
Ahmet Yaşaroğlu
Son günlerde gazetemizde yayımlanan iki haber oldukça dikkat çekiciydi. Bunlarda birinde şöyle deniliyordu: “Ülkedeki demokrasi gibi fabrika da. Nasıl hükümeti eleştirirsen, rakip olursan cezaevine girme riskin var, fabrikada da şikayet edemezsin, sendikacılara laf söyleyemezsin.” (Bir BEKO işçisi). “Sözleşme sürecinde işten atma tehdidinin büyüdüğünü, kamera ve denetim baskısının arttığını belirten işçiler, ‘Ekonomi, hükümet, sözleşme demek bile yasak’ diyerek fabrikadaki korku iklimini anlattı.” (RENO’da olanları aktaran bir işçi anlatımı.) Kuşkusuz gazetemize bu konuları işleyen pek çok işçi mektubu geliyor ve bu tür anlatımları çoğaltmak olanaklı. Ama fabrikadaki durumla, ülkenin demokrasi durumunun benzerliğini çarpıcı bir biçimde vurgulayan benzetme, bugün ülkenin yaşadığı politik sürecin sınıf bilinçli bir işçinin bilincine nasıl yansıdığını özlü bir biçimde özetliyor.
Bazı vurguları yeniden belirginleştirecek olursak: Bugün ülkede süren bir demokrasi mücadelesi var. Bu mücadele demokratik hak ve özgürlükleri kazanmayı, var olan kısıtlı hakları koruma ve geliştirmeyi, ülkeyi genel olarak demokratikleştirmeyi, faşist tırmanışın önünü kesmeyi ve onu püskürtmeyi, demokratik bir düzen kurmayı amaçlıyor. Kuşkusuz bu mücadeleye katılan her kesim aynı programa sahip değil. Demokratik hak ve özgürlükleri, demokrasiyi kazanma mücadelesi, farklı sınıf ve tabakalardan tüm emekçi halkı yakından ilgilendiriyor çünkü onların günlük yaşamları doğrudan doğruya bu iktidarın ve büyük sermayenin politik ve ekonomik programlarından etkileniyor; alınan her karar işçininin, emekçinin ekmeğini biraz daha küçültüyor, üzerlerindeki ekonomik baskıyı daha da ağırlaştırıyor.
İşçinin örgütlenme hakkı, sendika seçme hakkı fiilen elinden alınıyor, az sayıdaki mücadeleci sendika yöneticisi dışındaki sendika ve konfederasyon yöneticisi işçilerin karşısında adeta patronun temsilcileri durumunda. Bunlar işçilerin üzerinde denetim görevi yapıyor, baskıyı örgütlüyor, onların kendi aralarında fabrika ve iş yerlerinde örgütlenmeleri —örneğin bir grev örgütlemek ve sürdürmek için başvurdukları komiteler gibi— dağıtma, mücadelede öne çıkan işçileri işten attırma ve tasfiye etme gibi yöntemleri patron adına uyguluyorlar. Sendikalaşmak için harekete geçen işçiler, karşılarında sadece güvenlik güçlerini değil, yörenin müftüsünü, cami hocasını buluyorlar. Sendikal yasalar, sendika ağalığını ve bürokrasisini korumak ve güçlendirmek, işçilere yeni zorluklar çıkarmak için düzenleniyor. İş yasalarının, sendika yasalarının demokratikleştirilmesi gerekiyor ve bunlar ülkede sürmekte olan genel demokrasi mücadelesi ile doğrudan bağlantılı meseleler. Yani demokrasi ve özgürlük yoksa ekmeği büyütme mücadelesi zorbalıkla püskürtülüyor, çalışma koşullarını düzeltmek ise neredeyse olanaksız.
Bu durumda hak ve özgürlükler için meydanlara, sokaklara çıkanların üzerinde estirilen terörün fabrika ve iş yerlerine kadar uzamaması olanaklı mı? Yani işçiler için şöyle bir yaşam yok: ‘Ben fabrikamda, iş yerimde önüme konan görevi yaparım, etliye sütlüye karışmam, patronla, onun temsilcileri ile dalaşmam’… Bu elbette haklarına, emeğine sahip çıkan, çürümenin ve kokuşmanın her yanı sardığı bir düzende kendi namuslu ve temiz emeği ile geçinen işçinin tutumu olamaz. Mevcut düzen bir yanda sayıları bir avuç olan, emeğin sömürülmesi ile semirenleri ve servetlerine servet katanları toplarken, diğer yanda açlık ve yoksullukla boğuşan, aşırı sömürü ve baskı altında yaşam sürdürmeye çalışan on milyonları topluyor. Örneğin yeni bütçe, halkın nasıl daha fazla sömürüleceğini karara bağlarken, sadece sömürü ile değil, faiz soygunları ile de asalak bir yaşam süren kan emicilere trilyonlarca lira aktarıyor. Hani şu “Nas var, sana bana ne oluyor” denen şey vardı ya, işte o bugün böyle çalışıyor.
Meselenin özü şudur: İşçi sınıfı demokrasi ve özgürlük mücadelesine sınıf olarak katılmak, bu katılımda kendi bağımsız politik tutumuna sahip olmak zorundadır. Bu mücadeleye katılmayan bir sınıf, soygun ve sömürü düzenine son verecek bir yönelim içerisine giremez, kendi kaderini kendi eline alamaz. On milyonların ürettiğini bir avuç sömürücünün önüne yığan bir düzen baskı ve zorbalıkla ömrünü uzatıyorsa, bu baskı ve zorbalığa karşı mücadele etmek sadece bugünün zorunlu görevi değil, geleceği kurmanın kapısını da aralamak anlamına gelmektedir.
Gelecek denilince elbette ilk akla gelen işçi sınıfının genç kuşağı. Gelecekte yetişkin işçilerin yerlerini dolduracak olan bu kuşak şimdiden iş cinayetlerine kurban gidiyor. İşçilerin “iş kazası” adı yakıştırılan iş cinayetlerine kurban gitmeleri sermayeye yetmiyor, o gözünü çocuklara, genç kuşaklara, onların emeğini azgınca ve sınırsızca sömürmeye, kanlarını içip canlarını almaya kadar genişletmiş durumda. Bütün bu sorunların köklü ve insana yaraşır onurlu bir çözüme kavuşması, ancak işçi sınıfının sömürüsüz bir geleceği kurmayı amaçlayan bağımsız politik hareketi ile olanaklı olacaktır. Bugünün ihtiyacı hızla uyanmak, mücadeleye atılmak, örgütlenmektir. Bu düzen böyle devam edemez, bu çark böyle dönmeye devam edemez, etmemeli.




