Nathan Coombs
İran devriminde solun rolü, Frederic Jameson ve Slavoj Žižek’in vak’anın “gözden kaybolan arabulucu”su dedikleri türden karmaşık bir nitelik arz eder. İranlı marksistlerin zirvede oldukları dönemde milyonlara hükmederken, bir yandan da yaptıkları müdahalelerin kitlesel ayaklanma noktasında küçük ama önemli bir anahtar rolü oynamasına ilişkin gerçek, 1979 devrimini saf anlamda İslâmî bir devrim yatağına çeviren Ayetullah Humeyni’nin revizyonist tarihi tarafından silinip atılmıştır. Bu revizyonun nasıl yapıldığı sorusu, Mazyar Behruz’un yirminci yüzyılda İran solunun talihsizliklerine ilişkin incelemesine yön veren sorudur.
Sevinçli bir hikâye değil kuşkusuz. Yetmişlerde Fedailer ve Mücahitler isimleri altında örgütlenen gerilla hareketlerinin oluşumuna kadar Tude (Kitle) Partisi ismindeki merkez sol örgütlenme, ülke dışından faaliyetlerini yürütmektedir, devrimci faaliyeti doğrudan kınamaktadır ve ayrıca 1953’te demokratik yoldan seçilmiş milliyetçi lider Dr. Musaddık’a karşı CIA güdümlü darbeye karşı çıkmadığı için lekelenmiş durumdadır. Tude, Stalin’e dönük körü körüne sadakati yüzünden ilk başta Musaddık’ın İran petrollerini millîleştirme projesine karşı çıkmış, Britiş ve Amerikan emperyalizmi arasındaki güçler dengesi ile ilgili Sovyetler’in arzularını tuhaf bir biçimde yorumlamıştır. O dönemde parti, emperyalistlerin darbe tezgâhladıklarını geç de olsa fark etmiş, milliyetçi burjuvazi ile ittifakın esas olduğunu görmüş, kararlı bir biçimde hareket etme noktasında basiretli davranamamış ve sonuçta Pehlevî monarşisi, 1979’da devrilene dek, ülkeye dayatılmıştır.
Bu oldukça önemli hatayla ilgili hafızası İran’daki solun yörüngesini tayin eder. Şehirli işçi sınıfı desteğinden mahrum, şehirleri kuşatmak için köylüleri harekete geçirmeyi düşünen maoistlere (Tude Partisi Devrimci Örgütü -TPDÖ) rağmen sol, serbestçe süzülen öncü aydın güruhu olarak hareket etmektedir. Ortaya atılan şiarlar üzerinden gerçekleştirilen tartışmaların altında, strateji ve ideoloji düzleminde ortaya çıkan derin hizipleşmeler yatmaktadır. Misal, Ahmedzade’nin önerisi ile Fedailer’in şiarı “kahrolsun emperyalizm ve onun peşinden koşan köpekleri”dir; Mücahitler’inki ise Canzani’nin ağzından çıktığı biçimiyle, “kahrolsun Şah diktatörlüğü ve onun emperyalist hamileri”dir. (s. 55) Her iki şiar da parti tabanını kimlerin teşkil ettiğine ve düşmanın doğasının ne olduğuna ilişkin köklü bir belirsizliğin varlığını muhafaza ettiğinin delilidir. İran’da hüküm süren zulmün kemanını tüm küresel kapitalist matriks mi çalıyor (Ahmedzade), yoksa Amerika’ya sırtını yaslayan sadece yerel bir ajan olarak Şah mı? (Canzani) Aradaki fark hiç belli değil. Liderlerinin suikasta kurban gidip öldürülmesi ile Fedailer yetmişlerde birbirine bağlı kimi konularla ilgili olarak sayısız kez bir o yana bir yana sürekli salınıp dururlar.
