Farklılıklara tahammülü olmayanlar, Peygamber örneğine rağmen Peygamber üzerinden rol çalarak, insanları İslam’a davet etmek adı altında kendilerine davet edenlerdir.
Son zamanlarda İslamcı camia arasında yaşanan tartışmalar bizi yeniden durup düşünmeye sevk etmektedir. İslami hareketin mensupları, yıllarca İslam adına mücadele edenlerin zaman içinde farklı düşünmelerinin neticesinde ortaya çıkan ayrışmalar ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan gruplaşmalar, Müslümanlar olarak İslami hayatın, Tevhid’in ve Vahdet’in neden oluşturulamadığı gerçeğini sorgulamamızı zorunlu kılmaktadır.
Kanaatimce Müslümanların en temel sorunu; İslam’ı, Kur’an’ı ve peygamberi salt anlama-anlayamama noktasına indirgemeleri ve inanan insanların doğru bilgi sistemine ulaşmış olmalarına rağmen oluşmamış pratikleri/amelleri üzerinden genel kitleyi İNANMAMIŞ olarak değerlendirmeleridir.
Bu değerlendirme her defasında tersinden “sürekli teolojik epistemoloji” üretiyor.
Bu da geleneğin birikiminden yararlanarak, daha kucaklayıcı ve diriltici bir dünya kurmak yerine, geçmişin söylemleri üzerinden kendini tüketmeye, geleneğin kazanımlarını karikatürleştirmeye neden oluyor.
Dinle ve bilgi sistemleriyle oyalanmak ise İslamcı cenahın fikir atölyelerinde çay-sigara, üçü bir arada, ve Cola Turka eşliğinde bitmek bilmez, hallolmaz, sonu gelmez sosyal gevezeliğe entelektüel kılıf geçirmek suretiyle, kahvehaneye gidip okey ve kâğıt oynamayan bu kesimlere entelektüelce zaman öldürme alanları sağlamış oluyor.
İşte bu alanlar üzerinde sosyal gevezeliğin bir de “sahih söylem” kuşanarak faşistleşmesi/ tek tipleşmesi/radikalize olarak tersinden Ortodoks bir repliğe dönüşmesi söz konusu.
“ANLAMAK YA DA İNANMAK, İŞTE TÜM MESELE BU” DEĞİL!
Anlamamak ya da tam anlamıyla iman etmemiş olmak bu gerçeğin bir parçasıdır. Oysa daha büyük bir gerçek var ki, o da bilgi düzeyi en düşük bir Müslüman’ın bile inandığı ve temel mesaj çerçevesinde ortalama anladığı dinin pratiğini oluşturamama sıkıntısıdır.
Oluşmayan pratikler, beklenen düzeyde gerçekleşmemiş ameller, her daim ANLAMAMA ve İNANMAMA ön kabulünden yola çıkılarak değerlendirilirse, bu durum bizi sürekli olarak NASS’ tan OLGU’ya götürecektir. Nass, sabit/duran bir değer; insan ise o sabit duran değeri yaşamına tatbik eden canlı bir dinamik olduğu için Nass’tan olguya gitmek-Nass’tan İnsana gitmek bizi SAHİH BİR SÖYLEM üzerinde bulunsak dahi insan gerçeğini ve insan doğasını göz önüne almadan SAHİH SÖYLEM FAŞİSTİ kılacaktır.
***
SAHİH SÖYLEM FAŞİZMİ ÜZERİNDEN SİYASAL İSLAMCILIK OYNAMAK
Sosyo-psikolojik, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik açıdan DAVET EKSENİNDEKİ İNSANIN gerçekliği merkeze alınarak olgudan Nass’a gelinmelidir. Merhaleci/tedrici sürece uygun olarak öncelikle EKONOMİ-POLİTİK bir zeminde MÜLK VE İKTİDAR gerçeği karşısında toplumu TEVHİD’E çağırmak gereklidir.
