Ekoloji, doğa, tabiat, dere, nehir, ırmak, yeşillik, ağaçlar, gıdalar bütün bunlarla ilgili İslam’da ne söyleniyor? Acaba Kur’an-ı Kerim’de bir tabiat, doğa duyarlılığı var mı? Dinlerdeki mistisizmin ekoloji ile bir bağlantısı olabilir mi? Mesela tasavvuftaki vahdet-i vücud’un ekoloji ile bir yakınlaşması veya bir açıdan ilişkisi söz konusu olabilir mi?
Kur’an’da tabiat tasvirleri var. Acaba bu tabiat tasvirleri neden yapılıyor? Kur’an’ın yerlerden, göklerden, dağlardan, ovalardan, ağaçlardan, ırmaklardan, nehirlerden, çift çift hayvanlardan, yediğimiz gıdalardan, rızıklardan, bize verilen ürünlerden, hurmalardan, üzüm bağlarından, bahçelerden bahsettiğini görüyoruz ve bunları adeta tasvir ederek anlatıyor. Mesela Kur’an’daki cennet tasviri tam bir ekolojik tasvirdir. Aslında cennet ‘’her yeri yeşilliklerle kaplı bahçe’’ demektir. O bahçe içerisinde evler vardır. O evlerin altından ırmaklar akmakta, yan taraflarındaki üzüm bağlarından, hurma dallarından salkım salkım üzüm ve hurma taneleri yere doğru sarkmaktadır. Cenneti anlatırken bu şekilde bağlardan, bahçelerden tasvirler yapılıyor.
Bu tasvirlerin birçoğu tabi ki evrensel tasvirlerdir. Fakat aynı zamanda yoğunluklu olarak Orta Arabistan’da 7. yüzyıldaki Arapların doğa özlemlerini, arzularını, isteklerini ifade etmekte ve biraz da onlara seslenmektedir. Bu talepler ve özlemler zaten herkeste vardır. Mesela şu anda tatil dediğimiz zaman insanların aklına ne geliyor? Dünyanın neresine gidersek gidelim tatile çıkmak istiyorum diyen birisi ya yeşillik, pınar, dere, ova, bağ, bahçelerden ya da plaj, deniz, kum, güneşten bahseder. Bunların hepsi tabiat ve doğa tasvirleridir. Arabistan’da plaj anlamında deniz, kum, güneş olmadığı ve öyle bir kültürleri de olmadığı için bol bol altından ırmaklar akan evler, yeşillikler, bağlar, bahçeler denilmektedir.
Bu tasvirler neden yapılıyor? Bunlar gözler önüne neden seriliyor? Bunun iki sebebi var. Birincisi bunların sahibinin Allah olduğunu vurgulamak, ikincisi böylesi doğal bir hayatı idealize etmek için aynı zamanda cennet tasviri olarak da anlatılıyor. Yani bizlerin böylesi yeşillikler içerisinde, altından ırmaklar, sular akan el değmemiş doğa ile iç içe olan yaşamımızın en ideal yaşam olduğu ve o yaşama ulaşmak için çaba sarf etmemiz gerektiği anlatılıyor. Eğer öyle bir yaşam içinde isek onu korumamız, kollamamız, muhafaza etmemiz gerektiği vurgulanıyor ve buna cennet deniyor. Öte yandan bunları sahiplenenler var, onlara da tüm bunların sahibinin Allah olduğunun sık sık vurgulanarak hatırlatıldığını görüyoruz. Buna Kur’an’da tabiat tasvirleri diyoruz. ‘’Yerler ve gökler Allah’ındır. Allah size yeryüzünde ekin tarlaları, bağlar, bahçeler var etti, rızıklarınızı temin edesiniz diye’’ diyor.
Bütün bunların sahibinin Allah olduğu neden vurgulanıyor? Çünkü o dönemde zenginliğin kaynağı birkaç çeşitti:
Birincisi toprak/ard/yeryüzü… Toprağa sahip olmak aynı zamanda hurma bahçelerine, üzüm bağlarına, geniş tarlalara sahip olmak anlamına geliyordu. “Yeryüzü Allah’ındır” diyor. Yerler, gökler ve ikisinin arasında olan her şey yerin altında bitenler, gökten yağmurun yağması yerden nebatın, bitkilerin bitmesi her şey Allah’a aittir derken tabiattaki bütün bu rızık döngüsünün bir sahibinin olduğu buna insanlardan herhangi birisinin tek başına sahip olamayacağı, buradaki nimetlerin bütün insanlara, kamuya ait olduğu özellikle vurgulanıyor. Bunun için bu tabiat tasvirleri sürekli olarak yapılıyor.
İkinci kaynağı insanlar… Yani köleler, cariyeler, alınıp satılan kadınlar, erkekler. Toprağa sahip olanlar için bunlarda zenginliğin ikinci kaynağıydı.
