Malum, bu gök kubbe altında söylenmedik hiçbir söz yok. Bu bakımdan yapılması gereken şey, mevcut verilerden yola çıkarak düşünceyi yeniden üretmek. Kuşkusuz bu da okumak, tefekkür etmek ve eldeki mevcut verileri yeniden yorumlayarak güncelleştirmekle mümkün. Bir önceki yazıda klasik din algısı ve Allah tasavvuru üzerinde durmuş ve bunu sorgulamaya çalışmıştım. Bu yazıda mevcut Allah tasavvurunun köklerini ve bu tasavvurun yol açtığı yıkıcı sonuçları daha geniş ve daha genel bir çerçeve içerisinde ele almaya çalıştım. Yazıyı kaleme alırken öncelikle Kur’an’a başvurdum. Bu bağlamda Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı adlı meal-tefsirinden ve Salih Akdemir’in Son Çağrı Kur’an adlı çevirisinden yararlandım. Bunun yanında Ali Şeriati’nin Medeniyet Tarihi, Rağıb’ın İnsan, İsmail R. Faruki’nin Tevhid ve George Frankl’ın Batı Uygarlığı adlı eserlerinden epey istifade ettim. Elde ettiğim verileri yeniden yorumlamaya, dolayısıyla güncelleştirmeye ve bu yolla mevcut durumu resmetmeye çalıştım.
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Allah tasavvuru, bireyin -ve pek tabii bireylerden müteşekkil olan toplumun- genel karakterini yansıtır. Kişinin ve toplumun kendisine ne derece güven duyup duymadığını, aklî ve vicdanî açıdan ne derece tekâmül etmiş olduğunu, bir başka ifadeyle manevi-ahlaki seviyesini ve bunun yanında dünya görüşünü ortaya koyar. Zira Allah tasavvuru, düşünce, tutum ve davranışlara, insani ilişkilere, sosyal, iktisadi ve siyasi bilincine etki eder. Bu nedenle sakat bir Allah tasavvuru bireysel ve toplumsal yaşantıda yıkıcı sonuçlara yol açar. Kur’an bunu şunu şekilde ifade etmektedir: “Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler…” (22/74)
Kur’an’da müteâl ve fakat aynı zamanda hayat verdiği/kendi ruhundan üflediği (15/29, 32/9, 38/71) insana şah damarından daha yakın olan (50/16), dolayısıyla insanda içkin bulunan, rahmeti/merhameti kendine ilke edinmiş (6/12), rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan (7/156), davranış tarzında asla değişiklik göstermeyen (35/43, 48/23), bu bağlamda koyduğu varlık yasaları çerçevesinde edip eyleyen, tutarlı, adil ve merhametli bir Allah tasavvuru söz konusudur.
Ancak insanoğlu tarih boyunca çeşitli Allah tasavvurları geliştirmiştir. Şüphesiz bunun başlangıçta psikolojik, sonrasında ise sosyal, kültürel, iktisadi ve siyasi nedenleri bulunmaktadır. Bu bağlamda insanoğlu tarih içerisinde iki temel problemle karşılaşmıştır. Birincisi, ana-erkil toplum yapısı içerisinde insan, kişisel olarak ilişki kurabileceği, kendisine rehberlik edecek ve onun ihtiyaçlarını karşılayacak bir Baba’ya ihtiyaç duymuştur. İkincisi, mülkiyetçi hırsızlık düzeninde hâkim sınıf gökyüzüne dayanan “ilahi” bir meşruiyet zemini arayışı içerisindedir.
Bu iki eğilim zamanla insan suretinde bir Allah tasavvurunun ortaya çıkmasına neden oldu. Hâkim sınıf süreç içerisinde “Allah” kavramını kendi sosyal, iktisadi ve siyasi karakterine uygun bir biçimde manipüle ederek O’nu sadist, erkeksi ve saldırgan bir forma soktu ve bu tasavvur, ana-erkil toplumdan ata-erkil topluma geçişle birlikte daha da pekişti. Nitekim Yahudi kültüründe “Baba” figürü merkezi bir yer tutar. Ata-erkil toplumlarda baba, evlatları üzerinde otorite sahibidir, onları terbiye eder ve ihtiyaçlarını giderir. Bu nedenle İsrail oğulları kendilerini “Tanrı’nın çocukları” olarak adlandırırlar. Bu itibarla İsa dahi içinde yaşadığı toplumun kültürel yapısı gereği “Baba” figürünü kullanır. Ancak onun tasavvurunda insan -her kim olursa olsun- manevi-ahlaki yönden tekâmül ettiği ölçüde “Göksel Baba”nın oğlu olur.
