Cumhuriyet’in temel ilkelerine sahip çıkanların bayramı kutlu olsun.
Cumhuriyet bir devlet biçimi. Devlet başkanının soy esasıyla değil seçimle belirlendiği. Demokrasi ise bir siyasal sistem. Devlet ile buyurduğu/onay aldığı toplum arasındaki karmaşık ilişkiler ağına dair. Biri için diğeri zorunlu değil. Demokratik olmayan cumhuriyetler olduğu gibi, demokratik monarşiler de var. Hatta gelişmiş demokrasiler içinde monarşilerin sayısı az buz değil. Bu durum, her ülkenin ve o ülke burjuvazilerinin tarihsel serüveniyle ilgili.
Osmanlı-Türk anayasaları tarihinde ise, demokrasi ve 19. yüzyılda başlayan batı hukukunun nakli ile kuruluş esnasında saltanat-hilafetin kaldırılıp sonrasında devrim kanunlarının yürürlüğe girmesi; Osmanlı devrinin gayrimüslim burjuvazisi artık memlekette olmadığı için devlet eliyle yerli burjuvazi yaratma çabalarıyla birlikte gerçekleşti. Tarihimizin ‘özgül’ nitelikleri, biri için diğerinin ortadan kaldırılmasını gerektirdi ve sağladı. Ayrıca yaşanılan hiçbir şey, o devrin dünya koşulları ve iç-dış siyasi gelişmelerden/çekişmelerden bağımsız değildi.
Söz konusu gelişmeleri iyi okuyan, hırslı, son derece yetenekli ve pragmatik bir asker-siyasetçi olan Mustafa Kemal ile arkadaşları, mücadelelerinde başarıya ulaştı. Cumhuriyet, 29 Ekim 1923 Pazartesi günü akşamı ilan edildi. 1921 Anayasası’nda gerçekleştirilen altı maddelik bir anayasa değişikliğiyle.
Anayasa değişikliği ‘tartışmasız’ olmadı. 1923 sonbaharında kurulan II. TBMM büyük ölçüde Halk Fırkası taraftarlarından oluşsa da, özellikle Rauf Bey (Orbay) ve sonrasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuracak olan isimler ile Mustafa Kemal ve müttefikleri arasında görüş ayrılıkları vardı. Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in zihninde bir idealdi. Özel komisyona hazırlattığı Anayasa Taslağı’nda da devlet biçimi cumhuriyet olarak öngörülmüştü. İlanı (yani anayasa değişikliği) için uygun fırsat kolluyordu.
1921 Anayasası’na göre Heyet-i Vekile üyeleri meclis tarafından tek tek seçiliyordu ve Anayasa’nın öngördüğü ‘meclis hükümeti sisteminde’ bir devlet başkanı makamı yoktu. 29 Ekim günü Halk Fırkası, hükümet krizini çözmek için toplandı. Mustafa Kemal bir açıklama yapmaya zorlandı. Bunun üzerine verilen öğle arasında Paşa, çok sayıda mebusla görüştü ve Fırka grubu yeniden toplandığında, Mustafa Kemal krizi aşmak için anayasada bazı temel değişiklikler yapılmasını talep etti.
Halk Fırkası grubu, ‘hâlihazırdaki üyelerin’ onayıyla değişiklik önerisini kabul etti. TBMM akşam 18:00’de toplanarak, Anayasa Komisyonu’nun ‘1921 Anayasası’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi yönündeki kanun teklifini’ gündeme aldı. Başta Yunus Nadi Bey olmak üzere kimi mebuslar konuşma yaptı, maddeler görüşüldü, ardından kanun teklifinin ‘tümü’ hızla oylanarak oybirliğiyle kabul edildi. Hemen cumhurbaşkanı seçimine geçildi ve ‘Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ 158 vekilin oyuyla cumhurbaşkanı seçildi.
