meselenin meslek edinme boyutuna değinmekte fayda var. Bilindiği gibi meslek sahibi olmak insanın hayatını başkalarına muhtaç olmadan idame ettirebilmesi açısından büyük önem arz etmektedir. Ancak ne yazık ki, yaşadığımız coğrafya -özellikle Türkiye- tam bir mesleksizler yurdu haline gelmiş durumda. Dolayısıyla ahlaki ve zihinsel eğitimin yanı sıra meslek eğitimi konusunda da yeni açılımlara ihtiyacımız var. Aksi halde ahlaki ve zihni açıdan her ne kadar kaliteli olursa olsun meslek sahibi olmayan bireylerin mevcut sistem içerisinde ayakta kalmaları hemen hemen imkânsız. Bu nedenle ana meslek dallarında düzenlenecek kurslar ve seminerler bu açığı kapatabilme noktasında başlangıç teşkil etmelidir.
Sonuç itibariyle eğitim, insan hayatının temelini teşkil eden ana unsurdur. Bunun dışında insanın yeme-içme ve barınma gibi diğer temel ihtiyaçları bağlamında hayvanlardan pek fazla bir farkı kalmıyor. Bu bakımdan eğer “yeniden diriliş”ten ve “öze dönüş”ten söz edilecekse öncelikle tam teşekküllü bir eğitim seferberliği başlatmak ve bu doğrultuda gerekli kurumların ihdas edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun ötesinde değişen hiçbir şey olmayacak, zira “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.” (13/11)
Ne dersiniz, “Diriliş ve öze dönüş için önce eğitim” diyelim mi?
Esenlikle…
(Değirmen Dergisi’nin 2008 Şubat sayısında yayınlanan “Diriliş Eğitimle Başlar” başlıklı makalenin revize edilmiş versiyonudur.)
Dipnotlar:
1- İbn-i Mace, Tahare 16, no: 313, 1. 114
2- Abdurrezzak, 2, 331, no: 3577; Müslim, Mesacid 33, 1. 381-382; Ahmed, 5. 447-448
3- Ebu Davud, Talak, 17, no: 2213, 2. 661-662; Tirmizi, Tefsir, 59, no: 3299, 5. 406; Ahmed, 5. 436