Bu konuda yalnız da değildirler. Mücahitler’i ele alacak olursak, islâmî-marksist bir grup olarak yola çıkan bu örgüt 1975’te marksist bir gerilla örgütüne dönüşür. Üyelerini İslâm ile Marx’ın birleştirilebileceğine dair inançlarını düzeltmeleri için yeniden eğitime tabi tutar. Oysa öte yandan da Humeyni’ye ellerindeki eklektik ideolojik bileşke ile yaklaşmayı sürdürürler. Milletlerarası düzlemde ise Birleşik Krallık ve ABD’deki troçkist ideoloji etrafında kümelenmiş öğrenci grupları Troçki’yi belli ölçüde Şah’ın insan hakları siciline dönük eleştiri için entelektüel bir araç olarak yorumlarlar. Tude, stalinizme ve “bilimsel sosyalizm”e yönelik tekdüzeleşmiş bir hürmet psikolojisi içinde durağanlaşmış, Lenin’e atıfla, İran’da devrim için gerekli nesnel koşulların mevcut olmadığına kanaat getirmiştir. Parti sürekli olarak rakip sol hizipleri kınar ve Şah hükümetine “sorumlu” bir muhalefet partisi olacağına dair teklifler götürür.
Altmışlar sonrası İran solunu tarif eden stalinizmin “çorak ideolojisi”ne dönük bir tür sadakatten ziyade, 1979 öncesi ve sonrasında canlanma imkânı bulan bir eğilim olarak kimi fikirlerin, hiziplerin ve beynelmilel yol takiplerinin ortaya çıkardığı fazlalık, ilgili tarih boyunca açık bir hâl alır. Behruz’un da tarif ettiği biçimiyle:
“Devrim öncesinde bir düzine kadar grup mevcutken, devrim sonrasında grupların sayısı sekseni aşmış, sözkonusu sayı, marksist grupların giderek daha fazla parçalanması ile artmıştır.” (s. 105)
Bu tespit esasında Behruz’un elde ettiği sonucun aksini iddia etmiyor mu? Bu noktada Behruz’un Tude’nin üst kademelerindeki tartışmaya ilişkin izahatına bir bakalım:
“Her iki kanat arasındaki tartışmanın merkezinde işçi sınıfı partisi meselesi duruyordu. Dogmatik ve katı bir stalinist teorisyen olan Kasımî, bir ülkede tek işçi sınıfı ya da komünist partisi mevcut olabileceğini söyleyen ortodoks hattı savunuyordu. Diğer yandan Furotan ise parti sayısının iki ya da daha fazla olabileceği sonucuna ulaşmıştı.” (s. 90)
Bu, bizi solu ifade eden tek parti olması gerektiğini söyleyen Kasımî’nin ısrarında otoriteryanlık olduğuna ilişkin kimi önyargılara sevk ediyor. Günümüzde çoğulculuğa, farklılığa ve aydınlanmaya özgü hoşgörüye yönelik saygı üzerinden düşünüldüğünde Forutan’ın konumu postmodernitenin sağ kanadına işaret ediyor. Ancak solun başarısızlığındaki ana nedenlerden biri, beynelmilel solun ideolojik her türlü olası konumu ve devrimci taktiğini temsil eden sol gruplar içinde pervasızca yaşanan patlamadır. İran solunu Rusya ve Çin’de yaşanan diğer ikonik devrimlerdeki soldan radikal manada ayıran şey, ayrışma kararının gerçekleştiği bir alan olarak işleyecek hegemonik bir partinin mevcut olmayışı ve İran’daki solun dumura uğramasıdır. Çin, Cezayir ve Vietnam gibi bölgelerde yaşanan teorik gelişmeler özümsenmiş, ancak bu gelişmeler bütünleştirilmek yerine, tümüyle kendi tercihleri olan ideolojileri benimseyen parti ve gerilla gruplarının aralarındaki yatay ayrışmayı tetiklemiştir. Sözkonusu gruplar arasında arabuluculuk yapacak, belli bir ağırlığa sahip partinin yokluğunda marksizme ait dağınık türevler politik barbarlığın kimsenin kazanmadığı oyununa alan açmıştır. Elbette bunun nedeni, halkın belli bir bölmesini harekete geçirme becerisinden azade olup salt kendi ideolojilerindeki somut koşulları yansıtmakla yetinen İran’daki solcu gruplardır.