Ezcümle, 1921 Anayasası’nın birinci maddesinin sonuna, “Türkiye Devletinin şekli hükümeti Cumhuriyettir” cümlesinin eklenmesi ve hükümete/kurulmasına ilişkin diğer değişikliklerin (ikinci madde ile konulan ‘Türkiye devletinin dini İslam’dır’ hükmü, ancak siyasal koşulların zorlamasıyla ve muhalifleri ikna çabasıyla açıklanabilir) ‘görünürdeki’ amacı Heyet-i Vekile krizini çözmekti.
‘Gerçek’ amacı ise 1921 Anayasası’nın kabulünden itibaren ‘aslında’ cumhuriyet olan rejimin ‘adını’ koymaktı. Karar Halk Fırkası grubunda alındı, mebuslar ikna edildi, muhaliflere karşı mücadele verildi ve sonunda cumhuriyet ilanından yana olanlar kazandı. İyi ki kazandılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sonraki yıllarında ‘cumhuriyet’ kavramı, hiçbir zaman yalnızca bir ‘devlet biçimi’ olarak ele alınmadı. Her zaman başkaca ilkeler, başta Medeni Kanun olmak üzere devrim kanunları ve özellikle laiklik ile birlikte anlamlandırıldı. Bülent Ecevit’in zamanında dile getirdiği “Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin Aşil Topuğu’dur” iddiası, cumhuriyet algı ve idealine dair en gerçekçi tespit. Nitekim, ilandan sonra ve 1924 Anayasası’nın kabulünden hemen önce çıkarılan meşhur ‘Mart kanunları’ da aynı hedefe yönelikti.
Cumhuriyet’in ikinci anayasası 1961 Anayasası (md.2), Cumhuriyet’in niteliklerini, ‘insan haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti’ olarak belirledi. 1982 Anayasası’nın ikinci maddesinde de Cumhuriyet, ‘insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti’ kavramlarıyla tanımlandı.
Dolayısıyla, Türkiye’de cumhuriyet kavramı ‘monarşi olmayan devlet’ şeklinde yorumlanmadı. AYM, özellikle anayasa değişikliklerini incelediği pek çok kararında, Cumhuriyet’in söz konusu niteliklerle birlikte düşünülmesi gerektiğini, aksi takdirde kuru bir sözcükten ibaret kalacağını belirtti.
Hal böyleyken bugün cumhuriyetin varlığından, ancak demokratik ilkelerle birlikte düşünülürse söz edilebilir. Onlar yoksa, askıya alındıysa, iktidar ve örneğin laiklik ilkesine yönelik olduğu gibi muhalafet tarafından da umursanmıyorsa, cumhuriyet kuru bir sözcüktür.
Bugün bir ‘Cumhuriyet’in kuruluşu’ yazısı kaleme alacaktım. Eylül ve ekim aylarını ama özellikle 28-29 Ekim günlerinde yaşanananları ayrıntılarıyla anlatan, son derece uzun ve sıkıcı bir yazı olacaktı. Notlarımı çıkarıp yazıya başladım. Gece internette gördüğüm bir fotoğraf nedeniyle vazgeçip başka bir sıkıcı yazının başına oturmaya karar verdim.
Kariye fotoğrafı…
Malumunuz, bir kez daha camiye dönüştürmeye karar verdiler. Karagümrük-Fatih civarında yeni bir camiye büyük ihtiyaç olduğundan değil, fıtratları gereği yaptılar bunu. Bu zümre başka türlü yapamadığı, davranamadığı, öyle yetiştirildikleri, oldukları insandan aslında hazzetmedikleri, bu haleti ruhiyenin eziyetiyle yaşamak zorunda kaldıkları ve başa çıkamadıkları benliklerine eşlik etmeyen herkes ve her şeye mesafe koydukları için yapıyorlar bu işleri.