Oysa henüz mülkiyet sorununun söz konusu olmadığı ilk sınıfsız toplum (Ümmet-i Vahide) itikadi açıdan homojendi. Mevcut toplum yapısında/sosyal düzende sınıf farklılıkları olmadığı, bir başka ifadeyle insanlar eşit oldukları için vahdet (birlik) vardı. Dolayısıyla Allah yerde de gökte de birdi ve insanın ilham kaynağı ve yol göstericisiydi. Bununla birlikte insan, başlangıçta henüz yabancısı olduğu, dolayısıyla tehlikelerle dolu bir dünyada, henüz anlamlandıramadığı ve üstesinden gelemediği olaylar karşısında yaşadığı acziyeti, içine düştüğü açmazları ve çelişkileri aşabilmek, açıklayamadığı, sebep-sonuç ilişkilerini formüle edemediği olayları izah edebilmek için “Allah” kavramını kullandı. Bu bağlamda “Allah” kavramı, temelde insanın güvensizlik duygularını telafi eden bir unsurdu.
Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte baş gösteren ihtilaf ve sınıf çelişkisi, temelde iki ayrı Allah tasavvurunun gelişmesine yol açtı. Nitekim Habil ve Kabil’in Allah’a farklı kurbanlar sunmaları buna işaret eder. Habil ortaklaşacı/komünal toplumun temsilcisidir; bu ilk sınıfsız toplumda iş bölümü yoktur, sosyal kurumlar mevcut değildir, insanlar birlikte avlanırlar ve yerler. Bu nedenle Habil, Allah’a hayvan kurban eder. Kabil ise toprağa ilk çiti çakan, tarihte ilk defa “bu benim” diyen adamdır, dolayısıyla mülkiyetçi/sınıflı sosyal düzenin temsilcisidir. Kabil’in Habil’e galebe çalmasıyla birlikte yegâne üretim aracı olan toprak güçlülerin eline geçmiş, bir başka ifadeyle parsellenmiş, iş bölümü ortaya çıkmış, nüfusun artması ve toplumun karmaşıklaşmasıyla birlikte gasp edilen toprağın (mülkiyetin) muhafaza edilebilmesi için kolluk güçlerine ihtiyaç duyulmuş, böylece süreç içerisinde sosyal kurumlar teşekkül etmiştir. Dolayısıyla Kabil, Allah’a kurban olarak ziraat ürünleri sunar; ancak mülkiyetçi dünya görüşünün karakteristiği itibariyle elde ettiği mahsulden arta kalan kırıntıları Allah’a layık görür.
Tarihin bu anında sosyal yapı parçalanıyor ve toplum, temelde hâkim ve mahkûm sınıf olmak üzere ikiye bölünüyor. Bu durum kaçınılmaz olarak inanç, düşünce ve dünya görüşünün farklılaşmasına yol açtı ve böylece mülkiyetçi dünya görüşünün Allah tasavvuru ile ortaklaşacı dünya görüşünün Allah tasavvuru arasında çatışma meydana geldi. İhtilafın gittikçe derinleşmesi, bunun yanında nüfus artışı, toplumun karmaşıklaşması ve muhtelif ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte asabiye güç teşkil etmede önemli bir unsur olarak insanlığı kabilelere böldü. Aynı soydan gelen aileler yaşadıkları bölgelerde ortak bir toplumsal düzen meydana getirdiler. Artık her kabilenin kendine özgü bir ilahı vardı. Böylece tek tanrıcılık ve iki tanrıcılıktan sonra çok tanrıcılık ortaya çıktı. Tarihin ilerleyen dönemlerinde özel mülkiyete, dolayısıyla sınıf çelişkisine dayanan toplumsal yapıda hâkim güç üçleme yoluna gitti ve servet, siyaset ve dinden oluşan üç sacayağı üzerinde varlığını sürdürdü.
Mülk temelinde ortaya çıkan derin ihtilafla birlikte bireysel ihtiyaçlar farklılaşmaya, menfaat çatışmaları öne çıkmaya ve ahlaki değer yargıları çeşitlilik arz etmeye başladı. Bu noktada peygamberler zuhur ediyor ve çeşitli inanç, düşünce ve dünya görüşlerinin kök salmaya başladığı andan itibaren insanlık sürekli bir biçimde fıtrata, akla, vicdana ve sağduyuya dönüş çağrısına muhatap oluyor. Ancak bu çağrıya muhatap olanlar, mülkten kaynaklanan azgınlık nedeniyle bu sefer de kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler (2/213). Peygamberlerin bu ortak çağrısı, anlamı çarpıtılmak suretiyle her dönemde tahrif edildi. Daha önce de ifade ettiğim gibi din, hâkim sınıfın eliyle adalet, eşitlik ve özgürlük çağrısı olmaktan çıkarıldı ve gücü ellerinde bulunduranlara hizmet eden bir kurum haline getirildi.