Sorunu Nass üzerinden, Nass’ı tebliğ eden elçilere inanmak ve bunları doğru şekilde anlamak ekseninde ele alan mevcut anlayışlar, karşılarındaki İNSAN GERÇEĞİNE yabancılaşarak, NASS ile İNSAN arasında KURTARICILIK VEHİMLERİYLE DOLU, KAFA KONFORU RAHAT bir biçimde “davetçilik oyunu” oynuyorlar.
“Topluma davetin ulaştırılması sorumluluğunu üzerine almak” adı altında toplumun problemlerinin içinde bizzat onlarla acı çekerek, onlarla birlikte olarak, Nuh misali el ele gemiler inşa etmek yerine, uzakta, yayınevlerinde, vakıf binalarında, kürsülerde, platformlarda, seminerlerde tespitler yapılıyor, talimatlar yağdırılıyor, insanların acıları üzerinden, onların SEKÜLER/PROFAN ideolojilerin karşısındaki omurgasızlaşmış olmaları bahane edilerek SİYASAL İSLAMCILIK MESLEĞİ icra ediliyor ve karizma oluşturulmaya çalışılıyor.
Sermaye ve yeterlilik belgesi istemeyen bu alanda, “topluma davet eksenli” bakmak adı altında kurtarıcılık taslayanlar, dillerine üç-beş ayet, iki radikal replik sıkıştırdıktan sonra “biraz Seyyid kutup, biraz Mevdudi, biraz beşeri düzenlere “La” demek edebiyatı” yapıp ardında da toplumla aralarındaki uçurumu “Nice peygamberler var ki, bir inananı dahi olmamıştır, bu dava zor, bu dava çetin” gibi yaklaşımlarla ussallaştırıyorlar. Arkasından gözlemlediğimiz realite ise şu oluyor: “Peygamberlerden rol çalarak, politize olmuş İslamcı patinajlarla oyalanmak.”
Bu davet pazarında “BANAAA GEEELLL, BİZEEE GEEELLL” diye bağırıp çağıran insanlar, canı yanan halk için ortaya atılan “mücadele yoldaşları, refikleri” olmaktan çok, onların acıları üzerinden siyasal liderlik ve kanaat önderlikleri devşiriyorlar.
Peki, bunun “YOLDAŞLIK” değil de “ÖNDERCİLİK OYNAMAK” olduğunu ortay koyan kriterler nelerdir?
İki farklı yaklaşım söz konusu:
1- Bu insanların “HANGİNİZ MUHAMMED” derecesinde TOPLUMUN içinde olmaları
2- GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE SÜREKLİ TRÜBÜNLERE OYNUYOR OLMALARI.
İşte gerçekçi bir kıstas…
Sözünü ettiğimiz bu insanlar kendilerini KURTARACAKLARINI söyleyen ideolojilerin elçilerine baksınlar: YAŞAM STANDARTLARINA VE KAFA KONFORLARINA…
Daru’l-İslam/İslam Yurdu, SELAMET, ESENLİK, ADALET, ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK yurdu anlamına gelir. Ancak biz Müslümanlar elde ettiğimiz bilgiyi pratik hayatımıza aktarırken ve bu bilgiyi eyleme dönüştürürken, toplumun eşitliği ve bütünlüğü için değil, farklı düşüncelere karşı ve tahammülsüzlük içinde söylem iktidarlarımıza taze kan üretmek için hareket etmekteyiz.
Peygamberin Mekke’de zalimlere, sömürgecilere karşı tavrını ve Medine’de Yahudi ve Hıristiyanlara gösterdiği âli cenaplığı çok iyi biliyoruz. Fakat nedense bu örnekliği hayata taşımak ve bu gerçekleri pratize etmek birçok İslamcının işine gelmemektedir. Oysa peygamberin oluşturduğu tevhidi mücadelenin ve tevhid toplumunun içinde Müslüman olmayanlar da vardı. Peygamber bunlara her açıdan adalet ve özgürlük çerçevesinde evrensel insan hakları açısından gereken hassasiyeti gösterdi ve onlara değer verdi ki, hemen hemen tüm İslami kaynaklarda peygamberin bu tavır ve davranışları anlatılır.