Üçüncüsü doğal kaynaklar ve hayvanlar… Yerin altındaki su, gökten gelen yağmur, yerin altında bekleyen bitkiler, buğdaylar, ürünler. Bunların hepsinin sahibi Allah’tır diye özellikle vurgulanıyor. Sonra hayvanların sahibinin Allah olduğu söyleniyor. Çift çift hayvanlar, başta Arapların çok sevdiği deve olmak üzere bunların da sahibinin Allah olduğu özellikle vurgulanıyor. Çünkü hayvanlara, kölelere, cariyelere, kadınlara sahip olmak bunları almak ve satmak, tarlalara, bağlara, bahçelere, sulak arazilere ve pınarlara sahip olmak zengin olmak anlamına geliyordu. O zaman zenginliğinin kaynağı bunlardı. Sonuç itibariyle tarım ve ticaret toplumunda sermayenin kaynağı da ya köle ya toprak ya hayvan sürüleri veyahut da doğal kaynaklardı.
Tabiattaki bu tasvirler ortaya serilerek bütün bunların sahibinin Allah olduğu Kur’an’da özellikle vurgulanıyor. Demek ki tabiat tasvirlerinin yapılmasının ana sebebi bunların sahibinin insanlar olmadığının vurgulanması. İnsanların sahip olduğu şeyin de sadece emeği olduğu söyleniyor. Kur’an-ı Kerim’de denir ki; ‘’Ve-en leyse lil-insâni illâ mâ se’â’’ (Necm-39) insan için emeğinden başkası yoktur. İnsanın sahip olacağı yegâne şeyin bu olduğu söyleniyor.
Tasavvuftaki vahdet-i vücud’la İslam’daki tevhit inancı aşağı yukarı aynı şeydir varlığın birliği demektir. Yani doğayı, tezahür etmiş olan evrenin kendisini bir tecelli olarak görmek, görünmeyen Allah’ın görünür tecellisi veya görünmeyen Allah’ın görünür mahlûkatı olarak görmek demektir. Yani yarattığı melekut alemi, uçsuz bucaksız evren, yerler, gökler, tabiatın, doğanın kendisi Allah’ın yaratışı neticesinde ortaya çıkmış bir tezahürüdür. Kur’an tabiriyle onun zahir olan yüzüdür. Tasavvuf felsefesindeki tabirle onun bir tecellisidir bize görünen tarafıdır. Dolayısıyla tabiatın kendisi böylesi bir mistisizmde bizatihi Tanrı ile irtibatlandırılmış oluyor.
Dolayısıyla çiçeği koparamazsınız, karıncayı ezemezsiniz, derenin yatağını değiştiremezsiniz, ağaçları kesemezsiniz. Bütün bunlar Allah’ın yaratışı, tezahürü, tecellisi, görünümüdür. Ona dokunduğunuz zaman Allah’a dokunmuş gibi olursunuz ve onun yaratışını bozmuş olursunuz. Nasıl yarattıysa onu o şekilde kabul etmek durumundasınız.
Hindistan’da 9 milyon Hindu her yıl Ganj Nehrine hacca gidiyor. Akıp gitmekte olan Ganj Nehrine girip çıkıyorlar ve bu saatlerce sürüyor. Bu ritüeli Hindu ibadeti olarak yapıyorlar. Ganj Nehrine girip çıkarak arındıklarını düşünüyorlar çünkü akmakta olan Ganj Nehrini Tanrı Shiva’nın sıvı formu olarak görüyorlar. Dolayısıyla ekoloji ile mistizm burada birleşmiş oluyor. Eğer siz ırmağı Tanrı Shiva’nın sıvı formu olarak görürseniz ırmağı kirletemezsiniz çünkü orası arınma yeridir, temiz tutmak zorundasınız. Irmağın yatağını da değiştiremezsiniz, olduğu gibi bırakmak durumundasınız hatta önüne baraj da yapamazsınız.
Dolayısıyla tabiata bu tür bir bakış aslında tabiatı Tanrı ile bütünleştirerek veya Tanrının tezahürü ve tecellisi ile aynı görerek onu korumayı ve kollamayı gerektiriyor.