Mahkûm sınıfın din yoluyla eşekleştirildiği ve hâkim sınıfa gönüllü hizmet eder hale geldiği, Nietzsche’nin ifadesiyle “kibirlilerle acizlerin kötülükte buluştuğu” bu süreçte mülkiyetçi düzenin din algısı ve Allah tasavvuru da hâkim duruma geldi ve yaygınlık kazandı. Böylece süreç içerisinde her şeyi insan için yaratmış olan Allah’ın yerini, her şeyin kendisi için varolduğu, mevcudu takdir eden, insan üzerinde tahakküm kuran, dolayısıyla salt müteâl ve bencil bir Allah tasavvuru aldı. Buna göre varlık yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir düzene tabiydi, en üstteki en kutsal, en alttaki ise en adi ve değersizdi.
Bu noktada ilkin şunu söylemek icap eder ki, gerçekte yaratıcının herhangi bir ismi yoktur, bir başka ifadeyle O (huve), isimsizdir. Kur’an, Âdem kıssasında açık bir şekilde insanın “mantıki tanımlama”, dolayısıyla “kavramsal düşünme yeteneği”ne sahip olduğunu belirtir: “Ve Âdem’e isimlerin tümünü öğretti” (2/31). “İsim” terimi, “bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin bilgisini temsil eden ayrıt edici ifadeler”e, felsefe terminolojisinde ise “kavram”a işaret eder (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı). “Allah, ‘Ey Âdem, bunların isimlerini onlara haber ver’ dedi. Bunun üzerine Âdem onlara isimleri bildirince…” (2/33).
Tevrat da aynı noktaya işaret etmektedir: “Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Âdem’e getirdi. Âdem her birine ne ad verdiyse o canlı o adla anıldı. Âdem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu…” (Tevrat; Yaratılış: 2: 19-20).
Dolayısıyla insan, diğer tüm varlıkları isimlendirdiği gibi Yaratıcı Kudret’i de isimlendirmiş ve O’nu farklı coğrafya, dil ve kültürlerde Allah, Tengri/Tanrı, Tao, Yehova, Ahura Mazda, Krişna, İnka, God, Dieu vb. isimlerle anmıştır. Bir başka ifadeyle “Allah” kavramı insandan neş’et etmiş ve böylece insanın fıtratında bulunan yaratıcı kudreti sezme, algılama, tanıma ve bilme kapasitesinin kuvveden fiile geçmesiyle Allah’ın bu konudaki muradı gerçekleşmiştir. Bu noktada önemli olan Yaratıcı Kudret’i doğru tanımlamaktır. Kur’an bunu şunu şekilde ifade eder: “De ki: İster ‘Allah’ diye çağırın ister ‘Rahman’ diye çağırın, nasıl çağırırsanız çağırın en güzel isimler O’nundur…” (17/110). “En güzel isimler Allah’ındır; öyleyse O’nu bu isimlerle çağırın…” (7/180)
Peygamberlerin Allah tasavvuru, insanın afakî ve enfüsî ayetleri okumasını, dolayısıyla aklını ve vicdanını sonuna kadar kullanmasını, kendini tefekkür aracılığıyla üretmesini, Allah’ı önce kendinde aramasını, yeryüzünde ifade ettiği anlamın ve taşıdığı değerin bilincine varmasını, meydana gelen olayların sebep-sonuç ilişkilerini ortaya çıkarmasını, bireysel sorumluluk almasını, kendi kaderini kendisinin çizmesini, adaleti ikame ederek yaşadığı dünyayı imar etmesini öngörür. Bu bağlamda Allah, peygamberlerin tasavvurunda daima varlık kanunlarıyla ve sosyal yasalarla açıklanmıştır. Nitekim İslam, evrendeki tüm varlıkların üzerinde bulundukları fıtratı, bir başka ifadeyle teslim oldukları düzeni ifade eder. Bu noktada konuyla ilgili olarak birkaç Kur’an ayetini burada zikretmek yararlı olacaktır:
“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Üstelik göklerde ve yerde olan her şeyin isteyerek ya da istemeyerek O’na teslim olduğu ve kendileri de O’na döndürülecekleri halde?” (3/83)
“Göklerde ve yerde olan her şey ve herkes isteyerek ya da istemeyerek Allah’a secde ederler. Onların gölgeleri de sabah akşam O’na secde etmektedirler.” (13/15)
“O geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. Güneşi ve ayı buyruk altına almıştır ki, her biri belirlenmiş bir yörüngede akıp gitmektedirler.” (35/13)
“Güneş ve ay bir hesap iledir, yıldız ve ağaç ikisi de secde etmektedirler.” (55/5-6)
