- Necip Fâzıl Faktörü
Kin, öç almayı amaçlayan ve bunun için fırsat kollayan gizli düşmanlıktır. Öfkenin hiç dinmemesi[1] veya intikâm isteği[2] diye de tanımlanır.[3] Kindâr, “kin tutan, kinci, kinli, kin sahibi” demektir.[4]
Necip Fâzıl, Gençliğe Hitâbesi’nde “Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı[5] bir gençlik” özlemini dile getirir ve Hitâbe’nin sonuna doğru sözlerini “Gerçek Müslümanlığın nasılını ve ne idüğünü her haliyle gösterecek bir gençlik.” diye sürdürür. Yazı tam bir nutuk üslubunda yazıldığından okuyanın dikkatinden kaçacak epey soru vardır. Örneğin “Kin gütmeyi dâvâ edinen bir gençlik nasıl olur da barışçı demek olan Müslimliğin ve güvenilir anlamındaki mü’minliğin ne olduğunu ve nasıl yaşanması gerektiğini öğretebilir?” veya “Kur’an kin gütmeyi bir dâvâ olarak mı görüyor yoksa şartlı bir karşı duruş olarak mı öne çıkarıyor?” sorularını sormamız gerekiyor. Necip Fâzıl, kinciliği dindârlık olarak makyajlasa da gerçekte dinciliği[6] ve din tâcirliğini[7] üretmekten öteye gidemez. Zaten Necip Fâzıl’ı İslâm’ın kaynağı sanan ve onu edebiyatçılığından öte yetkin bir İslâm mütefekkiri[8] gibi sunanlar, “Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin”[9] ifadesindeki uyduruk hadisi aktarımındaki itinasızlığını bile göremezler.
Necip Fâzıl “Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına,[10] vecdine,[11] diyalektiğine, estetiğine,[12] irfânına,[13] idrâkine[14] sahip bir gençlik” portresi çizerken bunu gerçekten isteseydi öncelikle uydurma bir hadisi sahihmiş gibi aktarmaz, hayatında Kur’an araştırmalarına gereken yeri verirdi. Onun mensup olduğu Nakşıbendîlik ve Sünnîlik gerçekten diyalektik[15] düşünmeye imkân sağlıyor mu? Şeyhe koşulsuz itaati emreden bir tasavvuf batağının veya Sünnî düşünürler dışında kimseyi dinlemeyen mezhepçi bir zihniyetin üretim yöntemi diyalektik olamaz. Tüm tasavvuf ekolleri, cemaatler ve mezhepler ancak bir skolastik[16] üretebilir. Bu nedenle Necip Fâzıl ateşli hitâbesinde derinliğini pek düşünmediği sözleri sarf ederken gerçeklikten uzak durduğunu fark etmeksizin konuşur. Çünkü onun âit olduğu dünyada diyalektiğe yer yoktur, o dünyada kıyas[17] yöntemi bile dogmatik[18] değerler arasından sadece birini tercih etmedir.
Necip Fâzıl “Meclisinin duvarında ‘Hâkimiyet Hakk’ındır.’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakk’a kölelikte bilen bir gençlik.” nitelemesi yaparken “Kölelik prangalarını söküp atın, köle düzeninin kökünü kazıyın.”[19] âyetinin her türlü köle mantığıyla çatıştığını, İslâm’ın özgür bireyler inşâ etme projesi olduğunu bir türlü anlayamamıştır. Çünkü o, Emevî’den Osmanlıya kadar süren köleci fıkhı Hakk’ın hâkimiyeti, câriyeci fetvâları İslâm’ın zaferi, eşitsiz toplumu Tanrı’nın kaderi ve padişahların odalıklarını[20] Kur’ân’ın onayladığı eylem zannedecek kadar gözleri kapalı biridir. Saf özgürlük ve gerçek adâlet, hiçbir kişi, inanç, değer ve kutsala köle olmadan özgürce düşünme ve özgür karar verme ile gerçekleşir. Kur’an’ın ana kodları bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyar.[21]
Necip Fâzıl, Hitâbe’de emekçiyi oldukça yüzeysel ele alır, sendikal mücadelenin dışına çıkarır ve özgür iradesiyle başbaşa bırakılmaması gereken bir sınıf olarak niteler; patrona ise Tanrı ve elçisinin emrini kasasının kapağına kazımasını ister. Necip Fâzıl’ın itaat ettiği fıkıhtan abdestli kapitalist, burjuvayı rahatsız etmeyen ve verilene râzı olan bir emekçi ezik sınıf çıkar. Meclise “Hâkimiyet Hakk’ındır.” yazısı asılmasını isteyen Necip Fâzıl, patronun kasa kapağına “Memleketin serveti, yurdun varlıkları, toplum emeğininin ürünü olan para ve sermâye sadece zenginden zengine gitmesin, zenginler arasında dolaşmasın; yalnızca zenginlere hizmet eden ekonomik çarka çomak sokun.”[22] âyetinin yazılması gerektiğini acaba biliyor muydu?