Gelelim bugüne: Bugün Müslümanlar paramparça olmuş durumdadır. Her grup tevhidi savunduğunu ve TEVHİD sancağı altında bir İslam devleti, İslam toplumu kurma hayali peşinde olduğunu iddia ederken, kendilerince ortaya koydukları “TEVHİDİ düşünce”ye uymayan insanlara karşı aşırı tahammülsüzlük gösteriyorlar. Bunun en büyük sebeplerinden biri, kişisel ve grupsal çıkarlardır, “ben davası”, GÜÇ ve İKTİDAR davasıdır. Çünkü bir kere İslamcı yapılanmaların birçoğunda baş gösteren en önemli hastalık, süreç içinde kişisel ve grupsal beklentilerin ranta dönüşmesidir. Müslümanlar TEVHİDİ hakikatleri pratize etme konusunda ciddi engellerle karşı karşıyalar, hatta bu engelleri süreç içinde söz sahibi olma, güç ve iktidar sahibi olma uğruna oluşturuyorlar.
Bu engellerin aşılması noktasında atılması gereken bazı önemli adımlar:
1- Doğru bilginin doğru şekilde pratik hayata aktarılmasını sağlamak adına farklı düşünen insanlara karşı tahammül etmek, bu insanlar arasında inanç, dil, ırk ve sınıf farkı gözetmeksizin, onların selamet içinde ADİL ve ÖZGÜR bir şekilde yaşamlarını sürdürmelerine yardımcı olmak.
2- Hayatın tüm alanlarında siyasal, sosyal ve ekonomik mücadelede, eğitimde, sokakta, caddede işyerinde, mevcut bilginin, bilgi kirliliği yaratmadan herkesin istifadesine sunulması, enformasyon ağının ve bilgilendirme ortamlarının canlandırılmasını sağlamak.
3- Zalimlere, zorbalara, kan emicilere -abdestli de olsalar- SÖMÜRGECİ kapitalistlere, hulâsa insanların HAK ve HUKKUKUNA tecavüz edenlere karşı samimi ve yapıcı bir mücadele vermek
4- İslam’ın yaşanılabilirliğini pratik hayatta örneklik olarak sunmak için toplumun tüm kesimleri hiçbir dışlanmaya tabi tutulmadan muhatap almak, tebliği dosdoğru İslam şahsiyetler üzerinden sunmak.
5- Müslümanlar olarak ezilenlerin, mazlumların ve mahrumların, hakları gasp edilenlerin, çağdaş köleler olan asgari ücretlilerin, evlerine ekmek götüremedikleri için aileleri parçalananların, küresel kapitalizmin sömürüsünden dolayı borç altında inleyenlerin, yetimlerin, dulların, öksüzlerin, yurtsuzların, evsizlerin haklarını savunmak için meydanlara inmek ve bu gerçek üzerinden mücadele verenlerle el ele olmak, başarıya ulaşmak için KARDEŞLİK, ADALET ve ÖZGÜRLÜK savaşı vermek.
Peygamberin önderlik ve örneklik konumunda ümmetine öğretmek istediği şey, her türlü inanca ve düşünceye tahammül edebilmekti. Fakat ne gariptir ki, daha peygamberin hayata gözlerini yumduğu andan itibaren başlayan ve bugüne kadar da süregelen şey, peygamberin vermek istediği mesajın siyasi ve ekonomik güç beklentisi içinde olanlar tarafından örtülmesi, peygamberin birlik ve beraberlik örnekliğinin siyasi güç ve dünyevi çıkarlar uğruna akamete uğratılmasıdır.