“Gerçek şu ki, biz insanı balçığın özünden yaratıyoruz ve sonra onu döl suyu damla halinde (rahimde) özel bir koruma altında tutuyoruz. Sonra bu döl suyu damlasından döllenmiş hücreyi yaratıyoruz, sonra bu döllenmiş hücreden de cenini ve ceninden de kemikleri yaratıyoruz. Ve sonra da kemiklere et giydirip onu yepyeni bir yaratık halinde var edip ortaya çıkarıyoruz. Öyleyse yaratanların en iyisi, en ustası olarak Allah ne yücedir. Ve bütün bunlardan sonra hepiniz kaçınılmaz olarak ölümü tadıyorsunuz…” (23/12-15)
“Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (13/11)
Totaliter Allah tasavvuru ve bu tasavvurun şekil verdiği hiyerarşik varlık düzeni, sınıflı toplumun en önemli dayanağını oluşturur. Zira bu tür toplumlar söz konusu tasavvurun bir yansıması olarak yukarıdan aşağıya doğru dizilirler ve sosyal düzen içerisinde insanlar en üstteki otoriteye/mülk sahiplerine itaat etmeye çağrılırlar. Çünkü otorite her ne şekilde işbaşına gelmiş olursa olsun, sonuçta bu Allah’ın iradesi doğrultusunda vuku bulmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise’nin temsilcisi olarak görülen krallar kendilerini “Tanrı’nın gölgesi” olarak nitelendirdiler. Buna göre iktidar Tanrı’nın bir lütfuydu ve krallar O’nun inayetiyle hükmediyorlardı. George Frankl, Batı Uygarlığı adlı eserinde bu durumu şöyle ifade eder: “Korku atmosferi, Kilise’ye mutlak bağlılık ve Kilise’nin seküler temsilcileri olarak atanan krallar ortaçağa damgasını vurmuştu…” Aynı şekilde İslam tarihinde iktidar mezhebi olan Ehl-i Sünnet de “sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” görüşünü ileri sürerek otoriteyi kutsadı. Şu halde zalim de olsa otoriteye itaat edilmeliydi, aksi halde bunu reddedenler şeytanın yoluna tabi olan kimselerdi (Bu tasavvurun İslam tarihindeki kökleri için bkz. Klasik İslamcılık – “Totaliter Allah” tasavvuru ya da “Seküler Teoloji” başlıklı makale).
Bu tasavvura göre, insanoğlunun adalet, eşitlik ve özgürlüğe dair tüm fikirleri çöldeki serap gibidir. İnsan imtihan gereği bu adaletsizliği -ki, aslında bu düşünceye göre mevcut durum zaten adilânedir- kabullenmek zorundadır. Zira Allah’ın iradesinden başka hiçbir şey gerçekleşmez ve insan, her yönden Allah’a bağımlıdır. Dolayısıyla insan için yegâne çıkış yolu adaletsizlik olarak nitelendirdiği bu duruma sabretmektir. İslam düşünce tarihinde bu, “kadere iman eden kederden uzak olur” ifadesiyle formüle edilmiştir. Bu durumda Allah, kaçınılmaz olarak insanın düşmanı oluyor. Öyle korkunç bir varlığa dönüşüyor ki, insan, hiçbir ahlaki kural tanımayan, keyfe mâ yeşâ edip eyleyen, insana acı tattırmaktan zevk duyan ve onun başına her türlü musibeti getirmeye kadir olan Allah’ın elinde bir tür oyuncak haline geliyor. Allah, kendi ruhundan üflediği insanın fıtratını, aklını, vicdanını, sağduyusunu aşağılıyor ve sürekli olarak ona suçluluk duygusu aşılıyor.
Bunun siyasi bilince yansıması daha da korkunç oldu. Böylece otorite, bireyleri sürekli olarak denetleyen, kontrol altında tutan, onların sadece eylemlerini değil, aynı zamanda duygu ve düşüncelerini de kontrol eden bir baskı unsuru haline gelerek insanlığı perişan etti. IV. Murat’ın şu sözleri bunun Osmanlı’daki yansımasını veciz bir biçimde ortaya koyar: “Gerekirse devletin bekası için bütün halkı feda ederim.” Nefî’nin kendisine verdiği cevap ise akıl ve vicdan sahibi bir insanın basiretini gözler önüne serer: “Devlet dahi halk içindir padişahım!” Ancak ne yazık ki, insan, tarih içerisinde totaliter Allah tasavvurunun sonucu olarak genellikle otoriteye tam bir teslimiyetle boyun eğdi ve bu yolla kendi varlığını fiilen inkâr etti. Artık o özünü ve anlamını yitirmiş, kendi doğasına yabancılaşmış zavallı bir yaratıktır.