Necip Fâzıl, çaplı eserler[23] yazan Muhammed Hamidullâh’ın başta miraç rivâyetlerine dair eleştirisini sözde reddettiğini göstermek için ona Baidullâh[24] adını takar ve onu mütefekkir taslağı diyerek aşağılar. Ne var ki Necip Fâzıl Hamidullâh Hoca gibi ilimde derinleşmek yerine siyaset esnaflığı yürüttüğünü “Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır.”[25] diyerek itiraf etmiştir.[26] Necip Fâzıl, Mevdûdî’yi İbn-i Teymiye hakkındaki kanaatleri dolayısıyla sapkın ilan eder ve onun Gazâlî ile İmama Rabbânî’ye eleştirel yaklaşmasına tahammül edemez. Daha ilginci tasavvufu Hz. Peygamber’in bâtın nuru diye tanımlayarak bâtınî[27] yorumları bir referans kaynağı gibi gösterir; Halîfe Osman’ın adaletsizliklerini eleştiren Seyyid Kutup’u bedbaht[28] ve sapık ilan eder.[29] Hâlbuki Mevdûdî Cemaat-i İslâmî adlı örgütün kurucusu ve “Sünnetin Anayasal Niteliği”[30] adlı eserin yazarıdır. O, sünnet konusunda Necip Fâzıl’dan çok da farklı olmayan tipik bir Sünnîdir.
Necip Fâzıl, bir Sünnî olan Âsım Köksal’ın İslâm Tarihi’ni ve Kütüb-ü Sitte’deki sahabe profillerini dikkatli okusaydı Sünnîlerin dahi sahabe kutsaması yapamayacağını görürdü. Ancak onun Nakşibendîlik tassubu ve Nakşîliğin piri olan İmam Rabbânî’ye karşı duygusal bağı gerçekleri görmesini engellemiştir. Necip Fâzıl, Sünnî siyaset felsefesini belirleyen eserlerin başında gelen es-Siyâsetü’ş-Şerʿiyye fî Islâhi’r-Râʿî ve’r-Raʿiyye[31] kitabının yazarının İbn-i Teymiye olduğunu bilseydi ne yapardı acaba? Beğenmediklerini ağır hakaretler ve incitici lakaplarla aşağılayan Necip Fâzıl maalesef kendi kindâr yüzeyselliğine İslâm dâvâsı adını takmış biridir.
Düz çevirisi “Şeytana ibadet etmeyin.”[32] olan âyeti Mevdûdî “meşrûiyetini[33] dinden almayan politik liderlere uymak onlara ibadet etmektir.” biçiminde yorumladığı için bazı Sünnîler tarafından eleştirilmiştir. Hâlbuki bu âyetin doğru çevirisi “Öfke, nefret, kin ve düşmanlık ateşiyle dolup taşmayın, öfkeyle kalkarsanız zararla oturursunuz; öfke ve nefreti sonuçlandıran eylemlerden kaçının, kin ve öfke ateşi yakanları sevindirmeyin.” biçiminde olmasına rağmen İsrâiliyâttan[34] aldıkları şeytan anlayışını ve Mezopotamya-Arabistan’ın sembolizm kültüründen uzak yorumları dinin gerçek fikri zanneden Necip Fâzıl ve benzerleri Mevdûdî’yi elbette kabullenmeyecekti. Ancak Mevdûdî ile çelişmek ona Merdûdî[35] diye aşağılayıcı bir lakap takma hakkını Necip Fâzıl’a vermez.
Necip Fâzıl ve benzerleri iyi nutuk çekerler, fakat “Tevhîdî[36] değerleri savunuyoruz.” görüntüsü altında geleneksel mezhepçi fıkhı ve bir Bizans modeli olan Osmanlı pratiğini savunmayı Kur’ân yolu, İslâm dâvâsı, tevhid mücâdelesi, hak yoldaşlığı ve Peygamber sevgisi diye yutturmaya kalkarlar.
- Zağn
“Vicdân, sağduyu ve aklın gereği olarak tüm malınız koşullar gereği sizden istenseydi ve bu konuda zorlansaydınız cimri yönünüz hortlar ve bu isteğe duyduğunuz gizli düşmanlık ortaya çıkardı.”[37] âyetinde geçen zağn “içte saklanan şiddetli düşmanlık”tır.[38] Bu tam anlamıyla Farsça kîn sözcüğünün karşılığıdır. Bu âyette sermâyeye tapan, ihtiyaç zamanında bile malından hiçbir şey vermek istemeyen tipin psikolojisi açığa çıkarılır. Âyette cömertlik-cimrilik ve fedâkârlık-kindârlık arasındaki çelişki dile getirilir. Her cimrinin her cömert davranışa karşı gizliden şiddetli bir düşmanlık beslediği belirtildiğine göre demek ki cimriler aynı zamanda birer kinci tiptir. Onlar kimsenin kendi mallarını istemesinden hoşlanmaz ve ihtiyaç sahiplerinin açlık ve ihtiyacını gidermekten şiddetle nefret eder.
Kur’an, ilgili âyetinde cimrinin, mülkiyetine tapanın, paylaşma ve dayanışmadan kaçanın kindâr olduğunu söyler. Bu bağlamda kindâr nesil dâvâsı, Kur’an’ın sosyo-ekonomik değerlerine savaş açan bir nesil yetiştirme hedefidir.
