Türkiye siyasetinde “ne şiş yansın ne kebap” anlayışı egemendir. Bu yaklaşımla siyaset yapmak hem kolay hem güvenli gözükür. Risk almaz, keskin virajlarda tavır koymak zorunda hissetmezsiniz kendinizi. Bu tercih, garantici psikoloji ile her devrin kazananı olmayı hak ettiğini düşünenlerin ruh haline, kişiliğine çok uygun düşer.
Sadece doğrudan iktidar partisinde siyaset yapmayı tercih edenler değil, iktidar partisi ile birlikte hareket etmeyi alışkanlık haline getiren gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum çevreleri hatta bazen pozisyonu gereği muhalefetçilik rolü oynayanlar bile “ne şiş yansın ne kebap” anlayışı ile hareket ederler.
Muhalif olmak iktidar olamamanın kaçınılmaz bir sonucu değil, sahici itiraz sahibi olmanın bir gereği ise başka bir şey yapmayı gerektirir. Bu başka şeyi göze alamadığınızda verili durum içinde elden geldiğince karlı duruma geçmenin hesabını yapabilirsiniz. Ne yazık ki anayasa mücadelesinde de böyle bir durumla karşı karşıya kalacağa benziyoruz.
Sadece politik ahlakın dibe vurduğu merkez partileri arasında değil, bazen ideolojik kaygıya dayalı söylem sahibi partiler tarafından da tam bir tabanı idare etme stratejisi uygulanır. Kamuoyu önünde göstermelik gerilim dilini kullanıp perde arkası ilişkilerde güçlü olana teslim olma refleksi, siyasete olan toplumsal güvensizliğin en önemli nedenlerindendir.
Kurucu irade konusunu göz ardı ederek, anayasa yapma yetkisini kerhen de olsa mevcut meclisin inisiyatifine bırakmanın izahı son derece zordur. Daha işe başlamadan, madem özel bir anayasa meclisi olmuyor bari mevcut meclisin daha iyi bir şey yapmasını hedefleyelim, yaklaşımı erken havlu atmaktır. Elbette bütün yollar tıkandıktan sonra bu yönde hareket edebilmek için bir açık kapı bırakmak gerekebilir. Ama daha ringe çıkmadan “böyle olsaydı iyiydi ama öylede olabilir” tutumu maçın kaybedileceğinin işaretidir.
Toplumsal muhalefetin görevi uzlaşmacı tutumla dengelerin gereğini savunmak olamaz. Doğruyu, olması gerekeni, sonuna kadar ve elbette önce kendi inanmışlığı ile savunmayı göze almak gerekir. Gerilim çıkaran taraf olarak gözükmeyelim anlayışı, her türlü gerilimi üretme ve yönetmeyi iktidar siyasetinin gereği olarak gören tarafın elini rahatlatır. Siz istediğiniz kadar alttan alın ve makul olanı savunun. Sonuçta onun kamu oyu araçları sizi, “oyun bozan, uzlaşma bilmeyen, verdikçe isteyen, doymak bilmeyen” taraf olarak ilan edebilecek güçtedir. “Buna alet olmayalım, bu oyuna fırsat vermeyelim” derken, farkında olmadan iktidarın minderinde hareket etmek zorunda kalırsınız.
Masadan kalkma ihtimalinizin olmadığını hisseden bir gücün, size tanıdığı lütuf ve acıma sınırları dışında bir alan açma imkanınız kalmaz. Filmin sonunda ortaya çıkan tablonun sizi destekleyenlerce kabul edilemeyeceğini anladığınızda masayı devirseniz bile iş işten geçmiş olur. Kendi inandırıcılığınızı kaybetmekle kalmaz, tarihi bir fırsatında kaçırılmasına alet olursunuz.
Bu aşamadan sonra kimin ne kadar haklı olduğu yada ne kadar iyi niyetli, hatta ağır bedel ödemiş olduğu çok önemli değildir. “Ne şiş yansın ne kebap” anlayışı ile hareket edildiğinde, genellikle hem “şiş yanar hem kebap”.
Son tutuklamalar ve bu şartlarda muhtemelen devam edecek olan çatışmalarla ilgili düşüncelerimi ayrıca belirtmeyi gereksiz görüyorum. Bırakın savaşı durduracak anayasa yapmayı, anayasa konuşmayı anlamsızlaştıracak bir savaşın içine sürükleniyoruz.
Yıllar sonra Türkiye demokrasi tarihi ile ilgili bir masal kaleme alınırsa sonunu şöyle bağlamak uygun düşer sanıyorum: “Gökten üç elma düşmüş. Birisi, bu mecliste demokratik anayasa yapılacağını sanan siyasetçilerin başına. Öbürü, buradan çıkacak anayasa ile savaşın duracağına inanan aydınların başına. Diğeri de, kendilerine ağlamaktan başka yol bırakılmayan anaların başına”