Öncelikle bir tespit olarak şunu söylemek icap eder ki, İslamcılık, 19. yüzyılda makinenin ortaya çıkmasıyla birlikte Batı’da meydana gelen fiili durumu kavrayamadı. Zira tarihle yaşıt olan sınıf mücadelesi ya da bir başka ifadeyle müstekbirlerle mustaz’aflar arasında cereyan eden ezen-ezilen kavgası, 19. yüzyılda sanayi devrimiyle birlikte farklı bir boyuta taşındı. Ezenler ve ezilenler, bu defa “sermaye ve emek” adı altında karşı karşıya geliyorlardı. Hâkim sınıf sermayeyi, dolayısıyla üretim araçlarını elinde bulundururken, mahrum ve mahkûm sınıfın sahip olduğu tek şey kas gücüydü.
Buna mukabil 18. ve 19. yüzyıllarda Batı karşısında iktisadi, siyasi ve askeri açıdan hezimete uğrayan İslam dünyası, deyim yerindeyse kendi derdine düşmüştü. Nitekim 20. yüzyıl İslam dünyası açısından tam anlamıyla bir felaket dönemi oldu. İmparatorluğun parçalanmasıyla birlikte İslam dünyasının yüzde sekseni sömürge haline geldi. İşte bu ahval ve şerait içerisinde 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ilk İslamcı nesil, kurtarıcı bir misyon üstlendi. Devleti toparlamaya çalıştı, geleneksel İslam düşüncesini eleştirdi ve “yeniden İslam’a” çağrısı yaptı. Osmanlı’nın sanayileşmemiş olması, dolayısıyla sanayi toplumlarında yaşanan türden bir sınıf çelişkisi yaşanmaması hasebiyle, kurtarıcı misyon üstlenen ilk nesil İslamcıların içinde bulundukları şartlar itibariyle Batı’da ortaya çıkan fiili durum hakkında söyleyebileceği pek fazla bir şey yoktu. Bu nedenle ilk İslamcı neslin ortaya koymuş olduğu yaklaşım yerinde ve anlaşılabilirdir.
1946’da Türkiye’nin çok partili hayata geçişi ve 60’lı yıllarda başlayan tercüme faaliyetleriyle birlikte ortaya çıkan ikinci nesil, anti-sosyalist/anti-komünist bir karaktere sahipti. İkinci nesil İslamcılar yeni bir Kur’an nesli inşa etmeyi, dolayısıyla cahiliye toplumuna karşı yeni bir İslam toplumu oluşturmayı ve nihayetinde Asr-ı Saadet’i ihya edecek bir İslam devleti kurmayı hedeflediler. Bu mücadelenin saflarını “inananlar” ve “inanmayanlar” teşkil ediyordu. Bütün kaynaklarını bu hedef doğrultusunda seferber eden İslamcılar, Kur’an ve Sünnet’e salt siyasal açıdan baktılar, hemen her kavrama siyasi-ideolojik anlamlar yüklediler ve süreç içerisinde tamamen politize oldular. Bu dönemde özellikle Mısır’daki İslami Hareket, İslamcıların düşünce ve pratikleri üzerinde bir hayli etkili oldu. İslamcılar tıpkı Mısır -et-Tekfir ve’l-Hicret- örneğinde olduğu gibi cahiliyeden ayrışmak adına toplumla kendi aralarına set çektiler ve sanayileşme sürecine girmiş olan bir ülkede her geçen gün biraz daha belirginleşen sınıf çelişkisine ve sokakta yaşanan yangına bigâne kaldılar.
28 Şubat süreciyle birlikte ortaya çıkan üçüncü nesil ise seleflerinden tevarüs ettiği düşünce ve pratikleri kısmen de olsa devam ettirmekle birlikte daha çok sivil toplumu ön plana çıkararak ulus-devlete ve Kemalist oligarşiye karşı mücadeleyi esas aldı.
Kısaca özetleyecek olursak: Türkiye İslamcılığı kendisini iktidara endekslemiştir. Dolayısıyla emek, sermaye, sınıf çelişkisi, açlık, yoksulluk, işsizlik gibi konular hiçbir zaman Türkiye’deki ikinci ve üçüncü nesil İslamcıların gündeminde yer almamıştır.