Nitekim totaliter Allah tasavvuru, aklı ve vicdanı dumura uğramış, kişiliksiz, kendine güveni olmayan, her yönüyle zavallı ve çaresiz bir insan modeli üretti. Bu tasavvurun inşa ettiği -aslında imha ettiği- insan, kendi ayakları üzerinde duramaz, aklını ve vicdanını kullanmak suretiyle hiçbir probleme çözüm üretemez. Karşılaştığı en ufak bir problem karşısında ilkin bir “bilen”e ihtiyaç duyar. Sürekli olarak dışarıdan gelecek bir yardıma muhtaçtır. Bu bağlamda “Günümüz Müslümanı”nın yüzü öncelikle daima gökyüzüne dönüktür. Sorunun üstesinden gelebilmek, bir başka ifadeyle işin içinden çıkabilmek için ilk iş olarak göksel yardım talebinde bulunur ve hangi konuda problem yaşıyorsa o konuyla ilgili bir nass (ayet veya hadis) arayışına koyulur.
Oysa ilk nesil Müslümanlar için durum böyle değildi. Örneğin Ömer, her türlü cürmü işlemiş şerli bir insanın aklını ve vicdanını sağlıklı bir biçimde işletmeye başladığında nasıl örnek teşkil edecek bir şahsiyet haline geldiğini gösteren önemli kişiliklerden bir tanesidir. Daru’n-Nedve’nin itibar gören üyelerinden birisi olmakla birlikte düşünce ve ahlak noktasında cahiliye toplumuna mensup diğer insanlardan farksızdı. Azığındaki helvasına şekil verip put haline getirerek ona tapınıyor ve daha sonra onu midesine indiriyor. İslam’a girdikten sonra peygamberin rahle-i tedrisatından geçen bu adamın aklı ve vicdanı o denli gelişmişti ki, hakkında görüş beyan ettiği dört önemli konu hakkında onun görüşlerini aynen teyit eden ayetler inmiştir (Muvafakat-ı Ömer). Dolayısıyla Ömer, yeri geldiğinde ortada konuyla ilgili hiçbir nass olmaksızın peygamber gibi çözüm üretebilen bir akıl ve vicdana sahipti.
İnsani ilişkiler açısından da durum içler acısıdır. Totaliter Allah tasavvuruna sahip olan kişiler ailelerinden başlamak üzere çevreleriyle hegemonik ilişki biçimleri geliştirirler. Evde baba, koca, işyerinde patron, devlet dairesinde amir, cemaatte lider faşizmi hâkimdir. Bugün siyasilerin mevcut söylemlerinde bunu açık bir şekilde müşahede etmek mümkündür. Benim vatandaşım, benim memurum, benin bakanım, benim… Bu anlayışa göre her bir kimse kendi üstündekinin mülkiyeti altındadır ki, “kula kulluk” denilen şey tam olarak budur. Nitekim Osmanlı padişahları bu anlayış doğrultusunda tebalarına “kullarım” şeklinde hitap ettiler. Dolayısıyla bu diziliş içerisinde herkes kendi üstündekine itaat ederken, altındakine de hükmeder. Kısaca özetleyecek olursak, bu tür insanlar güce tapınırlar. Güç ellerinde olduğu sürece hükmederler, kendilerinden güçlü olanla karşılaştıklarında ise boyun büker, emir altında girerler.
Bunun yanında mevcut tasavvurun ürünü olan insanlar, insan olmanın gereği olarak değil, kul olmanın gereği olarak kendilerini fahşa ve münkerden uzak tutmaya çalışırlar. Bir başka ifadeyle fahşa ve münkerden uzak durmaları gerektiği için değil, böyle emredilmiş olduğu için kendilerini dizginlerler. Dolayısıyla bu tasavvurun ürettiği insan modeli, ahlaki davranabilmek için dahi dışarıdan bir gücün baskısına ihtiyaç duyar. Ancak bu tür bir ahlakın hiçbir garantisi yoktur. Zira bu şekilde bastırılmış olan duygular kişiyi bir yere kadar götürür. Nitekim “şekil a”da görüldüğü gibi bu tür insanlar uygun şartların oluşmasıyla birlikte kapalı kapılar ardında her türlü ahlaksızlığı işlemeye müsait hale gelirler. Bundan sonra hile-i şeriyye devre girer; zira malum zihniyet mevcut Allah tasavvurundan kopamadığı için bu sefer de O’nu olmadık yorum ve fetvalarla işlediği ahlaksızlıkların dayanağı, bir başka ifadeyle “onay makamı” haline getirir.