- Bağz ve Adâvet
“Merhametin babası ve ona yoldaşlık edenlerde sizin için güzel örneklikler vardır. Onların her biri kendi kavimlerine ‘Vicdân, akıl ve sağduyunun yanına ve yakınına yerleştirdiğiniz sahte değer ve sistemlerinize itaat etmiyoruz, onlar için değer ortaya koymuyoruz. Sevgi, acıma ve adâletten uzak duran, sağduyu ile çelişen ve akıl dışına çıkan değerlerinizi asla tanımıyoruz. Bu nedenle sizinle bizim aramızda kesintisiz biçimde sürecek bir düşmanlık, nefret ve tiksinti olacaktır. Sağduyu temelinde inşâ edilen evrensel aklı değişmez tek gerçek değer olan vicdâna hizmet ettirmeniz koşuluyla aramızdaki uzaklık ve uyumsuzluk sona erer.”[39] âyetinde kod kelimeler bağz ve adüv’dür. Bağz, bir şeyden nefret etme ve tiksinmedir. Adv(u) sınırı aşma, kaynaşma ve uyumun imkânsızlaşmasıdır. Bu kökten türemiş olan adâvet ise açık düşmanlıktır. Bir kimsenin açık düşmanlığını hak yemesi, hukukta sınır tanımaması ve hakka tecâvüz etmesiyle görürüz. Adâvet, kin gibi kişinin içinde sakladığı düşmanlık değildir.[40]
Kur’an “kesintisiz biçimde sürecek bir düşmanlık, nefret ve tiksinti”den bahsederken ateist, deist, komünist, sosyalist, agnostik, panteist, panenteist, egzistansiyalist, materyalist ve nihilist kimliklere karşı yürütülmesi gereken bir düşmanlıktan bahsetmiyor. Konuyu bu şeklide ele alanlar egemenlerin propagandalarıyla hareket eden taklitçi zihniyet mensuplarıdır. Hâlbuki ilgili âyet bir anlayışı konu ediyor, bir kimliği değil.
Tüm zamanlarda Allâh/Elohim/God/Tengri denilince yer ve göklerdeki uyum, adâlet, barış, iyilik, güzellik, estetik, dayanışma, paylaşma, direniş, kardeşlik, dostluk, sadâkat, yakınlaşma, yoldaşlık, sevgi, saygı ve özgürlük gibi evrensel insanlık değerler kastedilmiştir. “Tanrı sevmiyor, Elohim istemiyor.” denilince “Bu değerlerin dışına çıkma, vicdân yasalarına ve evrensel geçerliliği olan değerlere bağlı kal.” denmek istenmiştir. Bahsi geçen evrensel değerler yeryüzünün her yerinde geçerli olan ana değerlerlerdir. Bu nedenle sadece onların vazgeçilmezliği söz konusudur. Kim bu değerlere yakın durursa, bunları bayrak edinirse o kişiye Müslüman/Müslim (barışçı) ve mü’min (güvenilir) denir. Bu değerelere gözünü kapatana kâfir, bu değerleri baskı ve dayatmayla susuturmaya çalışana zâlim, bu değerleri savunuyormuş görünüp rüzgâra göre davranana münâfık, bu değerleri duyunca kaçana fâsık, kendini bu değerlerin sahibi zanneden ve herkesin kendine uyması gerektiğini düşünene müşrik, burnu havada olup “Bunları takmam, ezer geçerim, çıkarım neyse ona göre davranırım.” diyen yetki ve güç sahibine müstekbir denir. Kur’an bu âyetiyle evrensel insanlık değerlerine düşmanlık yapan her kimse onun inanç ve kimliğine bakmadan onu açık düşman ilan ediyor ve ona da açıktan düşman oluyor.
Necip Fâzıl’ın kastettiği kincilik bu âyetin içeriğindeki düşmanlık gerekçesi değildir. Onun kinciliği geleneksel dindârlık modeli olan Sünnîlik, saltanat, hilâfet, tarîkâtçılık ve cemaatçilik muhaliflerine karşı yürütülen kin duygusudur. Çünkü Necip Fâzıl din ve dindârlık deyince bunları anlamaktadır. Onun takipçileri de dindârlık deyince Osmanlıyı savunmak, bir mezhebe bağlı kalmak, bir şeyhe biat etmek, bir politik rüzgârın arkasından koşmak ve bir lidere itaat etmek biçiminde din tasavvuruna sahiptir. Necip Fâzıl ve takipçilerinin dindârlığı Kur’an’ın taakkul, tezekkür, tefekkür ve tedebbür kavramlarından uzak; Kur’an-insanlık tarihi ilişkisinden kopuk; saray ve saltanat yaşamını savunan, kölelik düzenini ve emekçilerin ezilmesini kader ve şeriat olarak kabul eden müflis bir din(i)dârlıktır.
- 1. Devrimci Düşmanlık
“Vicdân, akıl ve sağduyu konusunda yardımlaşanlar yeminli sözlerine rağmen herkese düşen ve oranı belli olan payı vermeyi unuttular. Bu nedenle oluşan hak yeme, hukukta sınır tanımazlık ve hakka tecâvüz nedeniyle kimileri yükseklere tırmanırken kimileri de aşağılara düştü. Bu durum düşmanlıklarını artırdı, aralarında nefret ve tiksinti oluşturduğu için birbirinden uzaklaştılar. Eşitlik, kıst,[41] paylaşım ve dayanışma için toplum ayağa kalkana kadar aralarındaki bu çekişme sürüp gidecek.”[42] âyetinde yine bağz ve adâvet dillendiriliyor. Sosyal, ekonomik ve hukuksal alanlarda birileri sürekli yükselirken başkalarının sürekli düşmesi veya aynı yerde kalması emek hırsızlığı ve kayırmacılığı ortaya çıkarır. Eşitlik ilkesi[43] sarsıldığında veya hak edenin hak ettiği paydan hakkı olan oranı alması engellendiğinde toplumsal barış bozulur, insanlar arasındaki uyumlu birliktelik yok olur. Hukûkun olmadığı yerde ise mafya, çete ve legal görüntülü dernekler egemen olur. Kur’an bu tehlikeyi dile getirerek torpil, kayırmacılık, adamcılık, kabilecilik, sendikacılık, particilik, cemaatçilik, tarîkâtçılık, cemiyetçilik, bölgecilik, kavmiyetçilik, dernekçilik, ocakçılık, vakıfçılık ve örgütçülük yaparak toplumun yaşam kalitesini düşürenlere karşı düşmanlık, nefret ve tiksinti olacağını belirtir. Halkı bu duruma düşüren kişi ve gruplara karşı mücadele verirken onların mide bulandıran, toplumu yandaş-karşıt tanımları üzerinden parçalayan ve insanları bölen sistemlerine düşmanlık beslemek farzdır.