Devrim ve Mart 1979’da İran İslam Cumhuriyeti’nin tesisini takiben yaşanan tuhaf olayların sorumlusu bu serbestçe süzülen ideolojidir. Devrim sonrası “stalinist” Tude telâşla Humeyni’ye teslim olup Fedailer’le Mücahidler’i ihbar eder. Maoist TPDÖ ise İslamcı liberallerin safında yer alır. 1975’te İslamî köklerinden kurtulup saf anlamda marksist olan, ancak geride teorik çalışma yapıldığına ilişkin hiçbir kayıt bırakmayan Mücahitler ise İslam Cumhuriyeti’ne karşı şehir gerillacılığına dayalı uzlaşmaz bir savaş yürüten tek örgüttür. Fedailer ise devrim sonrası en etkili gruptur, örgüt, Hizbullah’a karşı kadınların gerçekleştirdiği eylemleri destekler ki bu tavır aralarında Simone de Beauvior ve Valerie Moghaddam’ın da bulunduğu beynelmilel feminist çevrelerin takdirini kazanır. Ancak esasta üst orta sınıf feminist hareketi destekleyen Fedailer zamanla bir kimlik krizine sürüklenir, ayrılıkçı Kürt hareketi ile birleşir, devletin zulmü ile yüzleşir ve süreç içinde bölünür. Kendisine “çoğunluk” diyen grup Humeyni’nin radikal din adamlarına yanaşan Tude ile birleşir, bu yakınlaşma, 1983’te televizyona çıkartılıp aşağılanma ve tasfiye ile ödüllendirilir. Diğer yandan uzlaşmaya yanaşmayan azınlık ise zamanla güç kaybeder ve marjinalleşir.
O hâlde bu hikâyenin anlaşılması için gerekli iki kilit noktadan birincisi, solcu grupların neden bir fazlalık üretmiş olduğu ve devrim sonrasında grupların önemli bir bölümünün neden Humeyni’yi temelde ilerici gördükleri ve İslam Cumhuriyeti’ne neden rıza gösterdikleridir. Sahip oldukları kimlik siyasetleri aracılığıyla Ali Şeriati ve Celâl Ali Ahmed gibi teorisyenlerin inşa ettikleri -1975 öncesi Mücahidler’in üzerinde yürüyüp sonrada terk ettikleri- köprü, salt sol ile İslam arasında değil, ayrıca eşzamanlı olmayan iki sol arasında da mevcuttur. Behruz’un da tartışıp odaklandığı soldaki hassas nokta, geleneksel marksist öncü parti anlayışının her türden türevidir. Diğer sol ise esas olarak akıl ve diyalektik yönteme ilişkin batı marksizmine ait gerçekleri görme biçimi üzerinden büyüme sağlar: Jean-Paul Sartre’ın çokça insanı etkilemiş olan Diyalektik Aklın Eleştirisi isimli çalışması (ya da Theodor Adorno’nun Negatif Diyalektik’i ve ayrıca Michel Foucault’nun İran Devrimi’nde şahit olduğuna kanaat getirdiği “marksizmsiz komünizm” peşinde koşma gayreti ile doruğa ulaşan, günümüzde Alain Badiou ve Antonio Negri külliyatında kendini tümüyle ifşa eden teorik faaliyet) aracılığıyla oluşmuş bir görme biçimidir bu.