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın’’ (Âl-i İmran: 103) uyarılarına rağmen, yüz yıllardır İslam dünyasında Müslümanların bile birbirlerine karşı tahammül edememelerinin altında yatan gerçek, Müslümanların peygamberi doğru anlayamamaları ve Kur’ani mesajı doğru okuyamamaları değil. Eğer sorun peygamberin uğruna mücadele verdiği İslam’ın doğru anlaşılamaması olsaydı belki bu kadar sıkıntı yaşanmazdı. Anlatılan ve anlaşılan Allah, peygamber ve Kitap, toplumsal hayata sınıf eşitsizliği üzerinden kardeşlik ve dayanışma ekseninde aktarılsaydı insanların inanç ve fikirlerinin farklılık arz etmesinin ilahi bir sünetullah olduğunu anlaşılacaktı.
Daha ilk yıllarda Müslümanların arasına fitne koyan aşiretçilik, grupçuluk ve ümmeti parçalama girişimleri, dünyaya tamah edenler yüzünden başarıya ulaşmış, peygamber zamanında önem verilen, olmazsa olmaz kabul edilen cihat, takva, infak, adalet, özgürlük, kardeşlik ve hayâ gibi İslami kavramlar ters yüz edilmiş, tüm İslami değerler dünyevi çıkar amacı (menfaat-perestlik) üzerine inşa edilerek islam’ın temel dinamikleri ortadan kaldırılmış ve İslam, adeta vicdanlara hapsedilerek ruhban bir din statüsüne indirgenmiştir.
İslam’ın toplumları ayağa kaldıran, harekete geçiren, huzura ve refaha ulaştıran adil ve paylaşımcı ekonomi-politik duruşu, adeta vicdanların derinliklerine hapis edilmiş ve zulüm sistemlerinin ekonomi-politik anlayışına uydurulmuştur. Kırkta bir zekât ile vicdanlar rahatlatılırken, sokaklarda işsizlikten kırılan, dağılan, parçalanan ailelerin varlığına mukabil “beş kuruşluk sadaka” anlayışı hâkim kılınmıştır.
Seküler kapitalist anlayışın, işçi hakları(!) kanunlarına karşı herhangi bir mücadele verilmezken, yeri geldiğinde sadece bu haksızlığı eleştirerek “İslam gelince her şey düzelir” vaadinde bulunan birtakım İslamcılar -ne gariptir ki- asgari ücretle işçi çalıştırdılar, sigorta paralarını ödemediler ve böylece verecekleri üç kuruş için işçilerinin defalarca haklarını yediler. Farklılıklara tahammül etmedikleri gibi eylem ve söylem çatışması içinde bocalayan bu tür İslamcılık adı altındaki düşünce ve hareketlerin topluma sunabileceği herhangi bir çözüm önerisi yoktur. Ezilenler üzerinden “seküler tağutlar”ı dövenlerin, yarın kendi iktidarları üzerinden bu uygulamaları yapmayacaklarını kim garanti edebilir?
Müslüman olduklarını iddia edenler, gerçekten İslam’ın değerlerini kendi hayatlarında pratize etselerdi, farklı düşünen grup, cemaat ve düşünce akımlarına saygı gösterir, onlarla bir arada yaşar; birlik ve beraberlik içinde insanlığın selameti için mücadele ederlerdi. Ancak ne yazık ki, yüz yıllardır Müslümanların inançları üzerinden bir takım siyasal, ticari ve düşünsel hareketler oluşturanlar her farklı düşünce karşısında acımasızca saldırıya geçerek adeta “sahih söylem faşizmi”nin örneğini verdiler.
Tek tip düşünmenin insan fıtratına aykırı olduğunu bildikleri halde, farklı düşünenlere karşı aşırı şekilde tahammülsüzlük göstererek, adeta savaş açan ve bu kirli savaşta her yolu mubah gören zihniyetin peygamberi anlayamamış olmasından ziyade siyasal ve grupsal çıkarlar için bu tür tutum ve davranışlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Camilerde, mescitlerde, derneklerde, meydanlarda “İslam sevgi, barış ve merhamet dinidir” diye nara atanların, kendi içlerinde farklı düşünenlere karşı gösterdikleri merhametsiz yaklaşım, yargısız infaz ve tekfir etme girişimleri, bu grupların peygamberi sadece kendi benimsedikleri çizgi çerçevesinde ve kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiklerini göstermektedir.