İslam’da Hac ritüeli vardır 2 milyon Hacı her yıl Kâbe’ye gider. Kâbe’de ihrama girdiği an yani beyaz bir elbise giydiğinde (sınıf farklılıklarının ortadan kalkması anlamına gelir) bütün rütbeler sökülür, kimin ne olduğu belli olmaz. Zengin ve yoksul, general ile er, üstteki ile alttaki beyaz bir kefene bürünerek bir evin etrafında dönmeye başlarlar. Bu sınıfsal eşitlik anlamına gelir ihram bunu sağlar. Aynı zamanda ihramlı iken herhangi bir hayvanı öldürmemeniz, çiçeği koparmamanız, karıncanın üzerine basmamanız, orada bulunan herhangi bir canlıya zarar vermemeniz gerekir. Aslında bu, dünyadaki hayatın da nasıl olması gerektiğine dair talimden başka bir şey değildir. Haccın kendisi baştan aşağı bir ritüeldir. Haccın kendisi bir ibadet değildir. Hac Müslümanları, hacca gidenleri eğitir. Hacıların kendi memleketlerine, normal hayatlarına döndüklerinde orada öğrendiklerini uygulamaları ibadettir. Yani kendi memleketinizde yaşarken de ihramlı gibi herkesi kendinize eşit göreceksiniz, çiçeği koparmayacaksınız, karıncayı ezmeyeceksiniz, tabiata, doğaya, nehre, suya zarar vermeyeceksiniz, ağaçları kesmeyeceksiniz, avlanma yasağına uyacaksınız. Doğadan hiçbir şeyi öldüremezsiniz, Allah’ın izin vermediğini kesemezsiniz. Hac da bu bilinç ve şuur öğretilir.
Ancak gelin görün ki şu anda 2 milyon hacı bütün bunlardan neredeyse bihaber. Hac da üst üste yığılıyorlar birbirlerini çiğniyorlar, izdihamlar, ölümler oluyor. Kurban adı altında hayvanlar kesiliyor, buzluklara konuluyor. Afrika diyarlarına bile göndermekten artık vazgeçildi, gereksiz lüzumsuz yere binlerce hayvan ibadet adı altında kesiliyor. Bunların gerçek İslam’la alakası yok. İslamiyet’te hayvan keserek ibadet yok yani kurban yok. Araplar arasında var ama Kur’an’da yok. Kan akıtarak, hayvan keserek bir ibadet olmaz. Tam tersi Kur’an’ın amacı hayvan kanı dahi olsa kan akıtmayı durdurmaktır. Konuyla ilgili Kur’an’da Kurban Ayetleri Haritası, Garip Gureba Bayramı ve Kur’an’da Tabiat Tasvirleri başlıklı detaylı makalelerime internetten rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Örneklendirerek bu tavsiyelerin gerçekte neden yapıldığını anlatmaya çalışıyorum. Bunları ancak gelişmiş bir dini bilinçle anlamamız mümkündür. Yoksa cehalet içerisinde bir dindarlıkla bunlar anlaşılmaktan öte, hayvan katliamına, doğayı tahrip etmeye ve bilinçsizce elindeki bıçakla hayvanı, baltayla da ağacı kesmeye yönelinir. Bunlar Kur’an’ın emrettiği şeyler değil. Cehaletten kendi dinini dahi bilmemekten ne söylediğinin dahi farkında olmamaktan kaynaklanıyor.
Şu halde çevre duyarlılığı dini duyarlılıkla eşdeğerdir. Hayvanlara saygı gösterme, onlara eziyet etmeme, onları öldürmeme duyarlılığı dini duyarlılıkla eşdeğer, paraleldir. Hatta benim görüşüme göre vejeteryanlık yani hayvan eti yememe duyarlılığı dini duyarlılıkla paraleldir. Çevreye, doğaya, nehirlere, ağaçlara, yeşile, hayvanlara saygı göstermek, onları korumak kollamak aslında çok dindarane davranışlardır. Zaten dindarlık iki şekilde ortaya çıkar. Birisi merhamet, diğeri ötekini düşünmek. Bir insanda derin bir merhamet ve öteki duyarlılığı varsa sadece insanlara değil hayvanlara ve ağaç, doğa, nehir gibi bizim dışımızdaki tüm çevreye karşı duyarlı olmak varsa burada dindarane bir davranış var demektir.
Kur’an’ın en temel kavramı takvadır. Takva sakınmak demektir. Kişinin kendisi başta olmak üzere çevresine insanlara, canlılara, ağaçlara, doğaya, yeşile, nehire, ırmağa, yere, göğe elinin ulaştığı her yere zarar vermekten sakınması, geri durmasına Kur’an-ı Kerim ‘takva’, bunu yapan kişiye de ‘muttaki’ demektedir. Kur’an takvayı da üstünlük ölçüsü olarak koymaktadır. Hucurât suresi 13. ayette ‘’Sizin içinizden en üstün olanınız en takvalı olanınızdır’’ denir. Yani sizin içinizden en üstün olanınız çevreye zarar vermekten en çok sakınınızdır. Buna bakarak herkes kendisini, çevreye ne kadar zarar verip vermediğini ölçebilir. Bir nebzesini anlatabildiğim kadarıyla Kur’an’da çevre, ekoloji duyarlılığı görüldüğü gibi gayet yüksek düzeydedir ve neredeyse imanla eşdeğer gitmektedir.