Dolayısıyla serbestçe süzülen marksist ideolojiler ve İran Devrimi’nde faal olan sol belli bir fazlalık üretmiş, bu, sola ilişkin iki ayrı tipolojinin oluşumunu koşullamıştır: birbiriyle uzlaşmaz olan marksist ve postmodern sol, baş dönmesine yol açan bir tür “yönelim bozukluğu” üretmiştir. Behruz ise meseleyi olduğundan daha küçük görmektedir:
“Anti-emperyalist paradigma yüzünden tüm İranlı marksistler, İslam Cumhuriyeti’nin yabancı güçlerden politik bağımsızlığı ile İslamcıların teokrasi inşa etme niyetlerini birbirlerinden ayırt edememişlerdir.”(s. 137)
Ya da başka bir ifade ile tüm İranlı marksist hareket, anlaşılması mümkün olmayan, çöküşe sebebiyet verebilecek yanlış bir hüküm vermenin acısını çekmişlerdir. Oysa Behruz’un kendisini körleştirdiği aleni gerçek, “dogmatik” marksist teorisyenlerle İslam arasındaki uçurum geriye dönüşsüz olarak Yeni Solcu felsefeler aracılığıyla kapatılmış olmasıdır. Bu noktada Tude’ye ilişkin olarak ortaya çıkan gerçek başka türlü izah edilemez:
“1983’ten beri partinin ana ideologu olan İhsanullah Tabari mütedeyyin bir insan hâline gelmiş ve İslam’ın marksizmden üstün olduğunu anlatan kitaplar yayımlamıştır.”(s. 130)
İran solundaki müzelik stalinistlerin Tabari şahsında somutlanan tasvirini bile daha şaşırtıcı kılan işte bu türden gerçeklerdir. Resmî beyanlar düzeyinde Tude, geleneksel marksist söyleme kilitlenmişse de İslamcı söylemin yol açtığı etki, partinin solcu direniş anlayışını darmaduman etmiş ve onun yeni değerler ekseni üzerinden İslam Cumhuriyeti’ne eleştiriler yöneltme gayretlerini baltalamıştır. Her hâliyle İranlı marksistler kendi dönemlerinin ürünüdürler, Almanya’daki Baader-Meinhof Grubu, İtalya’daki Kızıl Tugaylar gibi azınlık terörist örgütler, fildişi kulesi marksistleri ve post-yapısalcı direniş teorisyenleri türünden kendi batılı muadillerinden bu anlamda farksızdırlar. Behruz muhtemelen günümüz koşulları üzerine kalem oynatmaktadır: “İlgili dönemin yazınına göz atıldığında eğitimli bir okuyucunun bile, süregiden tartışmaları takip etmekte zorlanacağı açıktır.” (s. 142) Bu açmaz aynı zamanda günümüz için de geçerli değil midir? Ancak politik bir yapının kitle tabanından ya da bileşeninden tümüyle ayrıksı duran eğitimli bir “seçkinler grubu”nun erişebileceği görece daha incelikli ve karmaşık bir solcu söylem, tarikatvari bir mesiyanizmle, ırkçı bir milliyetçilikle, etnik çelişki ve binyılcı-çevreci ve dinî ajitasyonla sonuçlanacaktır.
Buna karşılık Behruz’un merkezî argümanı, İran solunun stalinist zihniyet dünyasından kopamadığı üzerine kuruludur. İran solunun ruhunu kavramak adına stalinizmi tuhaf bir biçimde izah eder:
“Stephen Cohen’in izahına göre, stalinizm ‘sadece milliyetçilik, bürokratik aklîleştirme, demokrasinin mevcut olmayışı, sansür, polis baskısı ve benzeri diğer olgular değildir’ (…) Aksine stalinizm, bu başlıklardaki olağandışı aşırıcılık ve fazlalıktır.” (s. 159)
Ancak cevap üretme noktasında İran solundaki partiler stalinistlerse eğer, stalinistlikleri bile gayet zayıftır. 1963-1979 arası dönemde sürgünde olup yokluğuna rağmen oldukça güçlü, karizmatik bir liderlik ortaya koyan Ayetullah Humeyni’nin aksine, İran solundaki hiçbir lider, kendisini kişilik kültüne denk düşebilecek herhangi bir konuma bile taşımayı becerememiştir.
Partilerini demir yumruk ile kontrol altında tutma becerileri genel anlamda başabelâ olan üyelerin kopuşlarını izlemek ve yeni gruplar oluşturmakla sınırlıdır, hattâ hizipsel kavgaların kontrolü noktasında bile bu liderlerin pek becerikli oldukları söylenemez.
Muhtemelen kimi ihtilaflara yol açabilecek çıkarımımız şu olabilir: İran solundaki fazlalık, sahip olduğu stalinist pratikler değil, aksine stalinist ya da değil, asi hizipleri birleştirip birbirine hasım sayısız gruba ayrışmanın önünü alacak, tam manasıyla kararlı bir liderin mevcut olmayışıdır. Sonuç olarak, ideoloji bağlamında, belki de İran solunu mahveden, marksist-leninizme dönük dogmatik sadakat değil, özde duracak bir ilkeler kümesi ve işçi sınıfı tabanı oluşturmaya dayalı bir görev bilincidir. Üçüncü Dünyacı devrimci teori ve sonrasında postmodern kimlik siyasetinin etkisi altında onlar ahlâkî görevi İslamcılara terk etmişlerdir.