Oysa insan yaratılışı itibariyle söz konusu manevi-ahlaki değerlerin tümüne sahiptir ve bu değerler evrensel ve ebedidir. Dolayısıyla bu değerlerin herhangi bir din tarafından öğretilmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü bir şeyin din tarafından “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirilmesi, onun dinin bildirmesinden önceki ahlaki durumunu değiştirmez. Bir başka ifadeyle o şey, dinin bildirmesinden önce de özü ve mahiyeti itibariyle “iyi” veya “kötü”dür.
Bu noktada önem arz eden konu, totaliter Allah tasavvurunun yıkıcı bir sonucu olan mevcut “kulluk” anlayışıdır ki, yukarıda sözünü ettiğim hegemonik ilişki biçimlerinin, kula kulluğun ve mevcut ahlak anlayışının alt yapısını oluşturur. Klasik din(i)dar zihin, her şeyin kendisi için yaratıldığı ve bu bağlamda merkeze oturması gereken insanın yaratılış amacını “kulluk”la açıklamaya çalışırken, bunu salt boyun eğmek, itaat etmek, emir ve yasaklara uymak olarak anlamlandırdı. Ancak bu boyun eğme, itaat ve emirlere riayetin (kulluk) herhangi bir gayesi yoktu. İnsan dünyaya geldiği andan itibaren kendisine hayat bahşeden Allah’a karşı borçludur ve bu borcunu kulluk yoluyla ödemelidir. Bu noktada insan, kendi iradesi dışında vuku bulan yaratılışından ötürü -üstelik zulmün hâkim olduğu böyle bir dünyada- minnet altında bırakıldı.
Böylece Allah “göksel bir Firavun”a dönüşüyor ve tıpkı Firavun’un sarayın himayesinde büyümüş olmasını Musa’nın başına kaktığı gibi, yaratılışı itibariyle insanı minnet altına sokuyor. Oysa annesinin katliamdan kurtulması için sepete koyup Nil nehrine bıraktığı Musa’nın böyle bir talebi olmamıştı. Onun Firavun’a verdiği cevap, meselenin aslını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir: “O başıma kaktığın iyiliğe gelince; bu, İsrail oğullarını köleleştirmenin sonucudur” (26/22). Aynı şekilde ne insan yaratılmayı istemiştir ne de Allah insanı yaratırken ona fikrini sormuştur. Üstelik Allah’ın insandan böyle bir beklentisi yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır.
Peki, ya bir su damlası veya çayırda biten bir ot olarak yaratılmış olsaydık? İnsanlığın yaşadığı acılar karşısında bırakın bir su damlası veya çayırda biten bir ot olarak yaratılmayı, hiç yaratılmamış olmayı dahi arzu edenlerin sayısı bir hayli fazla. Hulâsa her şey insan için yaratılmışken, insan klasik anlayış doğrultusunda “gökyüzü faşizmi”nin kurbanı oldu ve Allah’ın kendi egosunu tatmin etmek için yarattığı bir köle durumuna düştü. İnsan kul olacak ve kurtuluşa erecek.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (51/56)
Birincisi, felsefi açıdan bakıldığında burada “kulluk”la kastedilen şey, insan hayatının amaçlılığıdır. Bu amaç “en yüksek iyi”nin kavranmasıdır. Bütün mevcudatın amacı olan böylesi bir anlam ve iyilik, İslam’a göre ilahi iradenin yerine getirilişidir. Bunun yanında Hıristiyanlığın aksine İslam’da kurtuluş fikri yoktur. Zira insan kurtuluşa muhtaç olduğu herhangi kötü bir durumda dünyaya gelmez (İsmail R. Faruki; Tevhid). İkincisi, “kulluk etmek” olarak çevrilen “ibadet” kavramı yanlış anlamlandırılmaktadır. Salih Akdemir, Son Çağrı Kur’an adlı çevirisinde bunu şöyle izah eder: “A-b-d kökünün Sami dillerindeki asıl anlamı “yapmak, meydana getirmek, çalışmak ve üretmek”tir. “Kulluk etmek” anlamı türev bir anlamdır. Ancak Arapça sözlükler, kökün asıl anlamı yerine türev anlamı kök anlamı olarak algılamaktadırlar. Bu ise isabetli bir anlam değildir…” Buna göre illa “kulluk” olarak adlandırılacaksa bunun ifade ettiği anlam, insanın manevi-ahlaki ilkeler doğrultusunda, mensubu olduğu bütünün imar ve ıslahı için çalışması, değer üretmesi ve böylece kendine yakışanı yaparak yaratılışının gereğini yerine getirmesidir.