Yaşanan bu süreçte İslamcılar, sürekli olarak İslam’ın kapitalizmle sosyalizmin dışında “üçüncü ve orijinal yol” olduğunu savundular ve “mahalle duvarları”nı tahkim etmek için ne gerekiyorsa yaptılar. Hiç şüphesiz bu, Türkiyeli İslamcıların kendilerine meşruiyet zemini aramalarıyla ilgili bir durumdu. Oysa Kur’an, ilk indiği topluma o güne dek yeryüzünde var olmayan doğruları vazetmiyordu. Aksine manevi-ahlaki açıdan çürümüş bir topluma insanlığın ortak değerlerini yeniden hatırlatıyor, “fıtrata, akla, vicdana ve sağduyuya dönüş” çağrısı yapıyordu. Dolayısıyla İslam, hangi inanç, düşünce veya dünya görüşüne mensup olursa olsun insanlığın ortak değerlerine sahip çıkan tüm akıl ve vicdan sahiplerine, bu değerlere bağlı kalmalarını salık verir (2/62, 5/47, 62/5). Meselenin teolojik boyutu ayrı bir konudur ve kişi, bu açıdan yalnızca Allah’a hesap verecektir. Bu bağlamda hakikatin şahidi olmak sadece “İslam” etiketi taşıyan herhangi bir düşünce veya dünya görüşüne mensup kişilere has kılınmamıştır. Bu bağlamda Müslümanların kan uykusuna yattıkları bir zaman dilimi olan 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan sosyalizm, sermaye ve emeğin saflarını teşkil ettiği ezen-ezilen kavgasında insanlığın aklı, vicdanı ve sağduyusu oldu. Bu bakımdan yeryüzünde hiçbir zaman “üçüncü ve orijinal bir yol” var olmadı, tarih boyunca insanın önünde sadece iki yol bulunuyordu: İyiliğin ve kötülüğün, adaletin ve zulmün, faziletin ve alçaklığın, aydınlığın ve karanlığın… yolu.
Nitekim ortaya atılan bu geçersiz iddia (“üçüncü ve orijinal yol” iddiası), Türkiyeli İslamcılar açısından deyim yerindeyse tam bir hüsranla neticelendi. Zira İslamcılar, Garaudy’nin ifadesiyle “entegrizm” batağına saplandılar. İslam’ı tarihinin bir döneminde -7. yüzyıl Arap yarımadası- sahip olduğu kültür yapısı ve müesseselerle özdeşletirdiler, mutlak bir doğruya sahip olduklarına inandılar ve bu “mutlak doğruyu” diğerlerine dayattılar. Bu, ortaçağ kalıntılarından yeni bir din inşa etme çabasıydı ki, sonuçları vahim oldu. Türkiye İslamcılığı diğer kültür ve düşüncelerle kendi arasına set çekti, hayattan, toplumdan ve realiteden koptu, kendi içinde gettolar inşa etti. Daha da vahim olanı, İslamcılığın kendisini kapitalizm ve sosyalizmin dışında “üçüncü ve orijinal yol” olarak nitelendirmesine karşın sermaye ve emek arasında cereyan eden ezen-ezilen kavgasını “trene bakar” gibi seyretmesi, emeğin ve emekçinin yanında değil, fiilen kapitalizmin safında yer almasıydı. Böylece İslamcılık, “hakikate şahitlik etme iddiası”nı kendi elleriyle geçersiz kılmış oldu.
İlginçtir ki, bugün Türkiyeli İslamcıların bir bölümü -hepsi değil- hâl-i hazırda kendilerini anti-kapitalist olarak tanımlıyor ve bu yönde söylemler geliştirmeye çalışıyorlar. İslamcılara ait birtakım yayın organlarında bu söylemin yansımalarını görmek mümkün. Ayrıca üç-beş ayda bir tüketim kültürünü ve kapitalizmin dönüştürücü etkisini konu alan sempozyumlara ve birtakım anti-kapitalist çıkışlara da rastlanabilir. Ancak ne var ki, bütün bunların gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Zira İslamcı camiada kapitalizmin ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Klasik İslamcı zihin, kapitalizmi salt tüketim kültüründen ibaret zannediyor ve buna şiddetle karşı çıkıyor hepsi bu. Buna karşın İslamcıların hiçbir zaman hiçbir yerde kapitalizmin öngördüğü üretim ilişkisini, mülkiyet anlayışını ve sermayenin doğasını sorguladıkları görülmemiştir. Aksine daha önce de ifade ettiğim gibi (bkz. “Allah, Lenin’e dedi ki…” başlıklı makale) Türkiye İslamcılığı hiçbir zaman anti-kapitalist olmamış, tam tersine sürekli olarak kapitalizmden beslenmiş, bu sayede kurumsallaşmıştır.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından basit bir tanımlama yapacak olursak: Kapitalizm, sınırsız ferdi mülkiyet ve teşebbüs hürriyetine dayanan bir piyasa düzenidir. Dolayısıyla sermayeye ve üretim araçlarına (toprak ve makine) sahip olmaya dayanır. Temelde maddeyi esas alan bir sistemdir; herhangi bir anlam arayışı yoktur. İnsan bu sistemde tıpkı toprak ve makine gibi sadece üretimde kullanılan bir unsurdur. Emek mümkün olduğunca ucuza satın alınmalı, kendisinden mümkün mertebe verim elde edilmeli, güçten düşünce de hayatının geri kalanını yarı aç yarı tok idame ettirebilmesine imkân sağlayacak bir ücretle ıskartaya çıkarılmalı, emekli edilmelidir. Dolayısıyla kapitalizm, merhametsiz, vicdansız, ahlaksız bir sistemdir; emek, hak-hukuk, fakir-fukara, garip-gureba, işsiz, aşsız, eşsiz tanımaz. Aksine kitleleri sermayedarların çıkarı için sefalete sürükler ve ezilen kesimleri üretim araçlarını elinde bulunduran mutlu bir azınlığın insafına terk eder.