Sevinçli bir hikâye değil kuşkusuz. Yetmişlerde Fedailer ve Mücahitler isimleri altında örgütlenen gerilla hareketlerinin oluşumuna kadar Tude (Kitle) Partisi ismindeki merkez sol örgütlenme, ülke dışından faaliyetlerini yürütmektedir, devrimci faaliyeti doğrudan kınamaktadır ve ayrıca 1953’te demokratik yoldan seçilmiş milliyetçi lider Dr. Musaddık’a karşı CIA güdümlü darbeye karşı çıkmadığı için lekelenmiş durumdadır. Tude, Stalin’e dönük körü körüne sadakati yüzünden ilk başta Musaddık’ın İran petrollerini millîleştirme projesine karşı çıkmış, Britiş ve Amerikan emperyalizmi arasındaki güçler dengesi ile ilgili Sovyetler’in arzularını tuhaf bir biçimde yorumlamıştır. O dönemde parti, emperyalistlerin darbe tezgâhladıklarını geç de olsa fark etmiş, milliyetçi burjuvazi ile ittifakın esas olduğunu görmüş, kararlı bir biçimde hareket etme noktasında basiretli davranamamış ve sonuçta Pehlevî monarşisi, 1979’da devrilene dek, ülkeye dayatılmıştır.
Bu oldukça önemli hatayla ilgili hafızası İran’daki solun yörüngesini tayin eder. Şehirli işçi sınıfı desteğinden mahrum, şehirleri kuşatmak için köylüleri harekete geçirmeyi düşünen maoistlere (Tude Partisi Devrimci Örgütü -TPDÖ) rağmen sol, serbestçe süzülen öncü aydın güruhu olarak hareket etmektedir. Ortaya atılan şiarlar üzerinden gerçekleştirilen tartışmaların altında, strateji ve ideoloji düzleminde ortaya çıkan derin hizipleşmeler yatmaktadır. Misal, Ahmedzade’nin önerisi ile Fedailer’in şiarı “kahrolsun emperyalizm ve onun peşinden koşan köpekleri”dir; Mücahitler’inki ise Canzani’nin ağzından çıktığı biçimiyle, “kahrolsun Şah diktatörlüğü ve onun emperyalist hamileri”dir. (s. 55) Her iki şiar da parti tabanını kimlerin teşkil ettiğine ve düşmanın doğasının ne olduğuna ilişkin köklü bir belirsizliğin varlığını muhafaza ettiğinin delilidir. İran’da hüküm süren zulmün kemanını tüm küresel kapitalist matriks mi çalıyor (Ahmedzade), yoksa Amerika’ya sırtını yaslayan sadece yerel bir ajan olarak Şah mı? (Canzani) Aradaki fark hiç belli değil. Liderlerinin suikasta kurban gidip öldürülmesi ile Fedailer yetmişlerde birbirine bağlı kimi konularla ilgili olarak sayısız kez bir o yana bir yana sürekli salınıp dururlar.
Bu konuda yalnız da değildirler. Mücahitler’i ele alacak olursak, islâmî-marksist bir grup olarak yola çıkan bu örgüt 1975’te marksist bir gerilla örgütüne dönüşür. Üyelerini İslâm ile Marx’ın birleştirilebileceğine dair inançlarını düzeltmeleri için yeniden eğitime tabi tutar. Oysa öte yandan da Humeyni’ye ellerindeki eklektik ideolojik bileşke ile yaklaşmayı sürdürürler. Milletlerarası düzlemde ise Birleşik Krallık ve ABD’deki troçkist ideoloji etrafında kümelenmiş öğrenci grupları Troçki’yi belli ölçüde Şah’ın insan hakları siciline dönük eleştiri için entelektüel bir araç olarak yorumlarlar. Tude, stalinizme ve “bilimsel sosyalizm”e yönelik tekdüzeleşmiş bir hürmet psikolojisi içinde durağanlaşmış, Lenin’e atıfla, İran’da devrim için gerekli nesnel koşulların mevcut olmadığına kanaat getirmiştir. Parti sürekli olarak rakip sol hizipleri kınar ve Şah hükümetine “sorumlu” bir muhalefet partisi olacağına dair teklifler götürür.
