Başbakan Erdoğan geçen gün Denizli’de konuşuyor. Diyor ki, “Şu an Türkiye’den her yerde övgüyle söz ediliyor, dikkatle takip ediliyor. Türkiye’deki büyümeyi, kalkınmayı kendisine örnek alan birçok ülke var. Türkiye güvenle istikrarla geleceğe yürüyor. Bugün birçok ülke kara kara düşünüp tedbir alırken, biz 2011 yılında Çin’den sonra dünyada en çok büyüyen ikinci ülke olduk.”
Hükümet yetkilileri de her fırsatta Erdoğan’ın bu sözlerini tekrarlıyor. Ekonomi sürekli iyiye gidiyor. Avrupa krizle boğuşurken Türkiye ekonomisi dünyada en önde giden performanslardan birini sergiliyor. İhracat rekorları kırılıyor, cari açık çöpe atılacak vesaire…
“Türkiye’nin kalkınması” retoriğiyle sanki toplumun hayat koşullarında ciddi bir iyileşme, toplumsal refahta hissedilir bir iyileşme gerçekleşiyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Ayrıca mezkur performansın toplumsal maliyetleri de pek konuşulmuyor.
Gerçeğin böyle olmadığını sadece reel ücretlerdeki düşüşe bakarak görebilirsiniz. Ya da onca teşvike rağmen işsizliğin gerçekçi anlamda düşmediğini ve bunun üstünü örtmek için İş-kur üzerinden kısa süreli kurslarla eğitimlerle ya da geçici işlerle oyalanan geniş bir kesimin bu istatistiklerin dışında tutulduğunu düşününce meseleyi görebilirsiniz. Hakeza kamu çalışanlarının toplu görüşmesinde ileri sürülen argümanlar da siyasilerin ekonomi üzerindeki gururlanmalarının topluma dönük bir boyutu olmadığını ortaya koymuştur.
Mevcut durum Hükümet’in izlediği neoliberal ekonomi politikalarıyla ilgili aslında. Aksi takdirde bir taraftan işsizlik sorununu çözmek istediğini söyleyen bir hükümetin diğer taraftan hükümet kurduğu günden beri kamu çalışanlarının hakkını neden vermediğini ya da neden kamu işletmelerini satarak oradaki çalışanların çoğunu işsiz ya da iş güvencesinden yoksun bıraktığını anlamakta zorlanabilirdik. Ama biliyoruz ki neoliberal politikalar tüm dünyada benzer sonuçlar doğuruyor. Çalışanlar üzerinde baskı artıyor, işsizlik tehdidiyle insanlar çalıştıkları şartlara mahkûm bırakılıyor. Reel ücretler düştükçe üretim maliyetleri düşürülmüş olduğundan Türkiye’de yabancı sermaye için ucuz iş gücü cennetine dönüştürülmüş oluyor.
Sendikasızlaştırma ve sosyal güvenlik haklarının tırpanlanması da yine aynı sonuca hizmet ediyor.
Görmemiz gereken durum şu: Sonuçta çalışanların hayat şartlarının giderek zorlaştığı ve yoksullaştığı, buna karşı piyasa aktörlerinin giderek devlet eliyle ya da devletin yürüttüğü politikaların etkisiyle sürekli zenginleştiği bir dönem yaşıyoruz. Ama yine de son süreçte çalışanlara yapılan onca baskı üzerinden ucuzlaştırılan iş gücüne rağmen yabancı sermaye girişinde yine ciddi bir sıkıntı var.
Kısacası Başbakan’ın sürekli övündüğü “kalkınma” bugüne kadar belirli grupları zengin etti, geniş bir kesimi daha da yoksullaştırdı ama işte yine de işler bir türlü yolunda gitmiyor. Bunun önüne geçmek için açılan yeni teşvik paketlerinin de toplumsal maliyeti giderek ağırlaşıyor. Çünkü özel sermayenin önünü açmak kamu bütçesinin kaynakları tüketilmiş oluyor.
Şunu unutmayın: Çalışan kesimin düşük ücretleri üzerinden, ürettiği üzerinden, tükettiği üzerinden alınan vergilerle oluşan bir kamu bütçesi var. Yani bütçenin neredeyse yüzde 70’i halkın dolaylı vergileriyle ortaya çıkıyor. Fakat bütçenin yönetilmesi için izlenen ekonomi politikası bütçenin asıl sahiplerine neredeyse en ufak bir katkısı sağlamıyor. Sürecin tıkandığı yerde ise yapılan kamu alanlarının iyice talan edilmesine dönük yeni uygulamalar oluyor, 2-B arazilerine ilişkin yapılan yasal değişiklikte, kentsel dönüşüm ya da çevreyle ilgili yürürlüğe koyulan son yasalarda olduğu gibi…
Nerden baksanız sorun, nerden baksanız adil değil.
Üstelik sürdürülebilir de değil, tıpkı kalkınma denilen yalanın da sürdürülebilir olmadığı gibi.
Platform Haber