Kur’an, zâlimlere karşı düşmanlık motivasyonuyla devrimci bir direnişin gerçekleşeceğini vurgulayarak devrimin amacının zulmü bitirmek olduğunu, her zâlimin devrilmesi gerektiğini ve her zulüm düzeninin karşı devrime gebe olduğunu belirtir.
Kur’an, bu âyetinde bir kimliği değil bir davranışı hedef almakta; tüm adâlet, barış, güven ve özgürlük taraftarlarının birlikte devrim gerçekleştirmesini istemektedir. Çünkü Kur’ân hiçbirimizi ayırmadan hepimizi barış yurdu kurmaya çağırıyor.[44]
- Habâl
“Ey adâlet, kıst, kardeşlik, sevgi, acıma, özgürlük, yakınlaşma, paylaşım, emek, direniş ve dayanışmaya yürekten güven duyan ve kendisine bu konuda güven duyulanlar! Sömürü, ezme, düşmanlık, eşitsizlik, kölelik, ayrımcılık, bölücülük ve nefret yandaşlarını kendinizden uzak tutun. Çünkü onlar sağlıklı düşünmenizi engelleyen bir hastalığa tutulmanızı, bunun sonucunda sıkıntıya düşüp bozguna uğramanızı, düzensiz ve kontrolsüz bir yaşam içine düşmenizi isterler. Onların bu niyetlerini ağızlarından taşan nefret söylemlerinden duyabilirsiniz; hele içinde gizledikleri var ya, onlar dillerindekinden daha tiksindiricidir. Aklını kullanan herkese işaret, kanıt ve belgelerimizi açıkça ortaya koyduk. Buna rağmen açıkça veya gizlice düşmanlık yapanları yanında veya yakınında tutanlar başlarına gelecek felaketlere hazır olsun.”[45] âyetinde geçen habâl “sağlıklı düşünmeyi engelleyen bir hastalığa tutulma, delirme, aklını yitirme gibi nedenlerle sıkıntıya düşme, bozguna uğrama ve düzensiz bir yaşama maruz kalma”dır.[46] Herkesin şimdisi ve geleceği konusunda hiçbir endişesinin olmadığı güvenli bir dünya kurmak isteyenler ile şiddet politikaları üzerinden korku üretip kendilerini güven kaynağı göstermeye çalışanlar arasında sürüp giden bir mücadele vardır. Kur’an bu çelişkiyi ele alırken güven düşmanlarının toplumda öncelikle sağlıklı düşünmeyi yok etmek isteyeceği, toplumu ekonomik bunalıma sürükleyeceği, kontrolsüz bireyler ve düzensiz bir toplum üretmek için çabalayacağını belirtir. Yani eğitimi çökertmek, ekonomiyi iflâs ettirmek, psikolojiyi bozmak ve toplumu çürütmek biçiminde ilerleyen bir plândan bahsediliyor. Yeryüzünün tüm zâlim egemenleri bu yöntemi uygular. Çünkü eğitimsiz câhilleri geçim sıkıntısıyla uğraştırıp bunalıma sürükleyerek mahalle ve şehirlerde güvenlik sorunu oluşturmak daima tutmuş bir firavun yöntemidir. Bu tip bir toplumda haksız, güçlü, yalancı, kaçakçı, ikiyüzlü, yalaka, çete, mafya ve fırıldağın sözü geçer; hukuk biter, adâlet susar, hak Hakk’ın rahmetine kavuşur. Tüm zâlim muktedirler egemenliklerini sürdürmek için bu tip bir toplum inşâ etme yolunda çabalar. Kur’an, gerekli uyarıyı yaptıktan sonra güven toplumunu yıkarak egemenliği sürdürmek isteyenleri tanıma konusunda aklımızın gerekli işaret, kanıt ve belgeleri bulacağını dile getirmektedir. Zaten bu nedenle aklını kullanmayanların politik, ekonomik, sosyal ve psikolojik pisliklere batacağına dair bir uyarı vardır.[47]
Güven ve barış yoldaşlarıyla güvencesiz ve savaş içinde debelenen bir toplum isteyenler arasındaki açık düşmanlık asla bitmeyecektir.