Dolayısıyla Kur’an’ın anlam örgüsü içerisinde kulluk, salih amel ve şükürle özdeştir. Nitekim Kur’an, Davut’a “güzel işleri çokça, hiçbir sınır gözetmeden yapmasını ve tabiatın düzenli akışına derin bir anlam kazandırmasını” emreder: “…ve (böylece ey Mü’minler, hepiniz) salih amel işleyin/doğru ve yararlı işler yapın… Ey Davut kavmi, şükür için çalışın/değer üretin…” (34/11, 13). İlkin Davut kavmine hitap eden bu sözler, aslında her dönemdeki Mü’minler için bir uyarıdır (Bu iki ayetin bu şekildeki çevirisi ve tefsiri için bkz. Muhammed Esed; Kuran Mesajı, Sebe Suresi 11. ve 13. ayetler ve ilgili dipnotlar).
Kur’an ve diğer tüm kutsal kitaplar, gayesi ve yasası tüm kâinata nüfuz etmiş, insana akıl, irade, kavrama, seçim yapma ve kendini kemale erdirme kabiliyeti bahşetmiş olan bir Allah’tan söz ederler. İnsan özgür bırakılmıştır ki, düşünce, tutum ve davranışlarının sonuçlarına katlanabilsin. Rağıb’ın ifadesiyle o, bütün varlıkların gücünü kendisinde toplaması sebebiyle, âlem manalarının kabı, şekillerinin harcı, eserlerinin aslı, hakikatlerinin toplanma yeri olmuştur. Kendi nefsini ıslah edebilecek kabiliyette, (aklı ve vicdanıyla) her iki dünyayı da kazanabilecek yapıdadır (Rağıb; İnsan).
Ortaçağda Kilise’nin insanı aşağılayan müstebit Tanrı’sı karşısında Pico della Mirandola’nın On the Dignity on Man (İnsanın Onuru Üzerine) adlı risalesi bu tasavvura başkaldırının bir başka ifadesidir. “Mirandola, risalesinde Tanrı’nın insanı kâinattaki yasaları bilmesi, insanın kendisini sevmesi ve kendi “büyüklüğü”ne hayran kalması amacıyla yaratılışın son evresinde yarattığını söyler ve Tanrı’nın insanı sabit bir yere, önceden belirlenmiş bir işe mahkûm etmediğini, iradesiz bir varlık olarak yaratmadığını; aksine insana iradesini kullanabilme ve sevgisini dile getirip izhar etme özgürlüğü verildiğini vurgular. Yaratıcı, Âdem’e şöyle der: “Her şeye kolayca sahip olabilmen ve dünyadaki her şeyi kolaylıkla görebilmen için seni dünyanın ortasına bıraktım. Seni ne sadece semavî ne de dünyevî, ne salt ölümlü ne de salt ölümsüz bir varlık olarak yarattım, dolayısıyla kendi hayatını şekillendirmekte ve kendini aşmakta hürsün. Artık vahşi bir canavara da dönüşebilirsin, hayata yeniden doğmuş kutsal bir varlık haline de gelebilirsin…” (George Frankl; Batı Uygarlığı).
Bu ifadeler Kur’an ayetlerinin ortaçağ Avrupa’sındaki tefsiri gibidir. Zira Kur’an, Allah’ın insanı alâk(a)dan/ilgi ve sevgiden yarattığını (96/2), hayatı onun için kolaylaştırdığını (80/20), onu yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun vasıflarla donattığını, bir başka ifadeyle varoluşunun gereklerine baştan uygun hale getirdiğini (87/2), insanın önüne iki amaç/iki yol koyduğunu ve (90/10) ona seçim yapma hakkı tanıdığını belirtir: “Biz ona yolu gösterdik; artık ister şükreder isterse nankör olur” (76/3).