Altmışlar sonrası İran solunu tarif eden stalinizmin “çorak ideolojisi”ne dönük bir tür sadakatten ziyade, 1979 öncesi ve sonrasında canlanma imkânı bulan bir eğilim olarak kimi fikirlerin, hiziplerin ve beynelmilel yol takiplerinin ortaya çıkardığı fazlalık, ilgili tarih boyunca açık bir hâl alır. Behruz’un da tarif ettiği biçimiyle:
“Devrim öncesinde bir düzine kadar grup mevcutken, devrim sonrasında grupların sayısı sekseni aşmış, sözkonusu sayı, marksist grupların giderek daha fazla parçalanması ile artmıştır.” (s. 105)
Bu tespit esasında Behruz’un elde ettiği sonucun aksini iddia etmiyor mu? Bu noktada Behruz’un Tude’nin üst kademelerindeki tartışmaya ilişkin izahatına bir bakalım:
“Her iki kanat arasındaki tartışmanın merkezinde işçi sınıfı partisi meselesi duruyordu. Dogmatik ve katı bir stalinist teorisyen olan Kasımî, bir ülkede tek işçi sınıfı ya da komünist partisi mevcut olabileceğini söyleyen ortodoks hattı savunuyordu. Diğer yandan Furotan ise parti sayısının iki ya da daha fazla olabileceği sonucuna ulaşmıştı.” (s. 90)
Bu, bizi solu ifade eden tek parti olması gerektiğini söyleyen Kasımî’nin ısrarında otoriteryanlık olduğuna ilişkin kimi önyargılara sevk ediyor. Günümüzde çoğulculuğa, farklılığa ve aydınlanmaya özgü hoşgörüye yönelik saygı üzerinden düşünüldüğünde Forutan’ın konumu postmodernitenin sağ kanadına işaret ediyor. Ancak solun başarısızlığındaki ana nedenlerden biri, beynelmilel solun ideolojik her türlü olası konumu ve devrimci taktiğini temsil eden sol gruplar içinde pervasızca yaşanan patlamadır. İran solunu Rusya ve Çin’de yaşanan diğer ikonik devrimlerdeki soldan radikal manada ayıran şey, ayrışma kararının gerçekleştiği bir alan olarak işleyecek hegemonik bir partinin mevcut olmayışı ve İran’daki solun dumura uğramasıdır. Çin, Cezayir ve Vietnam gibi bölgelerde yaşanan teorik gelişmeler özümsenmiş, ancak bu gelişmeler bütünleştirilmek yerine, tümüyle kendi tercihleri olan ideolojileri benimseyen parti ve gerilla gruplarının aralarındaki yatay ayrışmayı tetiklemiştir. Sözkonusu gruplar arasında arabuluculuk yapacak, belli bir ağırlığa sahip partinin yokluğunda marksizme ait dağınık türevler politik barbarlığın kimsenin kazanmadığı oyununa alan açmıştır. Elbette bunun nedeni, halkın belli bir bölmesini harekete geçirme becerisinden azade olup salt kendi ideolojilerindeki somut koşulları yansıtmakla yetinen İran’daki solcu gruplardır.