- Gayz
“Toplumsal görev ve sorumluluk bilinci olanlar iyi günde kötü günde, varlıkta ve darlıkta ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılar, toplumda açılan ekonomik delikleri tıkar, öfke patlamasını kontrol eder ve bağışlamayı seçer. Vicdân, akıl ve sağduyu sahipleri çirkinliği güzelleştiren, kötülüğü iyileştiren; affedici, sevimli ve merhametli olan, hayra daha fazla hayırla, şerre daha az şerle cevap verenleri sever.”[48] âyetinde geçen gayz “şiddetli öfke, kanın beyne sıçraması, öfkeden vücudun ateş basması, öfke patlaması”dır.[49] Bu âyet “ekonomik dayanışma içinde olmayan, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gidermeyen, affetmeyen, estetik değerlere gereken önemi vermeyen, iyiliği yaymayan, insanların birbirini sevmesini ve birbirine acımasını istemeyen, iyiliği cömertçe ödüllendirmeyen, kötülüğü hak ettiğinden fazla cezalandıran” kimselere karşı öfkelerinizi yönlendirin, sesinizi yükseltin demektedir. Bu tip hastalıklı bir bakışa sahip olanların Müslüman, Hıristiyan, Yahûdî, Budist, Zerdüşt, ateist, deist olmasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan davranış ve onun toplumsal sonuçlarıdır.
Necip Fâzıl’ın kincilik dâvâsı Kur’an’ın kimlikler üstü olan bu uyarısı değildir; onun dâvâsı töre, gelenek ve âdet biçiminde kalıplaşmış olan önyargılı, acımasız ve merhametsiz dinciliğin sorgulanamaz bilgi yığınlarını egemen kılma idealidir.[50]
- Şenea ve Haz(zan)
“Bir kavmin iyi, tatlı, hoş ve güzel davranışlarını eşitsizlik girdabına kapılıp pis, kirli ve tatsız bir şey olarak görmeye kalkmayın ve onları kendinizden uzaklaştırmayın. Toplumsal görev ve sorumluluğa yakışan eşitlikçi olmaktır. Sevgi, acıma, eşitlik, akıl ve sağduyuya karşı görev ve sorumluluklarınızı yerine getirin.”[51] âyetinin özeti “Bir kavme olan düşmanlığınız sizi adâletten ayırmasın.” cümlesidir. Âyette geçen şenea “hoş, güzel ve tatlı olmasına rağmen duyulan nefret nedeniyle pis, kirli ve tatsız bir şey olarak görme ve kendinden uzak tutma”, haz(zan) “oranı/miktarı belli pay” demektir.[52] Âyet, nefret duyduklarımıza karşı da âdil olmak zorunda olduğumuzu dile getirir. Nefretimizi hak etmiş olsalar da iyi, tatlı, hoş ve güzel davranışları takdir etmemiz gerektiği vurgulanır. Çünkü topluma karşı gereken görev ve sorumluluklarımız bu tarz erdemli bir davranış beklemektedir. Birey ve topluma nefretin gerekçesi yukarıdaki âyetlerde belirtilmişti. Bu nedenle kişiler kötüden iyiye, acıdan tatlıya, çirkinlikten güzelliğe ve iticilikten sempatikliğe dönüşmüşse onlara karşı düşmanlık yapılamaz. Yani kin ve adâvet koşulsuz bir süreç değil, şartlara ve davranışlara bağlı bir tepki ve protest duruştur.
- Beter-Ebter
“Senin hoş davranışlarına, güzel eylemlerine ve olumlu karakterine duyduğu nefreti nedeniyle seni pis, kirli ve olumsuz biri gibi görmeye ve göstermeye çalışıp kendinden uzak tutanlar var ya, asıl onlar unutulup gidecek; onların ne anıları ne de adları hatırlanacak, kuyruğu kesik at gibi arkalarından onları hatırlayan kimse kalmayacak.”[53] âyetinde geçen beter “kuyruğu kesik, soyu tükenmiş, anılmayacak hale gelme, unutulup gitme”dir.[54] Âyette topluma olumlu değer katanların iz bırakacağı; onlara düşmanlık besleyenlerin yerlerinde yeller eseceği belirtilir. Dolayısıyla güzele düşmanlık edenden güzellik, sevgiden nefret edenden merhamet beklenmez. İşi kindârlık olanlar güzelliği göremeyenlerdir.
- Gılle
“Barış, eşitlik, kıst, özgürlük, kardeşlik, dayanışma ve direniş için yerini yurdunu terk etmiş ve onlara kucak açmış kimselerden sonra gelen nesiller ‘Ey besleyip büyüten, eğitip donatan halkımız! Vicdân, akıl ve sağduyuya güven duyan bizi ve bizden öncekileri bağışlayın; savaş baltasını gömen, barış güvercini uçuran güvenilir kimselere karşı kalplerimizin düşmanlık ve ihanetle çepeçevre kuşatılmasına, öç alma hevesiyle gizlenmiş düşmanlık duygusunun kalplerimizi ele geçirmesine izin vermeyin.”[55] âyetinde geçen gılle “bir nesneyi zırh gibi giymek” kök anlamına gelir. Boyuna geçirilen halkaya ağlâl,[56] düşmanlık ve ihaneti bir zırh gibi giyinmeye ğillu /ğulûlu, kinci olmaya ğillun, ihanet etmeye iğlâl denir.[57] Bu âyet hangi din, dil, mezhep, kavim, renk ve bölgeden olursa olsun “savaşa hayır” diyen ve barışa çağıran herkese karşı dostluk elimizi uzatmamız gerektiğini dile getirir. Daha önemlisi vicdânlı, akılcı, sağduyulu, barışçı ve güvenli yolu tercih etmeyenlere karşı düşmanlık beslenmesi gerektiği söylenirken evrensel insanlık yolunu çiğneyenlerden dost olmayacağı vurgulanır.