Yine Rağıb, İnsan adlı eserinde insanın mevcut yaratıklar arasında yaratılışı itibariyle dünyaya da ahirete de uygun bir varlık olduğunu, düşük ve yüksek cevher arasında bir vasıta teşkil ettiğini ve Allah’ın iki âlemin gücünü de insanda topladığını ifade eder. Dolayısıyla insan, salt üreme, beslenme bedeni zevkler, kavgacılık vb. diğer yönlerini öne çıkararak hayvanlar gibi, akıl, ilim, ibadet -ki, Rağıb’ın yerinde tespitiyle ibadetin gayesi nefsi temizleyip ona sıhhat kazandırmaktır- doğruluk, vefa vb. yüksek ahlaki yönlerini öne çıkarmak suretiyle de melekler gibi olabilir. Bu noktada bir tespit olarak şunu söylemek icap eder ki, Kur’an’ın -dolayısıyla İslam’ın- Allah tasavvuru hümanisttir. İnsanı yüceltir ve merkeze koyar. Fakat ne acıdır ki, klasik anlayış sahip olduğu zihniyet itibariyle bırakın İslam’ın hümanizmini Antik Yunan’ın felsefi hümanizminden dahi uzak görünmektedir.
Yazının başında da ifade ettiğim gibi, mevcut din algısı ve bu dinin totaliter Allah tasavvuru, “malı götürme ve kula kulluk düzeni”nin yegâne teminatıdır. İnsana ahiret tesellisi verir ve “imtihan, kader/takdir, nasip, kısmet” diyerek onu uyuşturur. Nitekim Avrupa’da tarihi süreç içerisinde Kilise babaları, krallar, senyörler ve sanayi devrimiyle birlikte patronlar, İslam dünyasında ise halifeler, sultanlar, toprak ağaları ve tefeci bezirgânlar bu tasavvura dayanarak insanlığın ortak mülkiyeti olan rızık kaynaklarını talan ettiler, çiftçinin, köylünün ve işçinin emeğini sömürdüler ki, bugün de durum bundan farksızdır.
Yaşadığımız coğrafyada “din, Allah, kitap, peygamber” diyen yeni bir hâkim sınıf ortaya çıktı. Bu yeni hâkim sınıf, üretim araçlarını elinde bulundurmanın ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak iktidarı elde etmenin verdiği güce dayanarak kendi üstünlüğünü kesin olarak ilan ederken, aslında hem Allah’ı hem de insanı aynı anda öldürdü. Görünürde “Allah” diyor, gerçekte ise Tevrat’ın ifadesiyle “Yaşayan Tanrı’nın sözlerini çarpıtmak” yoluyla (Tevrat; Yeremya: 23: 36) veya Kur’an’ın ifadesiyle “kendisine verilen sözü bir başka sözle değiştirmek” suretiyle (2/59) dini olmadık bir mahiyete büründürüyor ve Yaratıcı Kudret’i gökyüzüyle sınırlandırarak yeryüzünde malı götürüyor. Yerin beş yüz metre altında sefilce ölmek işleyen-üreten için “kader”, havuzlu villalarda sefa sürmek ise işleten-sömüren için Allah’ın lütfu haline geliyor. Hâkim sınıf, servet ve iktidara ebedilik atfederek kendini bunlar vasıtasıyla gerçekleştirmek istiyor. Kodamanların dini, malı-mülkü ellerinde bulunduranlara “yeryüzü cenneti”, aşsızlara, işsizlere, eşsizlere ise “yeryüzü cehennemi” vaat ediyor. Üstüne üstlük İslamcılığın “üçüncü ve orijinal yol” olduğunu ileri süren ve kendilerini “hakka davet memuru” olarak gören İslamcılar, düşünsel ve pratik açıdan bu yeni hâkim sınıfa yardakçılık yapıyorlar. Bu bakımdan klasik İslamcılığın din algısı ve Allah tasavvuru ortaçağdaki Kilise’nin ve İslam dünyasındaki muharref geleneğin din algısı ve Allah tasavvuruyla paralellik arz etmektedir.
Netice itibariyle tarihin bu zaman diliminde emekçi, ruhunu, özünü, doğasını, kişiliğini yitirmiş bu güruhun elinde artık modern kapitalizmin Kunta Kinte’sine dönüşmüştür. Ne yapalım, imtihan dünyası, Allah böyle takdir etmiş(!). Onun için her şeyi mülkle ilişkilendirmemek, hiç kimsenin malına-mülküne göz dikmemek, servet düşmanlığı yapmamak, efendilerin önümüze attığı kemiğe rıza göstermek, sabretmek ve kulluğa-köleliğe devam etmek gerek(!).
Latife bir yana bu coğrafyada yaşayan akıl ve vicdan sahibi insanlar için geriye bir tek çıkış yolu kalmıştır: Yeni hâkim sınıfın (Yeşil burjuvazinin) ve onun yardakçılığını yapan klasik İslamcılığın “Zalim Allah’ı”nı öldürmek!