Fotoğrafta, dünya mirası olan o inanılmaz güzellikteki mozaik ve freskler perdelerle kapatılmış görünüyor. Şimdi orada namaz kılacaklar. Dünyalarında yetiştiğim insanlar. Hoca, hutbesini okuyup vaazını verecek. İyilikten, güzellikten, adaletten, hak yememekten dem vuracak. Cemaat ‘âmin’ diyecek. Başlarının üzerindeki o perdelerle. Perdenin altında mozaik ve freskler. Desenlerin orada olduğunu bilecek, hissedecekler. Yokmuş gibi davranacaklar.
Çıkışta birbirlerine ‘Allah kabul etsin’ diyecekler. Ama yine çok mutlu olmayacaklar. Yetmeyecek. Olmayacak. Bugüne dek kendilerine bir kez bile, “Artık her şeyimiz var, yıllardır iktidarız, üstelik bu şehir yüzyıllardır bizim, ama olmadı; neden olmadı?” sorusunu yöneltmedikleri gibi, yine sormayacak ve adını bir türlü koyamadıkları iç sıkıntısıyla dönüp arkalarını minbere, çıkacaklar Kariye’den. Allah kabul etsin.
O fotoğraf, başkaca pek çok görüntü ve söz gibi, bizlerin ve tarihimizin özeti.
On yıllardır çözülmeyip halının altına süpürülen sorunlar, onarılmayan adaletsizlikler, cezasız bırakılmış suçlar, yok yere cezaevlerinde tüketilen insanlar, yok edilmeye çalışılan kamusallık, kamuculuk ve birikim… Anayasalarda sayılan ve ‘bunlar olmazsa cumhuriyet de olmaz‘ anlamına gelen ilkelerin yerle yeksan edilişi…
Laiklik/sekülerlik ilkesine her Allah’ın günü muhalefetin de göz yummasıyla aykırı davranıldığı, idarenin inançlar karşısındaki yansızlığını tümüyle yitirdiği ‘laik’ Cumhuriyet… Cezaevleri düşünce suçlularıyla dolu ve seçilmiş belediyelerine kayyım atanan ‘demokratik’ Cumhuriyet… Kararları alt mahkemelerce ciddiye alınmayan ve kendi üyelerine dahi sahip çıkmaktan aciz AYM’nin ‘hukuk devletinin’ teminatı olduğu Cumhuriyet… Toplum ortalamasının, sevmediği insanlar adliye ve hücrelerde eziyet çektiğinde ‘oh olsun!’ dediği ‘insan haklarına saygılı’ Cumhuriyet… Grevlerin ertelendiği, asgari ücretin insan onuruna yaraşmadığı, askıda ekmek kampanyalarının düzenlendiği, gelir uçurumunun tahammül edilmez boyutlara vardığı, kimi aç yurttaşın intihar ettiği ‘sosyal’ Cumhuriyet…
Bugün duygusal mesajlar günü. Cumhuriyet’i cumhuriyet yapan ilkelere sahip çıkmayanların, umursamayanların övgüsünü okuyacağız gün boyu… Minibüs hoparlörlerinden marşlar, şarkılar dinleyeceğiz. ‘Kâr oranları’ haricinde herhangi bir değeri olmayan, iş insanı arkadaşları Osman Kavala’ya yapılanlar için dahi tek sözcük sarf edemeyecek ölçüde zavallılaşmış büyük ve asalak burjuvazinin riyakârca kutlamalara girişeceği, reklam filmleriyle yoksulun gönlünde taht kurmayı deneyeceği bir gün…
Böyle yaşamak mümkün mü? Elbette. Hayatımız palavradan ibaret olsa ne olur? Hiçbir şey, bugüne dek ne olduysa o. Çocuklarımızın geleceği? Alışırlar. ‘Cumhurî’ niteliğinden yoksun bir yönetim biçimini, tarihimize ve eğitim sistemine borçlu olduğumuz hasletlerimiz sayesinde kutluyor ‘muş’ gibi yapsak? Olur kuşkusuz; ömrümüzü ‘miş’ gibi yaparak tüketiyoruz, bir gün de ‘muş’ gibi yaparız.
Fakat o perdenin ardındaki mozaik ve freskler, orada öylece duruyor işte…