Çağının zâlimini, içinde yaşadığı zulüm düzenini, muasır firavunluk sistemini savunan ve katkı veren her kim olursa olsun dostluk, yakınlık ve sevgi hakkını kaybeder. Bir cennet “Oraya barış ve güven içinde girin. Çünkü kalplerindeki tüm bağımlılık, açık düşmanlık, ihanet, öç ve gizli düşmanlığı söküp attılar; içlerinde duydukları huzur ve mutluluğu karşılıklı oturarak kardeşçe yaşadılar.”[58] âyetlerinde belirtildiği gibi zulme yüz çevirmiş, özgürlük ve barışa sevdalanmış, eşitlik ve kardeşliğe susamış, adâlet ve merhamete gönlünü açmış kimselerin ellerinde ve yüreklerinde inşâ edilir. Âyette geçen surur kelimesinden anladığımıza göre cenneti kurduğumuzda bile taşkınlığa dönüşmeyen bir sevinç ve mutluluk içinde olacağız.[59]
- Bir Hadis
Hz. Muhammed’in “Ey Eğitip donatan, besleyip büyütenim! Kalbime doğru yolu göster, dilimi doğru kıl, göğsümdeki hile ve kin duygusunu gider.” diye vicdânına, sağduyulu halkına ve yaratanına seslendiği aktarılır.[60] Hz. Muhammed bu çağrısıyla kindârlığı değil, dostluk ve yakınlaşmayı gidilmesi gereken asıl yol olarak gösterir. Ayrıca Hz. Muhammed mahmûm[61] kâlbi tanımlarken “Günâh, zulüm, kin ve haset barındırmayan kâlp” diye tarif eder.[62]
Kindâr olmayı bir dâvâya dönüştüren Necip Fâzıl, düşmanlığı dinamik ve kini aktif bir nesil hasreti çekmek yerine düşmanlığa ayıracağı vakti muhabbet fedâilerinin[63] özlemi için harcasaydı, düşmanlığı istisnâ ve dostluğu genel geçer kadîm bir değer olarak görebilseydi Kur’an’ı, Hz. Muhammed’i ve tevhid değerlerini daha yakından tanıyan biri olabilirdi.
__________________________________________________
[1] Ya’kûb bin İshâk el-Kindî’ye göre.
[2] Cürcânî’ye göre.
[3] İslâm Ansiklopedisi, Kin Maddesi, 26. Cilt, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002.
[4] Farsça olan -dâr eki “tutan, sahip” demektir. (Hazîne-dâr: Hazîne sâhibi, hazînesi olan, hazîneye hükmeden, zengin)
[5] Dâvâ: Çağrı. Gerçekleşmesi için uğraşılan amaç. Sonucu yargı kurumlarından beklenen konu.
[6] Dinci: İşi din üzerinden çıkar sağlamak olan. Amacı gerçek bir dindâr olmak yerine dini kullanarak ekonomik, siyasal, hukuksal ve askerî çıkarlar elde etmek olan. Bu işe de dincilik denir.
[7] Tâcir: Tüccar. Ticâret yapan, alıp satan. Din tâciri, ortamın gereklerine göre dini kullanan, dinin toplumdaki etkisinden yararlanarak her türlü kazanç sağlayan.
[8] Mütefekkir: Gerçeği tüm derinliğine araştırarak bulan.
[9] Hz. Muhammed hakkında uydurulan bu sözlerin gerekçesi büyük olasılıkla İncil’de Hz. İsa için uydurulmuş olan sözlerdir. Çünkü İncil’de “Yerde ya da gökte Tanrı diye adlandırılanlar varsa da bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O, her şeyin kaynağıdır ve biz onun için yaşıyoruz. Tek bir Rab var, o da İsa Mesih’tir. Her şey onun için ve onun aracılığıyla yaratıldı, biz de onun aracılığıyla yaşıyoruz. (I. Korintliler 8: 5-6)” denilir. Ancak bu olası gerekçeyi görmesek bile “Sizin gibi bir beşerim (Kehf, 110); Yeryüzünü bütünüyle sizin için yarattı (Bakara, 29); Görünür görünmez, bilinir bilinmez, tanınır tanınmaz, yerli yabancı tüm varlıkları yetenek ve niteliklerini ortaya çıkarsınlar, doğalarındaki özellikleri sergilesinler diye yarattım (Zâriyât, 56)” âyetlerini okuyanlar evrenin var oluşu ile Hz. Muhammed’in bir ilgisinin olamayacağını görür. (Ayrıca bkz: https://sonpeygamber.info/hadis-olarak-bilinen-asilsiz-sozler)
[10] Aşk: Sevgi sarhoşluğu, kendini kaybettiren şiddetli sevgi, zehirli sevgi.
[11] Vec(i)d: Coşku
[12] Estetik: Hem etkileyici hem de güzel (olma). Karizma, etkileyici olsa da güzel olmayabilir.
[13] İrfân: Bir şeyi sonucu/etkisi üzerinden düşünerek kavramak. Zıttı inkârdır, çünkü İnkâr eylemlerin sonucuna/etkisine bakarak reddetmektir. İrfân’ın kökeni olan ‘urf (örf), aklın beğendiği ve nefsin huzur bulduğu tüm güzel özellikler, toplumda kabul gören iyiliktir.