Devrim ve Mart 1979’da İran İslam Cumhuriyeti’nin tesisini takiben yaşanan tuhaf olayların sorumlusu bu serbestçe süzülen ideolojidir. Devrim sonrası “stalinist” Tude telâşla Humeyni’ye teslim olup Fedailer’le Mücahidler’i ihbar eder. Maoist TPDÖ ise İslamcı liberallerin safında yer alır. 1975’te İslamî köklerinden kurtulup saf anlamda marksist olan, ancak geride teorik çalışma yapıldığına ilişkin hiçbir kayıt bırakmayan Mücahitler ise İslam Cumhuriyeti’ne karşı şehir gerillacılığına dayalı uzlaşmaz bir savaş yürüten tek örgüttür. Fedailer ise devrim sonrası en etkili gruptur, örgüt, Hizbullah’a karşı kadınların gerçekleştirdiği eylemleri destekler ki bu tavır aralarında Simone de Beauvior ve Valerie Moghaddam’ın da bulunduğu beynelmilel feminist çevrelerin takdirini kazanır. Ancak esasta üst orta sınıf feminist hareketi destekleyen Fedailer zamanla bir kimlik krizine sürüklenir, ayrılıkçı Kürt hareketi ile birleşir, devletin zulmü ile yüzleşir ve süreç içinde bölünür. Kendisine “çoğunluk” diyen grup Humeyni’nin radikal din adamlarına yanaşan Tude ile birleşir, bu yakınlaşma, 1983’te televizyona çıkartılıp aşağılanma ve tasfiye ile ödüllendirilir. Diğer yandan uzlaşmaya yanaşmayan azınlık ise zamanla güç kaybeder ve marjinalleşir.
O hâlde bu hikâyenin anlaşılması için gerekli iki kilit noktadan birincisi, solcu grupların neden bir fazlalık üretmiş olduğu ve devrim sonrasında grupların önemli bir bölümünün neden Humeyni’yi temelde ilerici gördükleri ve İslam Cumhuriyeti’ne neden rıza gösterdikleridir. Sahip oldukları kimlik siyasetleri aracılığıyla Ali Şeriati ve Celâl Ali Ahmed gibi teorisyenlerin inşa ettikleri -1975 öncesi Mücahidler’in üzerinde yürüyüp sonrada terk ettikleri- köprü, salt sol ile İslam arasında değil, ayrıca eşzamanlı olmayan iki sol arasında da mevcuttur. Behruz’un da tartışıp odaklandığı soldaki hassas nokta, geleneksel marksist öncü parti anlayışının her türden türevidir. Diğer sol ise esas olarak akıl ve diyalektik yönteme ilişkin batı marksizmine ait gerçekleri görme biçimi üzerinden büyüme sağlar: Jean-Paul Sartre’ın çokça insanı etkilemiş olan Diyalektik Aklın Eleştirisi isimli çalışması (ya da Theodor Adorno’nun Negatif Diyalektik’i ve ayrıca Michel Foucault’nun İran Devrimi’nde şahit olduğuna kanaat getirdiği “marksizmsiz komünizm” peşinde koşma gayreti ile doruğa ulaşan, günümüzde Alain Badiou ve Antonio Negri külliyatında kendini tümüyle ifşa eden teorik faaliyet) aracılığıyla oluşmuş bir görme biçimidir bu.
Dolayısıyla serbestçe süzülen marksist ideolojiler ve İran Devrimi’nde faal olan sol belli bir fazlalık üretmiş, bu, sola ilişkin iki ayrı tipolojinin oluşumunu koşullamıştır: birbiriyle uzlaşmaz olan marksist ve postmodern sol, baş dönmesine yol açan bir tür “yönelim bozukluğu” üretmiştir. Behruz ise meseleyi olduğundan daha küçük görmektedir:
“Anti-emperyalist paradigma yüzünden tüm İranlı marksistler, İslam Cumhuriyeti’nin yabancı güçlerden politik bağımsızlığı ile İslamcıların teokrasi inşa etme niyetlerini birbirlerinden ayırt edememişlerdir.”(s. 137)
Ya da başka bir ifade ile tüm İranlı marksist hareket, anlaşılması mümkün olmayan, çöküşe sebebiyet verebilecek yanlış bir hüküm vermenin acısını çekmişlerdir. Oysa Behruz’un kendisini körleştirdiği aleni gerçek, “dogmatik” marksist teorisyenlerle İslam arasındaki uçurum geriye dönüşsüz olarak Yeni Solcu felsefeler aracılığıyla kapatılmış olmasıdır. Bu noktada Tude’ye ilişkin olarak ortaya çıkan gerçek başka türlü izah edilemez:
“1983’ten beri partinin ana ideologu olan İhsanullah Tabari mütedeyyin bir insan hâline gelmiş ve İslam’ın marksizmden üstün olduğunu anlatan kitaplar yayımlamıştır.”(s. 130)
İran solundaki müzelik stalinistlerin Tabari şahsında somutlanan tasvirini bile daha şaşırtıcı kılan işte bu türden gerçeklerdir. Resmî beyanlar düzeyinde Tude, geleneksel marksist söyleme kilitlenmişse de İslamcı söylemin yol açtığı etki, partinin solcu direniş anlayışını darmaduman etmiş ve onun yeni değerler ekseni üzerinden İslam Cumhuriyeti’ne eleştiriler yöneltme gayretlerini baltalamıştır. Her hâliyle İranlı marksistler kendi dönemlerinin ürünüdürler, Almanya’daki Baader-Meinhof Grubu, İtalya’daki Kızıl Tugaylar gibi azınlık terörist örgütler, fildişi kulesi marksistleri ve post-yapısalcı direniş teorisyenleri türünden kendi batılı muadillerinden bu anlamda farksızdırlar. Behruz muhtemelen günümüz koşulları üzerine kalem oynatmaktadır: “İlgili dönemin yazınına göz atıldığında eğitimli bir okuyucunun bile, süregiden tartışmaları takip etmekte zorlanacağı açıktır.” (s. 142) Bu açmaz aynı zamanda günümüz için de geçerli değil midir? Ancak politik bir yapının kitle tabanından ya da bileşeninden tümüyle ayrıksı duran eğitimli bir “seçkinler grubu”nun erişebileceği görece daha incelikli ve karmaşık bir solcu söylem, tarikatvari bir mesiyanizmle, ırkçı bir milliyetçilikle, etnik çelişki ve binyılcı-çevreci ve dinî ajitasyonla sonuçlanacaktır.
Buna karşılık Behruz’un merkezî argümanı, İran solunun stalinist zihniyet dünyasından kopamadığı üzerine kuruludur. İran solunun ruhunu kavramak adına stalinizmi tuhaf bir biçimde izah eder:
“Stephen Cohen’in izahına göre, stalinizm ‘sadece milliyetçilik, bürokratik aklîleştirme, demokrasinin mevcut olmayışı, sansür, polis baskısı ve benzeri diğer olgular değildir’ (…) Aksine stalinizm, bu başlıklardaki olağandışı aşırıcılık ve fazlalıktır.” (s. 159)
Ancak cevap üretme noktasında İran solundaki partiler stalinistlerse eğer, stalinistlikleri bile gayet zayıftır. 1963-1979 arası dönemde sürgünde olup yokluğuna rağmen oldukça güçlü, karizmatik bir liderlik ortaya koyan Ayetullah Humeyni’nin aksine, İran solundaki hiçbir lider, kendisini kişilik kültüne denk düşebilecek herhangi bir konuma bile taşımayı becerememiştir.
Partilerini demir yumruk ile kontrol altında tutma becerileri genel anlamda başabelâ olan üyelerin kopuşlarını izlemek ve yeni gruplar oluşturmakla sınırlıdır, hattâ hizipsel kavgaların kontrolü noktasında bile bu liderlerin pek becerikli oldukları söylenemez.
Muhtemelen kimi ihtilaflara yol açabilecek çıkarımımız şu olabilir: İran solundaki fazlalık, sahip olduğu stalinist pratikler değil, aksine stalinist ya da değil, asi hizipleri birleştirip birbirine hasım sayısız gruba ayrışmanın önünü alacak, tam manasıyla kararlı bir liderin mevcut olmayışıdır. Sonuç olarak, ideoloji bağlamında, belki de İran solunu mahveden, marksist-leninizme dönük dogmatik sadakat değil, özde duracak bir ilkeler kümesi ve işçi sınıfı tabanı oluşturmaya dayalı bir görev bilincidir. Üçüncü Dünyacı devrimci teori ve sonrasında postmodern kimlik siyasetinin etkisi altında onlar ahlâkî görevi İslamcılara terk etmişlerdir.
iştiraki.blogspot.com