Dolayısıyla bu sistem, zorunlu olarak hırsızlığı, arsızlığı, yolsuzluğu, kaynak israfını, rekabeti, sömürüyü ve hepsinde de önemlisi sınıf çelişkisini beraberinde getirir. Zira kapitalist sistemde kişi, bütün hesaplarını en yüksek kârı elde etmek üzerine yapar. Bu durumda daha çok üretebilmek için daha çok doğal kaynağa ve iş gücüne (köleye), ürettiğini satabilmek için de sınırsız tüketime ihtiyaç duyar ve piyasaya hâkim olabilmek için rakiplerini saf dışı etmeye çalışır. Üretim araçlarına sahip olmayan, kol gücüne dayalı iş yapan, dolayısıyla emeğini satarak geçinen işçi (köle), sistemin ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsurdur. Zira emek asgari şartlarda üretimin yarısını teşkil eder, emek olmadan üretim gerçekleş(e)mez. Bunun yanında sistem tüketiciyi de sömürmek zorundadır. Çünkü ancak arz ve satış fiyatları kontrol altında tutulmak suretiyle tekel oluşturulabilir ve aşırı kâr elde edilebilir.
Kapitalizmin bir başka yıkıcı sonucu, emperyalizme dönüşme zorunluluğudur. Daha fazla hammadde temin etmek, dolayısıyla enerji havzalarını, petrol ve maden yataklarını kontrol altında tutmak, mamullerini satmak için pazar bulmak, direniş gücünü teşkil eden manevi-ahlaki değerleri yok ederek kendi hayat tarzını ve tüketim kültürünü yerleştirmek için iktisadi, siyasi, askeri, dini ve kültürel açıdan diğerleri aleyhine yayılmak, onlara kendi çıkarları doğrultusunda baskı yapmak, etkide bulunmak mecburiyetindedir; aksi halde ayakta kalamaz.
Peki, İslamcılık bu konulara ilişkin ne söylüyor? Üretim ilişkileri, emek, sermaye, ferdi mülkiyet ve hür teşebbüs hakkında nasıl bir düşünceye sahip? Emeğin ve emekçinin yanında mı, yoksa sermayenin ve sermayedarın yanında mı yer alıyor? “Üçüncü ve orijinal yol” olma iddiasını geçerli kılacak kendine özgü alternatif bir modeli var mı?
Klasik İslamcılığın krizi tam da bu noktada başlıyor. Zira her ne kadar kapitalizmin sonuçlarından sadece biri olan tüketim çılgınlığına karşı çıksa da, Kur’an’ın indiği dönemin sosyal, iktisadi, siyasi ve kültürel şartlarını ve Kerim Kitab’ın nazil olduğu ortamın realitelerini dikkate alarak hüküm verdiğini göz ardı eden, dolayısıyla onun tarihin akışı içerisinde gerçekleştirilmek üzere insanlığa işaret ettiği ulvi ideallerin farkına var(a)mayan klasik yaklaşım, sermayeye, hür teşebbüse, kâr sistemine ve kırkta bir zekâtla sınırlandırılmış sınırsız ferdi mülkiyet hakkına “evet” demek suretiyle kapitalizmin safında yer aldı ve böylelikle patronları, süpermarketleri, çok kazanan şirketleri, hulâsa sınıfsal çelişkiyi, emek hırsızlığını, serbest piyasayı ve çokluk yarışını onayladı. Hal böyle olunca her ne kadar Filistin’de, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Irak’ta ve dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan işgaller, zulümler ve kıyımlar karşısında sesini yükselterek silahlı direnişe destek verdiyse de temelde düşmanlarıyla hep aynı çizgideydi: Kapitalizm!
Nitekim bugün İslamcı grup ve cemaatlere bakıldığında bunların kendi içlerinde dahi kapitalist ilişki biçimleri geliştirdikleri, sermayeyi önceledikleri, emeğin hakkını vermedikleri ve zengin-fakir arasındaki uçurumu gittikçe derinleştirdikleri görülür. Dolayısıyla klasik İslamcılığın anti-kapitalist görünme çabası, arada bir gelir dağılımındaki adaletsizlikten ve yoksulluktan dem vurması, “liberal piyasa”nın yerine “adil piyasa”yı (yok böyle bir piyasa) önermesi, hepsinden de öte İslami kimlik inşasından, Kur’an neslinden ve Allah merkezli bir yaşam biçiminden söz etmesi, hele ki, “dünyaya meyletmeyin” diyerek ahiretten bahsetmesi, abesle iştigal olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmiyor.
Sonuç itibariyle İslamcılık bugün keskin bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Ya emekten yana olacak ya da Allah adına sermayeyi kutsamaya devam edecek. Üçüncü bir seçeneği yok. Zira tarih boyunca süregelen ezen-ezilen kavgasının saflarını modern dünyada sermaye ve emek teşkil ediyor. Üstelik artık hiç kimse “üçüncü ve orijinal yol” yalanını yutmuyor!