[14] İdrâk: Derin düşünme kapasitesi
[15] Diyalektik: Zıtları, aykırılıkları ve çatışan görüşleri hiçbir ön yargı taşımadan karşılaştırarak akılcı bir sonuca varma çabasıdır. Bu yöntemde düşünme, karşı tez sunma ve yeni görüşlere ulaşma çabası hiç durmaz. O nedenle tez-antitez ve sentez sürekli işler. Olmuş, bitmiş, sonlandırılmış, noktası konulmuş bir bilgi ve bilgi alanı asla kabul edilmez, tüm bilinenler yeniden süzgeçten geçirilir, yeni bilgilerle eskide kalanlar sürekli birbiriyle çatıştırılır ve sonuçlandırılır. Bu nedenle değiştirilemez mezhep içtihatları, eleştirilemez şeyh sözleri, sorgulanamaz âyet ve hadisler, gerçekliği tartışılamaz tefsirlerin dünyasında diyalektik olmaz; ama skolastik ve dogma olur.
[16] Skolastik: Doğruluğu araştırma ve incelemeye gerek duymadan baştan kabul edilmiş veya reddedilmiş bir düşünceyi akla uydurmak için mantıklı deliller üretme çabası güden düşünce sistemi. Bu anlayış okullarda öğretildiğinden okul öğretisine dönüşmüş ve schola (okul, okul felsefesi) adını almıştır. Orta Çağ’da kilise, manastır, medrese ve tekkelerde bu felsefeye dayalı eğitim yapılırdı. Protestanlık ve Mûtezile hareketleri kendi coğrafyalarındaki skolastik felsefelere karşı birer itirazdır. Her ikisi de kurumsal, mezhepçi, önyargılı din ve eğitim anlayışlarıyla savaştılar.
[17] Kıyâs: Karşılaştırma
[18] Dogma: Bir düşünce, inanç ve kabulü araştırma, inceleme, zıtlarıyla karşılaştırma, deneme-yanılma, tecrübe etme yöntemlerinden geçirmeden önyargıyla doğru veya yanlış kabul etmek.
[19] Beled, 13/Fekku ragabe(tin)
[20] Odalık/Haseki: Padişahın cinsel zevkini doyuran savaş esiri kadın(lar). Has odalık/ikbâl de denilen bu câriyelerin en gözde olanı baş-ikbâl diye anılırdı. Hasekiliğe yükselen câriyeye samur kürk giydirilirdi. Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara haseki sultan ünvanı verilir ve başına kıymetli taşlarla süslü bir altın taç takılırdı. Odalıklar aynı zamanda padişahın gözdeleridir.
[21] Namık Kaya, Paradigmanın İnşâsı, Lora Yayıncılık, İstanbul, 2021.
[22] Haşir, 7/Lâ yekûne dûleten beyne’l-ağniyâ-i min-kum
[23] Kur’ân-ı Kerim Tarihi, İslâm’a Giriş, İslâm’da Devlet İdaresi, İlk İslâm Devleti, İslâm’ın Hukuk İlmine Katkıları gibi.
[24] Ba’îdu’l-lah: Tanrı’dan uzaklaşan/kaçan
[25] Necip Fâzıl, bu sözleriyle kapitalist, eşitlik karşıtı, patron yandaşı ve Amerikancı politikaların mimarı olan Menderes’e neler vermiş ki Başbakan Menderes’e hizmetinin karşılığını “zenginliğe boğulmak” olarak görür?
[26] Alâattin Karaca, Necip Fâzıl’dan Menderes’e Mektuplar, Kopernik Kitap, İstanbul, 2018.
[27] Bâtınî/bâtıniyye: Dinin gerçeğini Tanrı katında değer kazanmış, Tanrı’ya yakınlaşmış kimselerin anlayabileceğini ve bunun için dil bilgisi, edebî sanat, tarih, bilim, araştırma gibi çabalara gerek duyulmayacağını savunan görüştür. Bu görüşe göre Tanrı bilgileri gizlice ve sadece belirlediği özel kimselere verir. Tasavvuf ekolleri bâtınî hareketlerdir, kendi aralarında Allâh dostu ilan ettileri şeyhlerini Tanrı’yla ve Hz. Muhammedle doğrudan iletişim halinde kabul ederler ve şeyhlerine/erenlerine/ulularına gizli bilgilerin verildiğine inanırlar. Bâtınîlikte sınırsız serbest yorumlama ve keyfî açıklama egemendir. Çünkü bilimsel hiçbir ölçüt dikkate alınmaz. Ayrıca tüm bilimler, bilimsel yaklaşımlar, eleştirel çözümlemeler ve analizler “zâhir ehli”nin (olay, olgu ve durumların iç yüzünü göremeyen, Tanrı’dan işaret alamayan akıl, bilim ve mantık yolcularının) yolu kabul edilir ve bilgilenmenin yanlış tarzı sayılır. Bâtınîlikte görünen, bilinen, ölçüp tartılan, sorgulanan ve yargılanan objektif kurallar değil, bilinmeyen ve görünmeyen sübjektif söylemler geçerlidir.
[28] Bed-baht: Şanssız, tâlihsiz, kısmetsiz, hak ettiği payı verilmeyen. Hâlbuki Ve’r-râsihûne fi’l-’ilm (Mecaz, söz ve anlam sanatlarıyla çevrili ve sembolik anlatımlı işaret, belge ve kanıtların gerçek anlamını ancak aklını vicdân ve sağduyunun emrine verenler ile deney ve tecrübe yoluyla neden-sonuç ilişkileri ve amaç-araç bağları üzerinde disiplinli çalışarak kafa yoranlar anlar. Âl-i İmrân, 7) âyeti râsih ilim sahiplerini gerçeği kavramada bir numara gösterir, uçan kaçan ermişleri/şeyhleri değil.
[29] Mehmed Şevket Eygi, Seyyid Kutup hakkında şöyle söylemektedir: Seyyid Kutup selefî ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir. (Büyük Gazete Sayı: 93)
[30] Seyyid Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Şıra Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2019.
[31] İbrahim Sarmış, Yönetim, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 20012.
[32] Yasin, 60/Lâ ta’budu’ş-şeydân(e)
[33] Meşrûiyet: Hukûkîlik, yasallık, şeriata uygunluk.
[34] İsrâiliyât: Kaynağı Tevrat ve Yahûdîlik olan bilgiler.
[35] Merdûdî: Reddedilen (ile ilgili)
[36] Tevhid(î): Tevhidle ilgili. Tanrı’nın varlık ve tekliği ile ilgili.
[37] Muhammed, 37/İn yes’el-kumû-hâ fe yuhfi-kum tebhalû ve yuhric ezğâne-kum
[38] Râğıp el-İsfehânî, El-Müfredât, Z-Ğ-N Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[39] Mümtehine, 4/Gad kânet le-kum usvetun hasenetun fî ibrâhîme ve’l-lezîne me’a-hu iz gâlû li-gavmi-him in-nâ buraâu min-kum ve mimmâ ta’budûne min dûn’l-lâhi kefer-nâ bi-kum ve bedâ beyne-nâ ve beyne-kumu’l-’adâvetu ve’l-bağzâu ebeden hattâ tu’minû bi’l-lâhi vahde-hu
[40] Râğıp el-İsfehânî, El-Müfredât, B-Ğ-Z ve ‘A-D-V Maddeleri, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[41] Kıst: Hak edilen şeyi hak edilen oranda vermek
[42] Mâide, 14/Ve mine’l-lezîne gâlû in-nâ nasârâ ehaz-nâ mîsâga-hum fe-nesû haz(zan) mimmâ zukkirû bi-hi fe ağraynâ beyne-humu’l-’adâvete ve’l-bağzâe ilâ yevmi’l-giyâme(ti)
[43] Tanrı’nın ‘adl sıfatı
[44] Yunus, 25/Va’l-lâhu yed’û ilâ dâri’s-selâm(i)
[45] Al-i İmran, 118/Yâ eyyuhe’l-lezîne âmenû lâ-tettehiżû bi-tâneten min dûni-kum lâ ye’lûne-kum habâlen veddû mâ ‘anittum gad bedeti’l-bağzâu min efvâ-hi-him ve mâ tuhfî sudûru-hum ekber(u)gad beyyen-nâ le-kumu’l-âyât(i) in kun-tum ta’gilûn(e)
[46] Râğıp el-İsfehânî, El-Müfredât, H-B-L Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[47] Yunus, 100/Ve yec’alu’r-ricse ‘ale’l-lezîne lâ-ya’gilûn(e)
[48] Al-i İmran, 134/Ellezîne yunfigûne fi’s-serrâ(i) ve’zzarrâ(i) ve’l-kâzimîne’l-ğayza ve’l-’âfîne ‘ani’n-nâs(i) va’l-lâhu yuhibbu’l-muhsinîn(e)
[49]Râğıp el-İsfehânî, El-Müfredât, Ğ-Y-Z Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[50] Mehmet Azimli, Müslümanların Engizisyonu Ölümcül Kovuşturmalar-Mihneler (3 Cilt), Mana Yayınları, İstanbul, 2021.
[51] Mâide, 8/Velâ yecrimenne-kum şeneânu gavmin ‘alâ ellâ ta’dilû i’dilû huve agrabu li’t-tagvâ ve’t-tegu’l-lâh(e)
[52] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, Ş-N-A ve H-Z-Z Maddeleri, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[53] Kevsr, 3/İnne şânie-ke huve’l-ebter(u)
[54] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, B-T-R Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[55] Haşir, 10/Ve’l-lezîne câû min ba’di-him yegûlûne rabbe-na’ğfir le-nâ veli-ihvânine’l-lezîne sebegû-nâ bi’l-îmâni velâ tec’al fî gulûbi-nâ ğillen li’l-lezîne âmenû
[56] Gömleğin altına giyilen altele şi’ârun, atletin üstüne giyilen gömleğe disârun, iki elbise arasına giyilene de ğilâletün denir. Gömlek ile ceket arasındaki kazak ğilâletündür.
[57] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, Ğ-L-L Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[58] Hicr 46-47/Udhulû-hâ bi-selâm(in) âminîn(e) ve neza’-nâ mâ fî sudûri-him min ğillin ihvânen ‘alâ sururin mutegâbilîn(e)
[59] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, S-R-R Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[60] Ebû Dâvûd, Vitr, 25; Tirmizî, De’avât, 102.
[61] Mahmûm: Ateşe tutulmuş, yanmış, ateşli hastalığa tutulmuş.
[62] İbn-i Mâce, Zühd, 24.
[63] Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şâmiye Tercümesi Zeyli ve Zeylinin Zeyli, 4. Kelime, Tenvir Neşriyat, İstanbul.